İSMET AKSOY "KAPADOKYA FOTOĞRAFLARI"![]() |
İsmet Aksoy, Nurullah, Nihat Aksoy İSMET AKSOY- ÜRGÜP DERGİSİ YAZILARI |
ÖNSÖZ
12 Mayıs 2004. Bazıları
için bir anlam ifade etmeyebilir bu tarih. Babamız, araştırmacı yazar,
gazeteci, doğal hayatı koruma derneği üyesi, Ürgüp turizm derneğinin ilk
elemanlarından ve bilfiil turizm dalında halıcı olarak çalışan İsmet Aksoy'u
kaybettik.
Son yıllarda depolitize
olan bu ülkenin insanları, yavaş yavaş entellektüelliklerin de törpülendiğinin
farkına olmaksızın günün koşullarını yaşamaktalar. Bir dönem kuşağı özellikle
Atatürk dönemi ve hemen bir on-yirmi yıl sonrası kuşağı, dil öğrenmeye
uğraşmış, batı ve doğu kültürünün sentezini bilinçlerinde geliştirerek
insanımıza sunmaya çalışmışlardır. Kültürel yayılmacılığın, yabancılaşmanın
gündemde olduğu dönemlerde bazı insanların içsel gücü tüm bu olumsuzluklara
karşı setler çeker, ulusallığın evrensel de olabileceğini tanımlamaya
çalışırlar. Cevat Şakir (Halikarnas Balıkçısı), Bedri Rahmi Eyuboğlu, İsmet
Zeki Eyuboğlu, Azra Erhat, Bilge Umar, Yaşar Kemal, Necati Cumalı… bu isimlere
yüclercesini eklemek kuşkusuz olasıdır. Tüm bu kişiler binlerce yıllık ulusal
tarihimize sağlam temeller oluşturan yazarlar, uzmanlardır. İsimleri tanınan,
ünlü olmuş şahıslardır, ancak Anadolu toprakları binlerce yerel araştırmacı,
tarihçisi ile bir bütündür, en küçük kaynak bile büyük tezlerin öncüsü, yol
açıcısı olabilir. Tarih devinimdir, hareketli ve gelişkendir, statikliğe ve
statükoculuğa taviz vermez. İnsan ve mekan olan her yerde tarih vardır,
tartışmalıdır. Resmi tarih ya da bilinçli olarak deforme amaçlı tarih, halkın
tarihi değildir. Bunu özellikle tüm Anadolu topraklarını Helen veya Yunan
kültürünün devamı olarak görenlere atfediyorum. Anadolu toprakları tarihin en
eski ve en önemli uygarlıklarına sahne olmuştur.
Anadolu'da tarih
katmanları fazla ilgi çekmez, batı kültürünü Yunan kültürünün üzerine oturmaya
çalışan neredeyse şovenizme yakın görüşler, Küçük Asya'yı her zaman kendi
çıkarları doğrultusunda göz ardı etmeye çalışmışlardır. Ancak zaman içinde
yapılan sponsorlu ve prestij amaçlı yapılan bazı çalışmalar saklanan
kırıntıları, geçmişi ve gerçekleri ortaya çıkarıyor. Bunun en önemlilerinden
birisi Malatya Aslantepe kazılarıdır. O ana dek İ.Ö. 10 binli yıllarda metalin
kullanıldığı ya da metalin ince işlerde kullanımı bilinmezken ortalığı altüst
eden buluntular ortaya çıktı, kral tacı, kılıç, miğfer vs. Bu bilgiler ne yazık
ki yalnızca özellikle arkeoloji ve mimari dallarında çalışanlara raporlar
aracılığı ile ulaşıyor. Ancak normal insanımızın bu bilgileri çaba
göstermeksizin edinmesi olası değil. Kitapların sayılı basımı, yayılmaması ve
bedelleri, törpülenen araştırmacılık ve merak içgüdüsü ve daha birçok etken bizleri bu bulgulara sanki
özellikle uzak tutuyor gibi.
İşte bu noktada yerel
araştırmacılar devreye giriyor. Amatör bir ruhla, karşılık beklemeksizin,
kültürel aşınmaya karşı durmak için araştırmaya girişiyor, derleyip
topluyorlar. 60'lı yıllarda gençliğini yaşayan bu kuşak, şimdi yitirdiğimiz bir
alışkanlığın temsilcileri; yazmak, not almak, zamanı sabitlemek kaygısı ile
yapılan tarihli araştırmalar. İsmet Aksoy bulunduğu yerde kendi kuşağının
bölgesel anlamda en etkin elementlerinden birisi oldu. Bunu onu övmek, duygusal
anlamda yücelmek olarak algılamayın, 60'lı yıllar; Ürgüp Turizm Geliştirme
derneğinin etkin üyesi; dil bilen insanların sayılı olduğu bir dönemde
İngilizceyi kendi çabaları ile Adana'da bıktırırcasına İncirlik üssü
askerlerinin peşine takılarak öğrenmiş, o dönemde bölgeye gelen turistlere
kolaylıklar sağlamak için kokartlı ilk rehberlerinden; ardından 63-64'lü
yıllar, Anadolu'da ki fakir yaşama alternatif arayan bir gelişmenin seline
kapılarak Almanya yolculuğu. Kimileri kaldı kimileri döndü ki bu ayrılıklar her
zaman acılı olmuştur. "Gurbet"
ne acı söz. İsmet Aksoy bu göçe ilk katılanlardan. Onun Avrupa için olumlu beklentileri
orada kaldığı kısa süre içinde uçmuş, yok olmuş, Nazi Almanyası sonrası
otoriterliğin kırıntıları, gelişmenin iş gücünün sömürülerek sağlanması isteği
İsmet Aksoy’u orada işçilerin yetkisiz savunucusu durumuna sokar. İşverenin
çabaları ve bilinçsiz Türk işçilerin sahip oldukları işlerini kaybetmesi kaygısı,
babamın kalışını güçleştirecektir ama o kalış süresinin kısalığına rağmen
Almancayı kazanarak yurda döner. Bu konuda o dönem yaşadıklarını günü gününe
tuttuğu Almanya günlüğünde isimler de vererek anlatır. O kaybettiğimiz yazma
alışkanlığı bize önemli kişisel ve diğer bilgileri veriyor. Ardından Türkiye'ye
dönüş…
64 sonrası onu ticarette
ve turizmde diğer arkadaşları, akranları ile etkin olarak görürüz. Ünlü
aktörler gelirler Kapadokya'ya o her zaman Hürriyetin bölge muhabiri olarak
vardır ve Kapadokya adını öne koyarak haber yetiştirmeye uğraşır. Kimler yoktur
ki bu aktörler arasında, Charles Bronson, Tom Curtis, Maria Callas, ünlü
İtalyan yönetmen, şair, yazar Pier Paolo Pasolini, Yılmaz Güney, Salih Güney,
Danyal Topatan, Bilal İnci ve bir çok isim. Bu çabası 75'li yıllara değin
sürecektir. Ardından teknoloji toplumu olmaya başlamanın olumsuzlukları gündeme
gelir, Anadolu'nunun ruhunda vardır doğa ve doğaya aşk. Sultan Sazlığına
yabancı ve yerli dostları ile gittiği zaman doğanın ve canlının güzelliğini
daha bilinçli algılamaya başlayacaktır. Bu ilgide kuş ressamı olarak tanınan
Salih Acar'ın ve Belkıs Balpınar (Acar)'ın büyük etkisi olmuştur. 75-80'li
yıllarda Doğal Hayatı Koruma derneğinin ilk 130 üyesi arasına girer.
Sözkonusu yıllarda iki
çabası vardır, bölgede var olan veya göçle bölgeye ulaşan kuş türlerinin
korunması ve Türk İslam eserleri müzesinin kuruluşu için çalışan Belkis
Balpınar'a her açıdan yoğun destek. Belkıs Balpınar'la birlikte çevre
camilerden bazılarındaki halı ve kilimlerin saptanması çalışmalarına
kültürümüzü koruma adına yardımlar…
İsmet Aksoy'un yıllardır
var olan fotoğraf merakının alevlenmesi, belgeselleştirme içgüdüsü, neredeyse
profesyonel anlamda 80'li yıllar sonrası bir gelişme olmuştur. Daha önceleri
gazetecilik amaçlı fotoğraf onu hiçbir zaman bırakmamış ancak 80'li yıllarda
yalnızca anı sabitlemek kaygısının ötesine geçmiş ve artistik çabalar ön plana
çıkmaya başlamıştır. Onlarca plaket, Anadolu'nun birçok yerinde yapılan
sergiler her zaman Kapadokya'nın ve özellikle de Ürgüp'ün tanıtımı amaçlı
olacaktır.
O her zaman meraklarını,
sevdiği şeyleri başkalarına aşılamaya çalışmış, yardımını esirgememiştir.
Kapadokya aşkı birincildir ve tüm çabası bulunduğu yeri tanıtma tutkusuna
dayalıdır.
Ürgüp Dergisi, İsmet
Aksoy'un yaşamında önemli bir aşamadır, o ana kadar düşündüklerini, aldığı
notları geliştirmesi, kompozisyon haline getirmesi için bir aracı olur. Yazı
yazmak kolay bir iş değildir, yazanlar veya yazmaya çalışanlar bilirler, bazen
bilgi birikimi tecrübelerle oluşmuş ise yetmez. Eksik satırların pozitif
bilgilerle doldurulması gereklidir. Anılar görecelidir, kişiden kişiye değişir,
fazla da kural gerektirmez. Ancak ortaya tezler atacaksanız onun tarihi
kaynaklarını, bilimsel çalışma örneklerini ortaya koymak zorundasınız demektir.
Özellikle tarih üzerine olan çalışmalar
bunu gerektirir. Kazı raporları, yazıtların okunması, dilbilimi, arkeoloji,
mimarlık, mitoloji bu yazılımların neredeyse temel kaynağıdır. İsmet Aksoy son
yıllarda evini araştırmalarına kolaylık olması için kitaplarla doldurdu.
Sahafların en iyi müşterisi, eski yayınları tutku ile arayanlardır. O tutkulu
insanların arasına katıldı. Tezler, seramik üzerine buluntular -ki arkeolojik
tarihlendirmede tarih saptaması açısından çok önemli bulgulardır-, Sümer, Hitit,
Hatti, Kutsal kitaplar (özellikle Tevrat Hitit dönemini yaşamış ve tarihi
açıdan değerlidir), dergiler, kazı raporları ve fotoğraf dergileri onun
kütüphanesinin baş köşesine koyduğu yayınlar olmuştur.
Birçok kez onun sabah
5-6' da kalkıp mitolojik Anadol
arabasıyla fotoğraf çekmeye gittiğine tanık oldum, uykusundan fedakarlık edip,
sabah erken saatlerde daktilo -gazeteci alışkanlığıdır- başında kitapların
arasında kaybolmuş babamızı zorla kahvaltıya getirdiğimiz olmuştur. Yemek
bahane, görüşlerini anlatma ortamı idi o masa. Öte yandan dergiden gelen yazı
talepleri onun yaşama amacı oldu, en küçük bir destek aldığı zaman yapamayacağı
yoktu babamın. Tüm bu çabaları, yazıları
ürünlerini verdi. Örneğin o ana kadar bölgede kimsenin antik adını koyamadığı
Wiyanavanda kenti sit alanı ilan edildi. Turgay Tuna, Mahmut Sabah gibi
gazeteci yazar dostları ile görüşlerini ulusal gazetelere taşıma olanağı buldu.
Böylesi anlarda onun gözlerinin pırıltıları çevresini aydınlatırdı adeta.
Amatör ruhlu araştırmacıların yararları esas olarak bunlardır, tanınmayanı
tanıtmak, korumak, korutmak. Bu konuda gerekli duyarlılığı gösteren kişi ve
kurumlara özellikle de Ürgüp Belediye Başkanı Sayın Bekir Ödemiş'e teşekkür
borçluyuz.
Onun sözleri ile
"Ürgüp halkı fedakardır, vefalıdır. Kendisine çalışan insanları bilir ve
karşılık beklemeksizin yüceltir." Bu vefayı, dostluğu, Ürgüp halkı onun
son yolculuğunda, tüm yönetim birimlerini de yanına alarak gösterdi. Bir
sokağın adı, Belediye Başkanımız Sayın Ödemiş'in önerisi, sokak sakinlerinin
kabulü ve belediye meclisinin onayı ile İsmet Aksoy Caddesi olarak
değiştirildi. Adı ve bıraktıkları sonsuza dek yaşasın, yeni kuşaklara öncü
olsun. Ürgüp'ün buna her zaman gereksinimi var.
Bu yazıyı İsmet Aksoy’un
kendi el yazısı ile hazırladığı bır konuşma taslağı ile bitirmek isterim.
“52 yıldır ben bu taktı
sözünü hep duydum. Fotoğrafa taktı, tarihe taktı, Wiyanawanda şarap kentine
taktı, Ürgüp’ün tanıtımına taktı.
1960’tan başlayıp,
1975’e kadar tam 15 yıl tanıtım amacıyla Hürriyet gazetesi Ürgüp muhabirliği,
1960’tan sonra ücretsiz rehberlik, yıllarca tarihi araştırma ve tam 52 yıldır
kesiksiz bir turizm çalışması.
Ne yapalım, biz hep
umutla yaşıyor, üzerimizde ilahi bir misyon görevi olduğunu düşünüyor,
elimizden geldiğince birşeyler yapabilmek için canla başla çalışıyoruz.
Ürgüp’ün turizmle kimlik
kazandığını unutmaz isek, yanlışlar yapmayız.
Saygılar sunuyorum." (İsmet Aksoy, 21.04.2004)
Nihat AKSOY
TURİZMDE YANLIŞLARIMIZ VE YAY GÖLÜ “KUŞ CENNETİ”
TURİZMDE YANLIŞLARIMIZ VE YAY GÖLÜ “KUŞ CENNETİ”
Başladığınız bir işte en
önemli olan şey, doğruları bulmaktır. Eğer doğruları bulamazsanız
hedeflediğiniz, planladığınız işlerde başarılı olamazsınız. Zaman
kaybedersiniz, ortaya maddi olanaklarınızı koymuşsanız başarısızlık yüzünden
tüm varlığınızı bitirirsiniz. Biz devlet ve millet olarak bugünkü çağdaş
dünyada yerimizi almıyorsak bunun nedeni doğruları tam aramadığımızdandır.
Bugüne değin, “Ne gelirse bahtıma” prensibiyle sintoist felsefe, yani
ecdadvari felsefe bizleri hedeflediğimiz işlerde daima bocalamaya,
başarısızlığa götürmüştür.
Turizmde yaşadığımız bugünkü
durum, bunun en açık örneklerinden sadece bir tanesidir. Ta başlangıçtan bu
yana, yani turizme gönül verdiğimiz yıllardan bu tarafa hep “patladı,
patlayacak” hayaliyle yaşadık, durduk. Patlayacak matlayacak derken arkamıza
bakınca anladık ki, bir arpa boyu yol almışız. Neden patlamadı? Çünkü biz
hedefi tam belirleyemedik. Turizmde ilk yapmamız gereken işi ta sonlara attık.
Onun parasını düşündük. Ondan gelen günlük kazançlar yarınları düşünemez etti
bizleri. "Nasıl olsa geliyor" diyerek kendimizi rehavete, rahatlığa
verdik. Turisti bize taşıyan cazibeyi ve nesneleri göremedik. Cazibenin yahut
kerametin kendimizde olduğunu zannettik.
Oysa, turizme başladığımız
zaman onları buraya yani KAPADOKYA’ya taşıyan tarihi ve doğal değerlerimizi
korumalıydık. Ürgüp ve çevresindeki kilise, manastır, şapel ve kaya barınakları
korumak, onarmak sonra da ziyarete açmak için örgütlenmeli, dernekler
kurmalıydık; pansiyon ve otellerden önce var gücümüzü o yönde kullanmalıydık.
Ama gel gör ki, her işte olduğu gibi bunda da yanlış yaptık. Kimbilir? Belki de
bunları isteyerek yaptık.
İtalya'ya 60 milyon turist
gidiyor. Yıllık turizm gelirleri 22 milyar dolar. Nüfusu 60 milyon olan
İtalya, bizim ihracatımızı aşan bir geliri sadece turizmden elde ediyor. Çünkü
orada da bizdeki gibi Roma, Bizans sanatı var. Ayrıca Rönesans ustalarının
sanatı var. O halk sanatı seviyor,
koruyor onlara göz nuru gibi bakıyor. Tablolar, freskler etkilenir diye,
ziyaret ettiğiniz müzelerde bırakınız başka önlemleri, ses düzeyini kontrola
alıyor ve titreşimlerin yapacağı hasarı dahi düşünüyor ve zararı önlüyorlar.
BİZ NE YAPIYORUZ?
Aynı kalitedeki Bizans kaya
kiliselerinin çok az paralarla korunacağını bile bile sırf turizm yapıyor
görünmek için, milyarlarca liraları otel, lokanta, kamping, bar ve daha başka
yerlere harcıyoruz. Ama, söz konusu tarihi eserlerimiz, değerlerimiz olunca,
100 bin lira için bile elimiz cebimize gitmiyor. Bugüne kadar varlığını dahi
fark etmediğimiz kiliseleri, bırakınız korumayı kaderine terkediyoruz. En kolayından
onları korumak için demir kapılar dahi yaptıramıyoruz. Akılsız, geri kafalı,
eski eser düşmanlarının eline bunları baka baka terkediyoruz. Onların acımasız
tahribatına göz yumuyoruz. Kiliselerden ayrı turisti bize taşıyan, turizmimizi
besleyen doğayı, yaban hayatını acımasız insanlara, avcılara, avcılık değil
kıyım yapan kişilerin insafına terk ediyoruz.
Kısaca, ne tarihten, ne
doğadan, ne yaban hayatından anlamıyoruz. Sadece “biliriz” deyip bilgiçlik
taslıyoruz.
YAY GÖLÜ HİKAYESİ
Erciyes'in güney kesiminde bir sulak alan
var.
Belki de duydunuz. Adı YAY GÖLÜ ve SULTAN
SAZI. Bir zamanlar çok değil, daha geçen yıllara kadar yüzbinlerce göçmen kuş
türü flamingo, pelikan, kaşıkçı, balıkçıl, kaz, ördek, su çulluğu cinsinden
milyonlarca kuş yaşıyordu. O yıllar Yay Gölü’nü görenler gözlerine
inanamıyorlar, sanki cennette yaşıyorlardı. Yay Gölü'nün bir yaban hayatı
harikası olarak ilelebet korunması gerekiyordu. Yani kuş rezervi yönünden
Afrika’da ki Viktorya Gölünden sonra ikinciye geliyordu. Gel gör ki, bizim
kendi bölgemizde yaptığımız yanlışı Devlet Su İşleri hiç hesap kitap yapmadan
Yay Gölünde yaptı. Su rezervinin bulunduğu Yay Gölü’nün ucundan kuzeye
Kızılırmak yönüne tarımsal yerler açmak ve bataklığı kurutmak bahanesiyle su
boşaltma kanalları açtı. Kanallar açılırken uzmanlara ekolojik denge hesapları
yaptırılmadı. Sadece mühendislik çalışmaları yapıldı. Kuşları besleyen organik
maddeler vardı Yay Gölünde. Kanal açılıp, su kanallara gitmeye başlayınca Yay
Gölü kurudu balıklar böcekler kanallara gitti. İşte o zaman doğal ortam
bozuldu. Bir zamanlar milyonlarca su kuşunun göğü kapattığı sesli ortam
bozuldu. Bir doğa harikası yok oluverdi. Şimdi belki orada ayağı ve kanatları
kırık bir kaç kuş yaşıyor.
Birçok turizm acentası her
gün o tarafa tur düzenlerken sonuçta bu gölü hiç yokmuş gibi göstermeye
başladılar. Yay Gölünde neler, ne için yapıldı? Yapanlarda anlayamadan bir
doğa harikası, bitmiş, bitirilmiş oldu.
İsmet AKSOY 1994
ÜRGÜP VE NECDET GÜNER
NELER YAPTI?
Bugüne kadar
Ürgüp'te bazı çalışmalar oldu, kitaplar yazıldı. Bazı kültürel etkinliklerde
bulunuldu, ama hiç kimse bunları yaparken, Ürgüp’ü bugünkü duruma getirenlerin
başında turizme hem varlığını, hem de
kafasını, en hazini hem de bedenini harcayan değerli insanımız Necdet
Güner’e yer vermedi. Belki birşeyler karalayanlar onu tam olarak
tanımadıklarından mı nedir, anılmasına olanak vermediler. Tabii ki hiçte iyi
etmediler. Şayet neşredilen o yapıtlarda Güner anılsa idi eserleri daha bir
anlam kazanır, onun turizmde yaptığını bilen Ürgüplü vefalı, vefasız dostları
takdir ederler ve de memnun olurlardı. Her neyse ben, turizm uğraşısında baştan
sona onunla birlikte olmak mutluluğunu duyan birisi olarak bu yazımla onu
anmaya çalışacağım.
Necdet Güner
(Usta) kimdir? Ne yapmıştır? Biz onun biyografisini bir kenara bırakalım.
Ürgüp’te efendiliği ve çevresinde sayılan, sevilen kişiliği olan mütevazi,
çalışkan, hatırlı insan. PTT müdürü Ali Bey’in oğludur. O iyi bir aile
ortamında yetişmiş, Ürgüp’ü ve Ürgüplüyü derinden seven, bu arada sanayi
çaşısında tamircilik ve demircilik yaparak babası gibi çalışkanlığı sayesinde
parasal birikim sağlayan Ürgüp’ün kalburüstü esnaflarından birisiydi. Necdet
Usta turizme başlamadan önce hayli varlığa sahipti.
1960-62
yıllarının Ürgüp’ü adeta yokluklar Ürgüp’ü idi. Nüfus 5500-6000, birkaç han,
hepsi elli yatağı geçmeyen sırf pazarcılar için hazırlanmış iki otel,
birkaçının dışında alelade lokantalar ve pide fırını, hepsi bu kadar. Her
cumartesi kurulan pazar için etraftan gelen satıcılar otel bulamıyorlar, düzensiz
han odalarında uyumaktansa açık havaya çekilip üzerlerine aldıkları bir tür
keçeden yapılan yamçıyla sabahlıyorlardı. İş hayatı yok denecek kadar azdı.
Esnaf her cumartesi kurulan pazarı dört gözle beklerdi. Güçlü esnaf yoktu.
Biraz palazlananlar da büyük şehirlere gidiyorlar, bir daha da dönmüyorlardı.
1952’den bu
tarafa, Ürgüp, çalışkan belediye Başkanı
Ali Baran Numanoğlu sayesinde yapısal bir değişiklik geçirmiş, birçok yeni
binalar, dükkanlar ve konutlar yapılmıştı. Ama kıt kanaat geçinen insanlar
krediyle aldıkları mekanların vadesi dolan paralarını ödemeyince hepsi eski
evlerine geri dönmüştü. Halı üretimi ve tarım, insanları zengin etmiyor, sadece
yaşatıyordu, yeni yeni olanaklar yaratılmalıydı. Ürgüp ancak o zaman Ürgüp
olacak, tarihte ki yerini alacaktı.
Birkaç yıldan bu tarafa yani 1960’dan önce
pazarcıların dışında Ürgüp’ün hiç alışık olmadığı insanlar küçük gruplar
halinde Ürgüp’e gezmeye geliyorlardı. Bunlar batılı seyyahlardı, yani
turistler. Tipik özellik taşıyan bu insanlar Ürgüp ve civarını geziyor,
görüyor, akşam Ürgüp’e dönünce halkla iletişim kuruyorlardı. Çarşıya çıkan,
halkla anlaşmaya çalışan insanlar; “Çok güzel bir yöreniz var, bu tabiat
dünyanın başka bir yerinde yok. Kaya barınaklar ve kiliseler sanat harikasıdır.
Eksikleriniz çok, hazırlanın, burası dünyanın en önemli turizm merkezi
olacaktır. Dinleneceğimiz oteller, iyi ve temiz lokantalar yapın, geleceğiniz
çok parlak.” diyorlardı.
İşte Necdet Usta tam o günlerde Ürgüp’ün geleceği
için kafa yoranların arasından sıyrılarak ortaya çıktı. Tabii ki herkes turizm
düşünmüyor, bazıları üretim sahaları, yani fabrika kurulması gereğini ortaya
koyuyorlardı. Ürgüp’e yapılacak her hizmette, yani bu gelen yabancılara
hizmette “ben varım arkadaş” dedi. Hem aklını, hem de “her şey Ürgüp için”
sloganıyla ortaya maddi olanaklarını da koyarak kolları sıvadı.
NELER YAPTI?
Neler yapmadı ki? İlk önce
bir gazete çıkarmaya başladı, yani yabancı seyyahlar Ürgüp'e gelip
gidiyorlardı, adı “Turistik Ürgüp” gazetesi olabilirdi. Sonra onunla, uyardığı,
bilinçlendirdiği insanlarla "Ürgüp’ü Tanıtma ve Turizm Derneği"ni
kurdu. çarşının orta yerinde kiraladığı dükkanı Enformasyon Bürosu yaparak
gelen yabancılara parasız bilgi verecek
yer hazırladı. Gazete etkinliğini kullanarak ve dilekçe üstüne dilekçe yazarak,
Göreme'yi bugünkü statüye kavuşturdu. Yani açık hava müzesi haline getirdi.
Dernek çalışmaları yoğun bir
şekilde sürerken, Necdet etrafına aldığı bilinçli kimselerle, durmadan o günkü
“Tarih ve Tabiat Güzelliği Ürgüp’ü Görünüz” Ürgüp turizminin Anadolu'ya açılan
tek kapısı (tarih, tabiat her şey Ürgüp'te var…) sloganını lanse etme
uğraşısını verdi.
Turizme inanmayan, Necdet ve
ekibine karşı çıkanlara da bir slogan vardı. “Her şey Ürgüp için, Peri bacaları
diyarını görünüz” yahut “hoşgeldiniz” v.s.
Necdet çok çalıştı,
çalışmaları saymakla bitmez, kitaplara da sığmaz. Yine bir sabah kamyonetinin
kasasına alışık olmadığımız sac levhalar
yerleştiriyor, yanında çalıştırdığı Mahir Usta’ya Ürgüp'le ilgili yazılar hazırlatıyordu.
Nedenini sorunca, "yarından tezi yok, Ürgüp'ten başlayarak Edirne'ye kadar
tanıtım gezisine çıkıyorum" dedi. Her çalışmasının semeresini görüp,
Ürgüp'e akın başlayınca o yeni fikirler ortaya atıyor ve tanıtımı başarıyla
yürütüyordu. Ürgüp'te ilk turistik
amaçlı ve kaliteli Peri Hotel ve sonra Pınar Otel'i yaptı. Şimdilerde ki dinsel
bağnazlıkları görünce Necdet Usta'nın yaptığı musluklardan
şarap akıtma
işini düşününüz. Bizi ayrı perspektiften gören, Avrupa ve Amerika'da yaptığı
etkin ve küçümsenmeyecek tanıtımı gerçekleştirdi.
O aynı zamanda çok cömertti.
Ürgüp'e dolaylı yoldan yardımı olan insanlar onun otel ve lokantasında yer
içer, hesap ödemeye gelince para almazdı. Nedeni sorulunca da cevabı hazırdı:
"Herşey Ürgüp için." Parası az öğrenci turistleri Necdet Usta gerekirse
işini, gücünü bırakıp arabasıyla Göreme'ye karşılık beklemeden taşırdı.
Ürgüp büyümeye başladı.
Oteller, pansiyonlar birbiri ardına açılıyordu. Tabii ki her yeni açılan
tesisler yenilikler getiriyor, Ürgüp'e yeni şeyler kazandırıyordu. Ürgüp'teki
yoğun hareket, çevre kazaları, hatta illeri kıskandıracak düzeye gelmişti.
Bütün bunlar, aydın ama her
yeniliğe kucak açan anlayışlı Ürgüp halkının, desteği sayesinde gerçekleşti.
Necdet, başlangıçtaki idealini hiç değiştirmedi. Kafasındaki Ürgüp’ü yapmaya
çalıştı. Son zamanlarda dilinden düşürmediği bir sözü vardı. Çevresindekilere
“Ben Ürgüp'e kendimi adadım, varlığımı ortaya koydum, ya Ürgüp Ürgüp olacak,
yahut ben sanayiye geri döneceğim. Elimden belki varlığım gider ama, çekicim ve
sanatım elimden düşmez.” bu sözü bir turizm olayının gerçekleşmesi mi, yoksa
bir mutluluk ifadesi miydi? Anlamak zordu...
Onu son defa, Emmi'nin lokantasının önünde turizmde olumsuzluklar
yaratan esnafa kızarken gördüm. “Bak arkadaş, bizim yaptıklarımızı ne hale
getiriyorlar, korkarım bu yüzden tekrar onarılmayacak yaralar alacağız,
çalışmalarımız boşa gidecek” diyordu.
Ürgüplü kadir kıymet bilir ve de vefalıdır. Bu vefalı yönünü de, Sanayi
Çarşısı 2. caddesine “NECDET GÜNER CADDESİ” adını vererek bir nebze olsun
borcunu ödemiştir.
Seni tanıyan kuşak asla unutmayacaktır. Rahmetin bol olsun NECDET GÜNER…
İsmet AKSOY -1995
NASIL BİR TURİZM
Çağdaş insan yaşamak için kafası ve bedeni ile çok çalışmakta, yoğunlaşan
nüfus ve düzensiz hayat şartlarından bulunduğu ortamda biraz da çevre
kirlenmesiyle oldukça bunalmaktadır. İnsan eğer bedensel bir
yoğunluk içindeyse, tabii ki vücudu, zihinsel bir çalışma ortamında
bulunuyorsa, kafası yorulmaktadır.
Durmadan ve aralıksız çalışma ihtiyacı içinde olan bilgi çağı insanı,
zihinsel ve bedensel yorgunluğu atıp vücudun sağlık ritmini bütünleştiremediği
sürece, verimli olamamakta ve temposu yavaşlamaktadır. Bu olgu, ruhsal
sıkıntılar biçiminde ki örneğin; ruhi bunalım, depresyon sinirsel aşınma
"sürmenaj" mide rahatsızlıkları vs. şeklinde ortaya çıkmakta, sürekli
verimlilik arayan toplumlarda dinamik gücü aza indirgemektedir.
İlimde, bilimde, teknolojide üstünlük sağlayan çok gelişmiş ya da
gelişmekte olan ülkelerde, sosyologlar ve sağlık uzmanları kendi ülke
insanlarına dinlence zamanı olarak verdikleri izinlerini iyi ortam yaratılan
yerlere ve ülkelere gitmelerini önermekte, hazırladıkları kitap ve broşürlerle
vatandaşlarını yönlendirmektedirler. Üstelik kredi şeklinde parasal destek
sağlayarak tatillerini kolaylaştırmaktadırlar.
İletişim olanakları, hayat
standardı yükselen, bilgisi durmadan artan yorgun insan dar bir mekanda ve
bulunduğu ortamda dinlenme zorluğu yaşamaktadır. En iyi ve hızlı dinlenme şekli
insanın geçici bir süre bulunduğu ortamdan ayrılmasıyla mümkün olmaktadır. Bir
de insanın doğasında var olan gezme, görme, araştırma tutkusu yukarda anlatmaya
çalıştığımız olaylarla birleşince günümüzde vazgeçilmez bir sosyal yaşam biçimi
haline dönüşen, aynı zamanda, kurumsallaşan bir olgu ile karşı karşıya
bulunuyoruz ve biz buna "TURİZM" diyoruz.
Bütün bunları anlatırken turizm tarihinin yeni olmadığını insanlığın
doğuşuyla başladığını bilmemizde fayda vardır. Dinlerce de yolculuk kutsallık
taşımaktadır. Yüce dinimiz İslam, gezmeye, görmeye, öğrenmeye çok büyük önem
vermiştir.
Gelenek ve görenek olarak benimsediğimiz konukseverlik toplumumuzca bu
yüzden çok değer taşımaktadır. Ankebut suresi 20'nci ayeti insanları yeryüzünde
seyahat edip yaratılış mucizelerini görmeye, araştırma yapmaya çağırmaktadır.
Burada şu anlaşılmalıdır, insanlara
dinen verilen seyahat özgürlüğü vardır. Bu da turizm olayının insanlarımızca
haklı olarak benimsenmesi gerektiğini ortaya koyar.
Turistlerinde
bilmesi gereken konular vardır. Örneğin turist, kabul eden topluluğun töre,
inanç davranışlarına karşı anlayış göstermeli, doğal kültürel değerlerine saygı
duymalı, yasaların öngördüğü koşulları daha o ülkeye girmeden öğrenmeye
çalışmalıdır. Turisti karşılayan halkın misafirperverlik, incelik, uyumlu
insancıl ilişki göstermesi gereklidir. Yerleşik halk, bunun bilincindedir.
Aynı özveriyi karşısındaki müşteriden bekleme durumundadır.
Turizmde çok değişik ilgi
alanları vardır. Bilimsel kuruluşlarca dünyada bugüne değin yapılan anket ve
araştırmalarda 50'den fazla turizm çeşidi olduğu anlaşılmıştır. İleri ülke
insanları dinlenmek, zindelik kazanmak için henüz kirlenmemiş denizlerin olduğu
ülkelerdeki yerleşim bölgelerine gitmektedirler. Dinlenmek için, son yıllarda
önem kazanan bir başka turizm çeşidi de “YAYLA”
yahut “DAĞ” turizmidir. Biz bunu
doğaseverlerin ilgi alanı kabul edersek tümüne ekolojik turizm şeklinde
yaklaşabiliriz, kısaca Ekoturizm'dir. Sırf tarihi yerleri dolaşmak aynı
zamanda alışveriş yapmak amacıyla hazırlanan Turizm "Master"
turizmdir. Tabiatıyla insan alışveriş yaparak ta dinlenebilir.
Kendi ülkesi dışındaki başka
ülkelerdeki yaban hayatını, bitki örtüsünü inceleyip araştıran “botanik bilimi”
vardır. Bu tür araştırma yapan gruplarca tarihi yerler fazla önem taşımamakta
onlar, daha çok çevre turizmi yapmaktadırlar. Benim bugüne değin ilgimi çeken
bir değişik sosyolojik oluşum vardır. Çok ileri bir ülke olmasına rağmen farklı
anlayışlarıyla potansiyel müşteri olarak önemsenmesi gereken Japon
turistlerdir. Bu ülke insanları dinlence olarak deniz kenarlarını plajları
tercih etmemektedirler. Onlar diğer Avrupa, Amerika insanının aksine,
tatillerini alışık olmadığımız zamanda kışın yapmakta, vakitlerinin çoğunu
müzelerde geçirmektedirler. Avrupa ülkeleri bu olayı keşfetmişler müzelerini
en mükemmel hale getirmişlerdir. Gerek İtalya, gerek Fransa bu sahada
Japonlardan büyük gelir elde etmektedirler. Zira, kışın deniz turizmi yapılma
olanağı olmadığına göre, Avrupa’daki yoğun japon müşteri sadece müze
turizmiyle ilgilenmektedir. Bu akımı bizde yavaş yavaş başlatmalıyız.
ANCAK HAZIR DEĞİLİZ
Henüz hazır değiliz.
Ürgüp’ümüz bu konuda örnek olmalı ve müzesini genişletmelidir. Arkeolojik,
etnografik değerlerin yanında halı, kilim, el sanatlarlarımızdan oluşan, yine
bugünkü yerinde, kadrosuyla birlikte Kayseri yoluna doğru uzatılmış ve
genişletilmiş müze Ürgüp’e çok şey kazandıracaktır.
Bu konu son yıllarda gündeme
gelmiş, konuşulmuş, sadece lafla yetinilmiştir. Müzenin inşaası, büyütülmesi
çağdaş müzeciliğin uygulanması Ürgüp’te turistin kalma gününü uzatacaktır.
Bir diğer konu, turisti inşa
ettiğimiz modern olan binaların arasında dolaştırıp onların bir dakikasını dahi
alamayız. Çevre kirlenmesinin temizlenmesi bizim dışımıza taşıp hükümet
politikası olmuştur. Ancak bizim yapacağımız şeyler vardır. Hemen tümüyle
ülkemizde görülen kirlenmenin önemsenmesi, üzerinde düşünülmesi gereken çok
önemli sorunlarımızın başında gelmektedir. Umarız turizm kuruluşlarımızın
gündeminden bu olay düşmez. Zira bilmeyerek çok şeyler kaybederiz o zamanda iş
işten geçmiş olur.
KAYNAKLAR
Çevre ve Ekoloji: Mine
Kışlalıoğlu - Dr. Fikret Berkes
Kelaynak DHKO. Kıyı Yönetimi
Bölümü
Süleyman Ateş, Milliyet
“Kuran’da insan hakları”
T. Seyahat Sosyolojisi - Robert LANQUAR
İsmet AKSOY- 1995
ANILARLA ÜRGÜP
KAYNAKÇA
1950'lilerin Ürgüp’ü unutulmaz güzellikte idi. Cumhuriyet meydanından
yukardaki Büyük Selçuklu Camii doğrultusundaki sıra sıra dükkanlarda sanatın en
güzeli yapılıyordu. En güzel at koşumları, tabii cıncık boncuk süslemeleriyle,
en dayanıklı çivili yemeniler, ayakkabılar, lapçınlar buralarda üretiliyordu.
Esnaflık, Ahilik ve Lonca dayanışması içerisinde buralarda değişmez ticari
ahlak kurallarına harfiyen uyuluyordu. Ustalık çıraklık geleneği içinde yetişen
nice yetenekli ustalar vardı. Ismarladığınız şeyler için en az üç ay
beklerdiniz. örneğin; Nenfer Ustayı kim unutabiliyor? Onun yaptığı ayakkabıları
kullandıkça “Yahu neden eskimiyor, bari eskise de yenisi ile
değiştirsek” demeden edemiyordunuz.
Ürgüp evlerindeki tezgahlarda şalvarlık için yapılan ince çuha kumaşlar,
belki de ipek dokumalar hala bazı evlerden bu tezgahlar çıkıyor. Atlar için
yapılan eğerler, semerler, palanlardaki estetiği, sağlamlığı yurdun başka hiç
bir kesimindeki ustalar yakalayamadılar. Yani o günlerde her evde bir kaç at
ve merkebin bulunduğu yurdumuzda Ürgüp'te yapılan hayvan takımları aranılan
şeylerdi. Büyük Selçuklu Camii önündeki dükkanlar eğlence yeri değildi.
Selçuklu geleneğinin yaşadığı bir üniversite özelliği taşıyordu. Kayseri-Konya
ikilisi içerisinde ibadet için büyük camiye gelip gidenin aydınlandığı, feyz
aldığı, gerçek İslam’ı ehlinden öğrenip Konya ve Kayseri'ye
taşındığı ilim merkezleri idi.
Hacı Kurralar, Müderris Hacı Hüseyinler, Kutup Hocalar, Menzilciler,
Arpacızadeler, Ama Hocalar, Erenler, Yahya Efendiler, hep bu ocakta, Selçuklu
Camii ve Medreselerinin bulunduğu yerde yetiştiler. Mevlana'nın hocası, Seyyid
Burhanettin muhtemeldir ki; Konya'dan Kayseri'ye gidip dönerken Ürgüp'te
konakladı. Dost meclislerine katılıp feyz alıp verdi. Çünkü Konya yolu üzerinde
kervan güzergahı Ürgüp'ten başka bir yerden geçmiyordu.
Ürgüp, halı üretiminin
merkezi durumunda idi. Mahalle aralarından geçerken, evlerin girişinde havadar
ve rahat çalışma ortamının yaratıldığı mekanlarda kurulan halı tezgahlarından
taşan tarak sesleri sokakları sallar, ister istemez o yöne bakar, hep
güzellikleri görürdünüz. Eli kınalı, gözü sürmeli kızlar, gelinler, ilmikleri
bir makina çabukluğu içinde herbiri aranan büyük sanatsal değer taşıyan Ürgüp
halılarını üretirlerdi.
Ağtepe, İbici, Ulaşlı
kesiminden getirilen, mevsiminde altın gibi kızaran parmak ve çavuş üzümü,
küfelerindeki salkımları ister yiyin, ister yemeyin seyretmek bile yeterli idi.
Cömert Ürgüp insanı hem halı dokuyanlar, hem de gelip giden konu komşu
nasiplensin diye sepetleri hemencecik evin iç kesimlerine taşımazlardı.
Kızların çabuk evliliği iyi halı dokumasına bağlı idi. Yani kız iyi halı
dokursa aranılan eş anlamına geliyordu. Bugünkü Cumhuriyet meydanı etrafında
dükkanlar ve bedestenler vardı. İki ayrı bedestende manifaturacılar, attarlar,
terziler faaliyet gösteriyorlardı. Ürgüp'te yetişen terzi kalfaları Ankara ve
İstanbul'un aranılan vasıflı ustaları idiler. Tabii demirciler de öyle. Ürgüp
nüfus yoğunluğu olmamasına karşın bir üretim merkezi idi. Halı üreten evlerden
çıkan ve halı pazarında satışa sunulan halılar her hafta nerdeyse bir kamyonu
dolduracak kadar çoktu. Tüccarlar Ürgüp'te dokunan halıları kapışır, kimse
onları pazardan eve geri taşımazdı. Yani muhakkak müşteri bulurdu. Desen ve
nakışlardaki güzellikler insanı şaşırtır nitelikte idi. Halil Ağaların, Alaman
İsmail'in, Civillerin yaptığı Orta Asya, Azerbeycan motifli, Kafkas
halılarının motifleri, zor şartların hüküm sürdüğü o günkü durumda nasılda
Ürgüp'e taşınıp yöre halısına uyarlanmıştı. Doğrusu şaşmamak olası değildir.
Ben hep düşünmüşümdür. Neden Saruhan gibi en güzel Kervansaraylar bu kesime
kuruldu? Cenovalı tacirler, batılı tüccarlar Saruhan'a kapağı atıp Ürgüp'ten
Avrupa'ya taşıdıkları malları, halıyı, çuha dokumayı, ipeği “ÇİN'den
getiriyoruz” diyemezler miydi? İpek yolu ve Çin'in adı vardı. Elbette oraya
gidiliyordu. Ama o günkü Anadolu ve de Ürgüp, bilimi ve sanatıyla arka planda
değildi.
Bizim en tatlı anılarımız
kayaların arasında kurulu bu sihirli mekanda şekillendi. Temenni Tepesi'ne
yaslanan Hüseyin Akdeniz'in kayadan oyma kahvesinde oturak alemini anımsatacak
konserler düzenleniyordu. Kemani Kenan ustanın sanat müziği konserlerini
Mualla’nın oryantal dans gösterilerini, yeni bıyığı terlemiş delikanlılar
heyecanla bekler o günün gözde şarkılarını hep bir ağızdan söyleyerek kaya damı
neşeye boğardık. Hele Yıldız siyecindeki mayıs başlarındaki Hıdrellez
kutlamaları, bayramlardaki kızlı erkekli duayeri toplantıları ve Cızzak
eğlenceleri bambaşka bir heyecan verirdi insana. Tabii belli günlerdeki
bağbozumu bayramları unutulacak cinsten günler, zamanlar değildi. Hele
hanlardaki kahve alemleri, nargile sofaları, Ali Ağaları Kayıkçı dedelerin
fırında nar gibi kızartılan ve Arife gününe hazırlanan baklavalar, iyi komşuluk
ilişkileri içindeki aileler arasında karşılıklı hazılanan kıymalı pideler. Sonraları
ticari şekle dönüşerek Ürgüp dışına taştı ama Ürgüp kıymalısını yakalayamadı.
Ürgüp han ve kahveleri tavlada büyük oyuncularını da yetiştirdi. Hasan Hüseyin
Ağa'nın basık tavanlı han odasına 66, prafa ve tavla partilerini bilenler hala
anlatır durur. “En iyi oyuncuyum” diyen ve öğünen ustalar, geleneksel tavrıyla
iyi oyun oynayabileceği dahi düşünülemeyen Niyazi'nin Mehmet Ağa'nın önünde
sapır sapır dökülürler, aldıkları yenilgi karşısında “Ben aklımı mı kaybettim
acaba?” diyerek akıllarını başlarına toplamaya çalışırlardı.
İsmet AKSOY-1995
BİR BAŞKA GÖREME
Pancarlı kiliseleri
Pancarlı, Sarıca, Kepez
kiliseleri turizmin tüm çevrede yayılması dolayısıyla hareket alanı daralan ve
verimi düşen Ürgüp turizmine Göreme kaya kiliselerinin etkisini sağlayacak
yegane kaya kiliseleri Pancarlı kiliseleridir.
Varlığı yıllarca gözardı
edilen ve bir tesadüf eseri 6 yıl önce yeni alınan bir fotoğraf makinasının
deneyimi için bir arkadaşla doğal görünümlü yer arayışına çıkıp karşılaştığımız
bu enfes kaya kilisenin yerini ilgili yerlere bildirip yol açılmasını
sağlamamış olsaydık, bu kiliseler bu gün bile korsan turizmciler tarafından
insaf ölçülerini aşan bir şekilde, acılmasızca kullanılıyor olacaktı. Söz
konusu kiliselerin turizmin başlangıç yılları olan 1960'larda ortaya çıkarılıp
tanıtılamaması yüzünden Ürgüp turizmi burada sayılamayacak kadar büyük zararlara
uğramıştır. Bu zararın onarılması ise hayli güç görünmektedir.
Ürgüp’ün güney kesiminde
Mustafapaşa yolu üzerinden 6 km. gidildiği takdirde, kiliselere ulaşılmaktadır.
Ancak, Cingili bayırdan Karahandere yolu ile mesafe kısalmakta, yol 3 km.ye
düşmektedir. Hakim bir tepe üzerinde kayalara oyulan Pancarlı kilisesinin
bulunduğu yer, Ürgüp kesimini de içine alan panoramik bir manzaraya sahiptir.
Denilebilir ki bu kilise mimarisiyle, fresklerdeki renk zenginliği ve mükemmel
konumuyla Kapadokya kaya kiliselerinin en görkemlisi durumundadır. Bu
kilisede iki oluşum göze çarpmaktadır. Birincisi, Hristiyanlığın ilk
yıllarında kaya içine oyulan ve sadece basit çizgiler ve kapı üzerine Kapadokya
kiliselerinin hiç birinde olmayan kitabeyle süslenen ilk kilise, ikincisi ise
resim yasağının sona erdiği ikonalı ve resimli kilisedir. Her iki kilise küçük
bir kapıyla içerden birleştirilmiştir. Küçük kilise muhtemelen 3.üncü asırda
inşa edilmiştir. Şayet Kapadokya kaya kiliseleriyle ilgili bilimsel çalışmalar
ve araştırmalar yapılmış, Pancarlı ve kayalara gizlenen Sarıca kiliseleri
görmezlikten gelinmiş ise, araştırmalar sağlıklı değildir. Zira çözülemeyen
kitabe tarihi gerçeklere ışık tutacak niteliktedir.
BU KİLİSELER TANITILMIYOR.
Ürgüp'e yakınlığından dolayı pasan
turistlerde bağımsızlık yaratır ve kontrol azalır düşüncesiyle Ürgüp içinde
faaliyet gösteren turizm kuruluşlarınca görmemezlikten gelinen, kataloglarda ve
gezi planlarında gösterilmeyen bu 4 kilisenin saklanması ya da anılmaması kısa
vadede kazançlı görünebilir, ancak bu Ürgüp turizminin geleceği açısından çok
zararlıdır.
Pancarlı, Sarıca, Kepez
kiliseleri bir bütün olarak düşünüldüğünde Göreme’ye eşdeğer bir açık hava
müzesi olması Ürgüplü turizmcilerin bilinçli çalışmasıyla başarılacaktır.
Yerleşim yerine yakınlığı dolayısıyla okullarda yabancı dil eğitimi gören
gençler, bu kesime yaya giden ziyaretçiye eşlik ederek, hem gelen yabancılarla
tanışacaklar, hem de yabancı dillerini pratik olarak geliştireceklerdir. Ayrıca
turizmciler kısa mesafe yürüyüş turları düzenleyerek Ürgüplüler Derneği'nin
amacına uygun şekilde Ürgüp turizmine canlılık kazandıracaklardır.
Şurası unutulmamalıdır ki,
kiliselerin Göreme konumuna gelmesi için gereken önem verilmelidir. Pancarlı
kilisesinin etrafında bulunan en az 10 hakim tepeden bir tanesi Kanlıkaya,
Pancarlı’yı gözetim altında tutuyor ve o dönemde
buranın güvenliği sağlanmaya çalışılıyordu. O hakim tepelerde yine kayadan
oyulmuş evler, odalar, ilginç gözetleme yerleri vardı. Koruma yerlerinin
çokluğu burada Göreme yöneticilerinin yani
baş rahibin sürekli kaldığı izlenimini vermektedir. Etraftaki hayvan
ahırlarının, konaklama ve mutfak yerlerinin çokluğu bu düşüncemizi
doğrulamaktadır.
Sonuç olarak Ürgüp'te
turizme gönül verenler ve bu sahada çalışanlar ta Aksaray dolaylarındaki
köylere ve tuhaf isimle anılan vadilere tur düzenleyenleri uyarıp Pancarlı'nın
varlığını onlara hatırlatmalıdırlar. Ürgüp'te 150 senelik yıkılmış bir kiliseyi
kaybedilmiş hazine olarak, düşünenler, eğer yakınlarında ikinci bir Göreme’nin
varlığını bilmiyorlarsa, sözkonusu yerlere gidip Pancarlı’nın Kapadokya'nın
kalbi durumunda olduğunu bilmelidirler.
İsmet AKSOY-1995
Bir doğa mucizesi Ürgüp
Kalpaklı Kayaları
İlkbaharın başlangıcında yağmurun verdiği ıslaklıkla renk tonları biraz
koyulaşarak, eğer yaz ayları kurak geçmişse ki; genellikle öyledir, grileşen
renk tonlarının açıldığı ve Ürgüp beyazına dönüştüğünü hayretle görüyoruz.
Kayaların ve Doğal ortamın; güneşin dönüşüne bağlı olarak da ayrıca panoramik
başkalaşım armonisi vardır. Hele, mayıs ve haziran aylarını içine alan zaman
dilimi içinde doğa, yabani çiçeklerle bir yeryüzü cennetni andırmaktadır.
ÜZERİNDE YAŞADIĞIMIZ ÜRGÜP BÖLGESİ
TARİHİ
Adıyla Kapadokya diye anılan
bu bölgenin doğal oluşumu, Dünyanın hiç bir yerinde eşine rastlanmayan bir
güzellik ve ilginçlik taşımaktadır. Volkanik kaya blokların ve bazalt türü sert
taşların rüzgar ve yağmurdan aşınması sonucu ortaya çıkan acayip şekiller,
koniler ve kalpaklı oluşumu ile görünümü muhteşem diyebileceğimiz bir manzara
sergilemektedir.
Bu bölgenin harikulade doğal
oluşumunun övgüsünü duyan başka ülke insanları Ürgüp etrafındaki güzellikler
karşısında adeta büyülenmekte, bir çoğu tekrar tekrar Anadolu’ya gelerek,
değişik zamanlarda aynı heyecanı duymaktadırlar. Değişik zamanlar diyorum
volkanik kayaların güzellikleri mevsimlere ve hava şartlarının durumuna bağlı
olarak her an değişmekte, farklı manzaralar ortaya çıkmaktadır. Örneğin; karlı
havalarda bir başka, ilkbaharın başlangıcında yağmurun verdiği ıslaklıkla renk
tonları biraz koyulaşarak, eğer yaz ayları kurak geçmişse ki; genellikle
öyledir, grileşen renk tonlarının açıldığını ve Ürgüp beyazına dönüştüğünü hayretle
görüyoruz. Kayaların ve doğal ortamın; güneşin dönüşüne bağlı olarak da ayrıca
panoramik başkalaşım armonisi vardır. Hele, mayıs ve haziran aylarını içine
alan zaman dilimi içinde doğa, yabani çiçeklerle bir yeryüzü cennetini
andırmaktadır.
İsterseniz volkanik
oluşumların yoğun olduğu kesimlere, örneğin Karahandere mahallesinin arka
kısmına yani Ürgüp Ortahisar arasındaki yüksek tepeciklere çıkan, peri
bacalarıyla Erciyes dağının insana yücelik duygusu veren manzarasını bir görün.
Ürgüp'ün kuzey kesimine doğru 3 km. giderek Ağtepe eteklerinde her türlü canlı
varlığa, insana, kuşa, kurda, kuzuya, aslana, yılana, kartal ve deveye benzeyen
peri bacalarının arasından Ürgüp görüntüsünü izleyin. Tabiatıyla biraz ilerdeki
Devrent vadisindeki volkanik kayaların verdiği gölgeli güzellikleri doyasıya
seyreyleyin. Fotoğraf makinanız varsa, gördüğünüz manzaraları kendi açınızdan
tespit edin ve sonuçta onları dikkatle izleyin, göreceksiniz ki; bu bölgedeki
güzelliklerin misli menendi yoktur ve de eşşizdir. Zamanınız varsa Ayvalı
yolundan Mustafapaşa kasabasının arka tepelerine, oradan Taşkınpaşa vadisindeki
yoğun peribacalarına gidip, oradan Soğanlı vadisine uzanabilirsiniz. Karlık ve
Yeşilöz'den Hodul dağına tırmanın. Çökek kesimine giderek Sarıhıdır’ın
Kızılırmak boylarındaki güzelliklerini görmeye çalışın. Ben nerede ise 45
yıldır bir doğacı olarak bu orjinal doğa güzellikleri turizme faydalı olmak
amacıyla araştırıyorum ve fotoğraf merakım var. İnanın her gittiğim yere her an
değişik zamanlarda tekrar gitmek ve görmek istiyorum. Devletimiz haklı olarak
bu bölgeyi doğal ve tarihi milli park kapsamına alarak bölgenin önemini
benimsemiştir.
Bir
büyük tarihçi, edebiyatçı ve Ürgüp hayranı yazar Doç. Dr. Şadan GÖKOVALI, her yıl bir kaç kez İzmir’den Ürgüp’e
getirdiği gruplarıyla Kızılçukur'dan güneşin batışını izlemiş olmalı ki,
büyüleyici güzellikler karşısında dayanamamış, "Kapadokya" diye başladığı şiiriyle ne de güzel anlatmış
yöremizi:
“KAPADOKYA”
Bir kızıl gül açmış
Anadolu'nun yüreğinde,
Misli menendi görülmüş değil.
Türkmen kızının çeyiz kilimi
güzelliğinde,
Övüldü, övüleli dürülmüş değil.
Yalnız peri bacaları, volkanik oluşumlar,
doğal güzellikler, kayaların zirvesinden eksilmediği dağlar, tepeler, yamaçlar
mı var bölgemizde? Elbette değil. İnsanlığın dünya yüzeyinde yaşamaya
başladığı dönemden günümüze kadar bu bölgede kayalara oyulan mağaralar, evler,
odalar, ahırlar, yeraltı şehirleri, tünelleri, tığrazlar, devrentler,
tapınaklar, bu yolları doğal güzelliklerimizi tamamlayan onları tarihi
yapıtlarla süsleyen nadide zenginliklerimizdir.
Bir değerli arkadaşım
vardır. Başarılı bir öğretmen olduğundan devlet tarafından Türk çocuklarını
eğitmek üzere batı Trakya'ya gönderilir. Bir gün kendisine, isterse, her zaman
düzenlenen turla tepe göz diye anılan mağarayı görebileceği söylenir. Gezme,
görmek meraklısı öğretmen arkadaşım bu tura istenen ücreti ödeyip katılmaya
karar verir. Ertesi gün ülkenin başka yerlerinden gelip mağaraya giden gruba
katılır ve bir tepenin üzerinde mağaraya benzeyen bir yere gelinir. Gruba rehberlik
yapan Yunanlı rehber, mağaranın emsalsiz bir yer olduğunu, tarihi kimlik
taşıdığını anlattıkça anlatır.
Ürgüp doğumlu öğretmen arkadaşım
bu duruma dayanamaz. Yunanca bilen bir Türk'ten yardım isteyerek rehberi bir
köşeye çeker ve sordurur.
“Yahu arkadaş sen ne diyorsun? Burası Kutsal kitaplarda geçen tepe
gözün mağarası mıdır? Sen öyleyse, mağara görmemişsin. Gel bizim Orta
Anadolu'daki Ürgüp ve dolaylarını da gör, orda ne tepegöz mağaraları,
delikleri, tapınakları var. Gör olmaz mı?” der.
Yunanlı rehber arkadaşa, baştan “aman sus, biz Kapadokya'yı, Ürgüp'ü,
kayalarını peribacalarını, mağaralarını, yeraltı şehirlerini hepsini
biliyoruz. Ancak, bu bir turizm olayıdır. Bu yüzden bir hareket yaratıp
geçinmeye, yaşamaya çalışıyoruz, anladın mı?” der.
Ben hep düşünmüşümdür. Bu günkü koşullarda Kapadokya diye anılan bölgede
insanlık tarafından gerçekleştirilen tarihi yapıtların parasal maliyetini
ortaya koysak, ekonomik yönden en gelişmiş zengin ülkelerin ne bilgisi ne
tekniği, ne de parasal kaynakları bu işe yetişmez. Böyle bir eseri yapmaya
insan oğlunun gücü yetmez.
Yüce Yaratan, bu oluşumların üstünde yaşadığımız dünyada var olan tüm
yaratıkların, daha henüz onlar yokken, maketini mi yapmış ve emsalsiz estetik
yaratarak onların uygunluğunu Peribacalarıyla müjdelemiştir. Taş kaya değil
midir, deyip geçmeyelim bu mucize oluşumlar bizim insanımıza Tanrı'nın
hediyesidir. Kıymetini bilelim.
Kurulmuş ve kurulacak derneklerde toplanıp tanıtmaya çalışalım. Onları
yok etmeye uğraşmayalım, korumaya bakalım.
İsmet AKSOY-1995
DİLLERDEN DÜŞMEYEN BİR
TÜRKÜ
“CEMALİM” Ailemin Türküsü
Yıllardan beri çalınan, söylenen ve zevkle dinlenen halkımıza malolmuş Ürgüp’ümüzün adeta sembolu
diyebileceğimiz “Cemal'ım türküsü annem Şerife’yi, babam Hayrullah’ı ve de
benim ailemi ilgilendirmektedir.
Annem Şerife 93 yaşında iken geçen yıl öldü. Ancak 14- 15 yaşında bu
tarafa yani genç yaşından evlenip birkaç yıl mutlu bir hayat yaşadıktan sonra
bir hain tertipe uğrayan sevgili kocası Cemal'i kaybederek bir oğluyla çocuk
yaşta dul kalınca, o günün zor hayat
şartları altında olayın derin etkisinde kalmıştır.
Cemalim türküsü bir ağıttır. Ölen kocasına annem Şerife’nin bir ağıdı.
Anadolu'da onulmaz acılara uğrayan genç ve yaşlı kadınlar kaybettikleri
sevgililerinin başında, şayet ölen gençse ağıtlar daha bir yakıcıdır. Bunun
adına "ağıt yakmak" denir. Etraftakileri üzmemek için ilk önce biraz
kontrol altında tutulan ağıt, olayın ciddiyeti anlaşıldıkça çoğalır, mısralara
dökülür.
Sade ağıtın halk arasında bilhassa kadınlar arasında pek anlamı yoktur.
Tuzsuz çorbaya benzer ve sevgiyi göstermez. Taziye'ye gelenler dışarı çıkınca
olur olmaz konuşurlar, evde yas tutulmadığı söylenir.
Belki ağıtı yakan, olayın etkisiyle nasıl bir türkü yakıldığının
farkında bile değildir. Ama ağıt şayet orada bulunanları etkilemiş ise, bazı
genç kızlar onu teyp kıvraklığı içinde kafalarına nakşederler ve söyleneni
kuşaktan kuşağa taşırlar. Annem Şerife'nin ağıdı da böylece günümüze
gelmiştir.
Ürgüp'ten çıktığımı görmüşler,
Başkadın Pınarına pusu kurmuşlar,
Seni öldürmeye karar kılmışlar,
Cemal’im Cemal’im algın Cemal’im,
Al kanlar içinde kaldın Cemal’im.
Bir ağa oğlu varlıklı ve hatırlı ailenin erkek güzeli oğlu, Cemal'in
öldürülmesi ailenin yaşadığı dere köyleri hemen tümüyle üzmüştür. Çünkü büyük
ailenin akraba ve efradı çoktur. Kalabalık bir taraftarı ve sevenleri vardır.
Ağıt kendi başına yıllarca dilden dile söylenmiş durmuştur. Ne zaman ki babamın
işi şakaya dökerek “herkese bir türkü yaktın ama, bana birşey söyleyemedin”
diye takılması sonucu, mesleği gereği, olaylar, ağıtlar, deyişleri araştıran
Refik Başaran’ın bu ağıdı ilk önce saza, sonrada plağa aktarması sonucu ağıt
ölümsüzleşmiştir.
Bu türkü ilk önce aile tarafından pek ciddiyete alınmamış, usta
Başaran’ın namelere bir sihir ve ahava vermesiyle ağıt popülarite kazanmış ve
hemen herkes tarafından düğünde, dernekte her vesile ile söylenmeye
başlamıştır. Bir müddet dul kalan sonra da babam Hayrullah ile ikinci
evliliğini yapan ve onunla çocuğa kavuşan annem Şerife’nin bu türküyü duyması,
dinlemesi, sonra da üzülmesi doğaldır ki, o günlerde biz çocuksu duygularla
türküyü duyunca pek umursamaz, ancak annemin gözünden süzülen yaşlara bakmadan
da edemezdik. Tabii ağıtların devam etmesi çocukları nasıl etkiler, onlarda ne
gibi sıkıntılar yaratır, bunu anlamak zor değildir. Cemal babamın amcasıdır.
Onun öldürülmesi annem kadar babamı da üzmüştür. Ölen ölmüştür ve yapılacak pek
te birşey yoktur. Bu türkü Başaran yahut başkaları tarafından söylenince tüm
aile bireyleri bir burukluğun içine düşerdi. Annem aradan uzun yıllar geçmesine
rağmen Cemal’i derinden sevdiğini onu asla unutmayacağını, unutmadığını
söylerdi.
Babam da annem Şerife’nin Cemal’e
duyduğu derin bağlılığı anlayışla karşılamıştır. Öyle ki oğullarından
üçüncüsüne, yani benim küçük kardeşime ölen Cemal’in anısına babam tarafından
Cemal adı konmuştur.
Sadece duyuma dayanan, olur olmaz hikayeler anlatılan, zemin ve zaman
düşünülmeden aileyi iğneleyici tarzda çalınan ve söylenen türkünün doğal olarak
annemin duygularına bağlı olan bizleri de üzdüğü olmuştur. Bir Cemal vurulmuş,
iki Cemal’den kalan oğlu Mustafa, birkaç yıl geçmeden hasat zamanı dağ
tarlalarının birinde at tepmesi sonucu ölmüştür.
Mutlu olduğu zamanlarda unutmaya çalıştığı acılar bir türkü ile
tazelenmiştir. Arasıra aile, bu türkünün söylenmemesi, çalınmaması için neler
yapılması gerektiğini araştırmıştır. Ancak halka malolan ve folklorik değer
kazanan türkünün hikayesinin gerçekleri ortaya koyması ve meraklıların
merakının giderilmesi için Sayın Hasan Şahin’in araştırma çalışmalarını tüm
aile anlayışla karşılamıştır.
Ayrıca Ürgüp dergisi yöneticileri bu olayı önemsemişler, derginin ikinci
sayısında ilk ciddi araştırmayı yapan
Sayın Hasan Şahin’in çalışmalarına özel bir yer vererek, türkünün hikayesini
öğrenme çalışan okuyucularını aydınlatmışlardır. Aile bir sıkıntıdan
kurtulmuştur. Zira soranlara bu yazı kaynak gösterilmektedir.
Keşke bu halk türküsü daha baştan yazıya dökülüp,
annem Şerife’ye acı olay olur olmaz zamanlarda hatırlatılmamış olsaydı.
İsmet AKSOY-1996
“BİR ELiN NESİ VAR, İKİ ELİN
SESİ VAR”
Ekip Çalışmasının Önemi
“İnsan toplumsal bir varlıktır.” Bu klasik
cümleyi hemen her fırsatta ve her yerde duyarız. Üzerinde biraz düşününce bu
cümlenin ne kadar önemli olduğunu anlamak zor değildir. Gerçekten insan olmanın
ve birlikte yaşamanın gereğini en kısa anlatımla ortaya koyan bir kitap dolusu
kadar güzel bir cümledir.
İnsan toplum içinde doğar, yaşar ve yine toplum içinde ölür. İnsanın
toplum içinde yaşarken bir takım sorumlulukları ve yükümlülükleri vardır.
Bir içinde yaşadığı topluma başta saygıyı ve en önemlisi birlikte
yaşamayı öğrenmelidir. Çok çalışmalıdır, akıllı olmalıdır, topluma faydalı
olup üretmelidir, tüketici olmamalıdır. Bir işyeri kurdunuz, çalışıyor ve
insanlarla haşır, neşirsiniz. "Yahu
herkes benim neyime" diyemezsiniz, "Ben dümeni elime aldım, gidiyorum" diyemezsiniz.
Bir sorumluluk almışsanız, yönetici durumundaysanız, “onlar sorumluluğu
verdi, ben de bildiğimi yaparım” diyemezsiniz. Kendi kafasma uygun işleri
yapan, sormayan, danışmayan yönetici, yöneticisi durumunda olduğu insanları
memnun edemez. Etse de geçicidir ve en başta kalıcı olmaz.
Başta Amerika olmak üzere batı toplumları, yukarda anlatmaya
çalıştığımız düşünceyi somutlaştırmışlar ve toplum için toplumla birlikte,
felsefesine uyarak "ekip
çalışması" sistemini benimsemişlerdir. Zaten amaçlanan ve başarılması
düşünülen bir işe tek başına yürütülmez. Aslında
zaman içinde büyük toplumsal ve tarihi deneyimi olan atalarımız kısa ve öz
cümlelerle bazı önemli şeyleri Atasözü şeklinde
bize ulaştırmışlardır. Örneğin, "bir
elin nesi var, iki elin sesi var", "bilmezsen bir bilene danış”,
“yahut bilmemek ayıp değil, sormamak ayıptır." gibi...
BiR KURAL MIDIR ?
Bütün bunlar bir kural mıdır? Elbette
değildir. Bu kurala azami derecede uyacaksınız, uymazsanız, boşluğa sürüklenir
ve toplumdan koparsınız. İşte o zaman sonuç pek olumlu değildir. Rahatlık
duymayabilir ve kopmanın cezasını çekerek psikanaliz uzmanlarına bir miktar
para ödersiniz. Çünkü kopmanın bedeli ucuz değildir. Bir amaç ve gaye edindiniz,
ilk başta sizi teşyi eden ve destekleyen insanlar etrafınızdan çekildi, yahut havanda su
döğüyorlar eğer işi hak biliyorsanız topluma rağmen bazen tek başına başarılı işler
yürütebilirsiniz. Ürgüp'te bu durumu zaman içinde gördük ve tatlı bir anı
olarak hafızalarımızdan silinmiyor. Rahmetli Necdet Güner bunlardan biriydi. Demek, şu bu derken yapalım, edelim
diyen insanlar etrafından birer ikişer çekilince, "Ben tek başıma yapabildiğim
kadar yaparım, bir gün birileri çıkar belki bizi takdir eder, etmezlerse
kaybedecek bir şeyimiz yok" derdi.
Şimdilerde ise galiba bizim dernek başkanımız emekli asker sayın Ali Akuzun, bunu en güzel şekilde yapıyor. Sayın Akuzun akıllı
birisi değil midir? Akılsız olsaydı bir asker olarak bunca rütbeyi nasıl hak
ederdi. Askerlik bir ekip çalışması kurumudur. Eğer ekip çalışması söz
konusu olursa, o kutsal oluşum örnek alınmalıdır.
Ali
Bey koşuyor, ediyor en güzeli yılmıyor ve yorulmuyor. “Ürgüplünün derneği
olmaz” diye zamanında kimler ne için söylemişse, pek hoş olmayan bu sözün
verdiği mistikliği ortadan kaldırıyor. Yurdumuzda ilk başta Ürgüp’lü
tarafından başlatılan, geliştirilen karşılanan ve etrafa yayılan “turizm”
bilincini, Ankara'da Ürgüp'te, İzmir'de sonra da İstanbul'da kurarak hem de en
güzel şekilde, “Bakın bakalım dernek olur mu olmaz mıymış?” şeklinde ortaya
koyuyor. Ali Akuzun. Ürgüp'ün tarihi, doğal ve kültürel değerlerinin
araştırılması mı gerekir, bunu yapacak insanları buluyor. Bir etkinlik ve
tanıtım konusu mu var, bunu başaracak normdaki insanları ne yapıp edip
hareketlendiriyor. Kaynak mı lazım, Onu da biliyor. Ürgüp heyacanını diri tutup
olmazı başarıyor. Bu çalışkan insan, “Ben bunca çalıştım, yoruldum biraz da
köşeme çekilip dinleneyim” der evinin bir köşesine çekilebilir. Evine en yakın
bir kahvehanede tavla oynar, nargilesini yakar bir müddet zaman harcar evine
çekilebilir, sonunu beklerdi. Ali Akuzun bunca sosyal çalışmaya karşın, bunca
başarılı iş yapmasına rağmen, yine de Ankara'dan gelip Ürgüp çarşısında çay
içip tavlasını oynuyor. Ve de oyuncuyum diyenlere dersini veriyor. Bütün bunlar
bile şunu gösteriyor. İnsan toplumsal bir varlıktır. İnsanlarla dayanışma ve
fikir birliği yaparak çok iyi işler yürütülebilir. Çağı da, zamanı da, zemini
de ekip çalışması yapanlar kazanabilirler. İnsana değer verilip, ona
başvurmadan yapılan eserler kalıcı olmaz.
İsmet AKSOY-1996
Ürgüp’e emek verenler:
Ürgüp'te
turizm rehberciliğinin öncüsü,
KUYUMCU HALİL USTA
Birinci Dünya Harbi’nde yani 1918'den önce Almanya müttefikimizdi. Askeri
anlaşmalar çerçevesinde karşılıklı askeri eğitim öğretim için Osmanlı ordusu
onu Berlin’e yolladı. Halil Ağa
Berlin'de eğitim görürken boş durmadı. Almanca öğrendi. Hepsinden önemlisi
Alman iş disiplini ve ananeleri onu ilgilendirdi. Okuma ve yazma bilmiyordu
ancak kıvrak Anadolu zekasıyla lisan öğrenmek ona zor gelmedi. Berlin
Almanya'nın İstanbul'udur. En güzel Almanca orada konuşulur. Halil Ağa bunu
bildiğinden Berlin Almanca'sının en inceliklerini öğrendi. Pek bilmiyoruz.
Ancak o iyi bir askeri eğitimden geçtiğine göre, İstiklal Harbi'ne de katılmış
olmalıdır. Zira, bir madalyası vardı ve milli bayramlarda o nişanı muhakkak
taşırdı. Harbin bitiminde baba ocağına Ürgüp'e geldi ve yerleşti.
Ürgüp'e yabancılar geliyordu. Sayın Terzioğlu'na göre, turizmin başlangıç yılları 1880'lerdir.
1880'lerde Ürgüp civarına ilk önce yabancı define avcıları geldi, sonra tek tük
araştırıcı seyyahlar başladı eski belediye başkanımız bunu 1970’de Ankara'da
bir dergide ki; Ürgüp’te turizm başlıklı bir yazısında işlemiştir.
Bana göre bu olay kayaların cazibesi ve inzivai hayatın ilginçliği
yüzünden. Buna dinsel hayatı da eklemek gerekir. Çünkü eski meskün kesim olan
Karahandere'nin hemen arkasında, yani görünüm bakımından Ortahisar’ı da içine
alan kesitteki volkanik tepelerdeki seyirlik düzenlemeleri, yabancıların
Ürgüp’ü sürekli ziyaret ettiğini gösteriyor. Öyle ki Selçuklular zamanında
Ürgüp ticaret yönünden önemli bir yerdi. Saruhan kervansarayında konaklayan
yabancılar boş zamanlarında guruplar halinde Ürgüp civarını tıpkı bugünkü
turlar gibi geziyorlardı. Bir rehber eşliğinde şehire gelen ipek yolunun ticari
grupları alışverişini yaptıktan sonra akşamleyin kervansaraya geri
dönüyorlardı.
Yani Ürgüp'teki yer değişimi hareketi yeni değildir. Zaman zaman bu
harekette önemli işler yaptıklarını, turizmi yaratıp yaptıklarını zannedenler,
tarihi olayları bilmeyen, öğrenınek istemeyen kimselerdir. Ürgüp'ün çevreden
farklı bir değer olması bu şehirde turizmin ta eskilerden beri var olduğunu ve
bu oluşum için de bazı Ürgüplü’nün bizzat görev aldığını ve yol göstericilik
yaptığını tarihsel kanıtlar ortaya koyuyor.
Bunlardan bir tanesi ve bireysel turizmcilerin öncüsü kabul etmemiz gereken
insan, Kuyumcu Halil Usta’dır. İstiklal Harbi'nin hemen sonunda yani
1925'lerden başlayıp öldüğü, 1975'lere kadar Halil Ağa yalnız, gelen turistlere
öncülük etmekle kalmamış, o aynı zamanda batıda yani Almanya'da gördüğü ve
beğendiği Alman çalışkanlığını ve becerisini de Ürgüp halkına aşılayama
çalışmıştır.
Halil Ağanın Ürgüp'te neler yaptığını yazacak birisi var mı diye ben hep
bekledim. Ama demek ki onu bilen, onu anlayan yokmuş. O'nunla yıllarca
birlikte olmak ve birlikte heyecan duyup, turizm çabası göstermek şerefine
ermek, bana nasip oldu. Ben onu 1952 yılında tanıdım. Bir Alman'la karşılaşınca
Alman hüviyetine giriveren, onun gibi konuşan, onun ilgisini birkaç söz
söyleyip çeken ve hemen mihmandarlığa başlayıp Ürgüp’ü tanıtan, o tarihi insanı
biraz hayret ve heyecanla izlerdim. Bu ilgim sayesinde küçük yaşta olmama
rağmen onun tavsiye ve telkinlerinden faydalandım.
1960'lardan sonra Ürgüp'e yoğun bir batılı akını başladı. Bunların
çoğunluğunu Almanlar teşkil ediyordu. Ürgüp'te yeterince otel yoktu. Gelen
turistlere en uygun kamp yeri bugünkü küçük park idi ve gelenler çadırlarla
geliyor ve şehrin orta yerinde konaklıyorlardı. Halil Ağa onlara Almanca tüm
bilgileri verir, sonra da bir çay içirmek üzere memur klübüne getirir,
konuşmaları orada bulunan kimselere naklederdi. Memur klübü hemen bahçenin
içinde bugünkü turizm informasyon bürosunun bulunduğu yerdi.
1960'da Ürgüp turizm yönünden önem kazanınca ilk örgütlü turizm hareketi
başladı. Ürgüp’ü Tanıtma ve Turizm Derneği kuruldu. Bu olaya Halil Ağa çok
sevindi. Ve hemen dernek ona bir rehberlik kartı hazırladı. Tabii onunla
birlikte ben de ingilizce rehber kartımı aldım. Derneğin, kurulması ve
faaliyete başlaması ona göre, uzun bir çalışmanın semeresiydi. Böylece Ürgüp
çok şey kazanacaktı. Öyle de oldu Halil Ağanın bugünkü Ürgüp'ü görmesini çok
isterdim. Bir çok otel, tesis, ticarethane ve hemen tümüyle turizm düşünen
Ürgüp’lü.
İçtiği tütünle kalın bıyıkları sararan, kır saçlarıyla ve mavi gözleriyle
tıpkı bir Alman'a benzeyen Halil Ağa, yabancı dili konuşanlar çoğaldıkça
çocuklar gibi sevinirdi. Tarihi yerlere giden yollar mükemmel değildi. Ulaşım
araçları yetersizdi. O önüne düştüğü turistleri Göreme'ye ve görülecek yerlere
taşır, bazen yolları yayan yalpırdak dolaşır ve yorulma nedir bilmezdi. Bütün
bunları para için yapmıyordu. Sırf düşündüğü, Ürgüp’ün bir şeyler kazanması
amacına yönelikti. Genç Almanlara onların bilmediği tarihi olayları anlatır.
İstiklal Harbi öncesi Almanya'sını anlatarak onların tarihi bilgilerini
zenginleştirirdi. Halil Ağanın tanıştığı yabancılar onu unutamazlar, tekrar
gelip Halil Ustayı ararlar ya da tanıdıklarına onun rehberliğini önerirlerdi.
Ürgüp'te beynelminel turizmci geçinerek gelen turistleri şehir dışına ve
otellerine ulaştıranlar, sırf para için Halil usta gibi fedakarlıkları
1925'lere kadar inen insanların çabalarını unutup, anıtsal Ürgüp halkının
ekmeğini kesmeye çalışanlar, sonra da çıkıp hamasi nutuklar çekip, halkın
önünde şaklanbanlık yapanlar, Halil Usta’nın heyecanını, çabalarını ilerlemiş
yaşına maddi olanaksızlıklarına rağmen hizmeti karşılığı para verenlere
“seyahatiniz süresince size lazım olur, cebinize koyun” deyip almayan bu
insanın fedakarlığı, Ürgüp insanın daha çok takdirini daha çok minnettarlığını
kazanıyor ve onun çabaları tarihi anlam kazanıyor ve göz yaşartıyor.
Seni tüm Ürgüp’lü unutmuyor, Ruhun şad olsun.
İsmet AKSOY-1996
Her şey silinirken o, inadına yaşıyor...
Neden Doğa, Neden Fotoğraf?
Günümüz dünyasında
doğal hayatın insanların ülketme arzusu ve acımasızlığı yüzünden yavaş yavaş
ama geriye dönüşü imkansız bir şekilde bozulduğunu görüyoruz. Köyde, kentte,
her yerde Anadolu'nun bitip ülkenmez güzelliklerini, hazinelerini, bitki
örtüsünü, av hayvanlarını, su gibi yaşayanlar için gerekli yaban hayatının
insanlar tarafından adeta silinircesine ortadan kaldırılmaya çalışılmasına
şaşırmamak mümkün müdür?
Anadolu'nun bir kesiminde karşılaştığım 3-5 çocuk kendilerinin
geliştirdikleri bir kapanla, halk dilinde "bülbül", asıl adı
"Saka kuşu" olan nefis güzelliğiyle ünlü kuşları yakalamaya
çalışıyorlardı.
Belli ki yakalayıp satacaklardı. Asıl vatanı Anadolu olan bu kuşlar,
kışın sıcak ülkelere yazın Anadolu'ya gelip kuluçkaya yatarlar ve burada
ürerler. Ara sıra yurt dışına da kaçırılmaya çalışılan bu kuşlar gümrüklerde
yakalanınca ana vatanı Anadolu olduğu bilindiğinden doğayla ilgilenen
derneklere tekrar salınmak üzere geri gönderilir. Kuşları kapana kıstırmaya
çalışan gençlerin yanına yaklaşıp "yazık değil mi? yapmayın, etmeyin"
desem biliyorum bana ters laf ederler ve onları caydıramazdım. Onlara sadece
“of be sadece insanların yaşadığı sessiz ve cıvıltısız dünya ne fena” dedim ve
yürümeye başladım. Biraz sonra geriye dönüp baktığımda gençlerin ağlarını
toplayıp uzaklaştıklarını gördüm.
Anadolu her yönüyle zengindir. Tarih, kültür, doğa, manzara ne ararsan
var: günümüz ileri toplumları bizimki gibi çeşitlilik göstermeyen
güzelliklerini fotoğraflayıp dünyaya ustalıkla tanıtıyor. Turizm potansiyeli
yaratarak insanların hayat düzeyini yükseltiyorlar. Yalnız turizm mı
yaratıyorlar? Fotoğrafı sanatta, mimaride, teknolojide, tıpta ve hemen her
yerde bilinçle kullanıyorlar. Bunu seyahate çıkan insanların fotoğraf
donanımlarından anlıyoruz. Teknik yönden olabildiğine gelişmiş Japon ve Alman
fotoğraf donanımlarına o ülke insanları hiç acımadan para harcayıp alıyor,
taşıyor, amaçları doğrultusunda da ustalıkla kullanıyorlar.
Bizim insanımızın Anadolu'daki kendi güzelliklerini tanıyalı çok olmadı.
Biz kendi kendimizi yeni keşfetmeye başladık. İnsanın kendini tanıması pek
kolay değildir. Birçok tarihi değerlerimiz, doğal değerlerimiz bu yüzden
elimizden gitti. Bizim insanımıza tüfeği verirsen kullanıyor. Avcılık, atıcılık
yapıyor ama bilinçsiz yapıyor. Avcılık değil kıyım yapıyor. Önümüzden ansızın
kaçan tavşanlar yok artık. Kekliklerin yanık sesine dağda bayırda hasret
kaldık. Kuş cıvıltıları eskisi gibi çok değil. Kırlangıçlar bilinçsiz
kullanılan sinek ilacı yüzünden, kentimizin üzerinde uçmuyorlar. Etrafta bir
kaç saksağan dolaşıyor, onları da tüfek atmak alışkanlıkları yüzünden yakın
zamanda tüketebilirler. Eğer doğayı seviyor, sıkıntılarımızı bir nebze unutmak için yürüyüşe
çıkarsanız etrafta avcıların kullandığı boş kovanlara rastlarsınız. Aynı
insanların güzellikleri fotoğraflamak için film kutusu tükettiğini
göremessiniz, olsa da çok az sayılır.
İnsanlarımız en lüks ve gösterişli arabaya para yatırırken, hiç, ama hiç
acımıyor. Batılı ülkelerin çok kullandığı fotoğraf makinasına para yatırırken,
aynı cömertliği göstermiyor. Basit makinalarla işi geçiştirmeye çalışıyor. Yani
onlar için refleks makinalar değer taşımıyor.
Ben amatör bir zevkle uzun yıllardan beri fotoğrafla uğraşıyorum. Doğayı,
Anadolu’yu, Ürgüp’ün güzelliklerini seviyorum. 1960'dan sonra kazamızın
tanıtımı için uzun yıllar uğraş verdim. Sanatsal anlamda fotoğrafı ise daha
sonraları kendime ve misafirlerime hazırladım. Ankara'da Ürgüp’lüler Derneği yönetim
kurulunca, gerilediği anlaşılan Ürgüp turizmine katkı çalışmalarına katılmam
önerilince Ankara’da yapılan bir sergiye saydamlarımla katıldım ve sergi
oldukça da başarılı oldu. Aynı sergiyi daha sonra İzmir'e taşıdım. Ürgüp'te de geniş çaplı sergiler,
çalışmalar yapıldı. Her seferin de takdirle karşılandı. Bilhasa aydın, sanatı
seven kültürel çalışmalara ilgiyi esirgemeyen bilinçli Eğit-Sen Üyeleri bu
çalışmalara kucak açtılar, her fırsatta teşvik ettiler. En son yapılan gösteri
ki ilgi, çalışanların heyacanını artırdı. Çünkü
Ürgüp halkı her nedense bu tür çalışmalara pek ilgi duymuyor. Ama Eğit-Sen'in
dar mekanında sanatsal çalışmalar gündeme gelince üyelerin tümü katılıp güzel
şeyleri alkışlıyorlar. Buradan şunu anlıyoruz; sanatsal çalışmaların ilgi
görmesi insanların kültür düzeyiyle de ilgilidir.
Gönül ister ki, fotoğraf
çalışmaları yapan insanların sayısı Ürgüp'te çoğalsın, bugünkü gibi üçbeş
kişiyle sınırlı kalmasm. Bizim amacımız özendirip gençleri fotoğrafa yöneltmektir.
Turizmde ilk olduğumuz ve bunun onurunu taşıdığımız gibi bilgi çağına
hazırlarlanan ülkeler düzeyinde fotoğraf sanatı Ürgüp'te gelişsin ve öncü
olalım. Gerekirse başarılı çalışmaları başka ülkelere taşıyalım,
güzelliklerimizi, bilinmeyenleri tanıtalım.
İsmet AKSOY-1997
"BU VATAN, ÇOCUKLARlMIZ VE TORUNLARIMIZ İÇİN CENNET
YAPILMAYA LAYIKTIR"
HANGİ NEHİRLER
TEMBELDİR?
Hemen hergün baş döndürücü bir hızla
teknolojik atılım yapan, bilim yönünden durmadan arayış içinde olan,
bireylerine alabildiğine mükemmel hayat düzeyi sağlayan ileri ülke
insanlarından farklı bir yapımız mı var, ya da zeka düzeyimiz mi yetersiz?
Yahut da o ülke insanlarının yaşadığı modern tutarlı hayata layık toplum
olmaktan uzak miyiz?
Dünyamızda teknolojik,
kültürel, sanatsal yönden alabildiğine başarı kazanınış ülkelerin yanında,
sıkıntı içerisinde ekonomik ve toplumsal yönden sefalet ve karmaşa yaşayan, az
gelişmişlik çemberini bir türlü kıramayan ülkeler vardır.
Nüfus yoğunluğu oldukça
fazla olan bu ülkeler ne yazık ki; dini inanç bakımından yüceliği tartışma
götürmez islamiyeti yaşayan ülkelerdir, çoğu da Asya ve Afrika kıtasındadır.
Her ne kadar, kötümser olmamakla birlikte, şöyle başardık böyle kalkındık
desek de, biz de bu ikinci ülkeler safında yer alıyoruz.
70
milyona yaklaşan genç nüfusu ve dinamik yapısıyla neden çağı bir türlü
yakalayamadığımız doğrusu araştırmaya, tartışmaya ve irdelemeye değer bir
olgudur. Şu soru sorulabilir: Hemen hergün baş döndürücü bir hızla teknolojik
atılımı yapan, bilim yönünden dur madan
arayış içinde olan, bireylerine alabildiğine mükemmel hayat düzeyi sağlayan
ileri ülke insanlarından farklı bir yapımız mı var, ya da, zeka düzeyimiz mı
yetersiz? Yahut da o ülke insanların yaşadığı modern tutarlı hayata layık
toplum olmaktan uzak mıyız?
Yurdumuz üç tarafı
denizlerle çevrili, dünya coğrafyasının en güzel yerinde verimli
topraklarıyla 4 mevsimi bir arada yaşayan, tarihi bakımdan alabildiğine zengin
emsalsiz ve eşsiz bir ülkedir. Çok gelişmiş ülkelerde ki gelir farkını görüp,
anlayınca fakir bir ülke olduğumuz hemen anlaşılır. Milli gelir, yani fert
başına düşen refah payı bizde 2500 -3000 dolar arasında dolaşırken, onlarda bu
oran 15-20 bin doların üzerine çıkmıştır. Buradan şu anlaşılır. Biz ne
memurumuza, ne işçimize, ne esnafımıza, ne de, çalışanlarımıza rahat bir hayat
sunamıyoruz. Hemen herkes sıkıntıyı yaşıyor. Gençlerimize mutlu bir gelecek
sunmamız, onları Japonya'nın, İsviçre, Almanya, Amerika'nın yaşadığı bilgi
çağına ulaştırmamız da bu gidişle olanaksız görünüyor. Çünkü, bu mali olanak
ve imkanlarla çocuklarımıza çağın eğitimini vermemiz mümkün değildir.
KADER VE YAZGI MIDIR?
Şu soruyu kendi kendimize
sorabiliriz. Yüce yaratan alın yazgımızı böyle mi yazmış ve kader öyle mi
çizilmiştir? Bu kader ve yazgı ilelebet bizim yakamıza yapışıp yoksulluğa boyun
eğerek talihimize mi küseceğiz? Tabii ki değildir. Biz burada felsefe yaparak bir politik düşüncenin
yanlışı olarak değil de, gerçekleri arayarak bir sonuca yaklaşmayı deneyelim.
Doktor, gelen hastasına çabuk teşhis koymalıdır. Eğer hastalığın nedenini
bulamazsa, sonuç sıkıntı yaratır, oyalanma zaman kaybettirir hastalık
istenmeyen bir sonuçla ağırlaşabilir, ölümle de karşılaşılır. Teşhis
konulamadığı takdirde hızlı bir şekilde hastahaneye ulaştırılmalıdır. Ameliyat
ya da, tedavi mi yapılacak orada gereken yapılır. İnsanın sağlığına kavuşması için kural budur.
İstiklal Savaşımızın
kahramanı ve çağımızın doktoru Atatürk bizim toplumsal hastalığımıza yıllarca
hiç kimsenin koyamadığı tanıyı koyarak yapmamız gerekenleri teker, teker
yazılı belgeler olarak önümüze koymuş, sağlığında yapabildiklerini yapmış,
yapamadıklarını müthiş bir önseziyle günümüze iletmiştir. Onun hayatını,
Nutkunu okuyunca anlıyoruz. Ama ne üzücü ki; anlatmakta zorluk çekiyoruz.
Şurası bir gerçektir. Az
çalışıp çok laf üretiyoruz. Konuşarak kendimizi kanıtlamaya çalışıyoruz. Bu
hastalık şark ülkelerinin yapısında vardır. Din, insan hayatında onun yaşamına
yön verecek önemli bir faktördür. Zamana ve zemine göre otoriteler yorumlamalı,
inananlara iletmelidirler. Yurdumuzda görüyoruz, profesörlerimiz,
alimlerimiz, ulemalarımız, bilginlerimiz dururken derinlemesine içtihat
bilgisine sahip olmayan, tevekkülle inanan insanlarımız tarafından yorumlanıyor
ve toplum yönlendirilmeye çalışılıyor.
Durumu basit geçiştirmeyelim.
Bir gerçeği anlama zamanı gelmiştir. Çalışma saatlerimiz gereksiz tartışmalar
yüzünden azalırken, işimize bakıp üretme şansımız kalmamakta, politikaya
programlanmaktayız. Tanrı emirlerini anlamamakta, insan hayatına tekamül ve yön
veren ve ona estetik duygu kazandıran sanata dinsel bağnazlık yüzünden hor
bakıyoruz. Durup dururken, heykeller yerinden sökülmüyor. Sanatsız bir millet
düşünülemez, kompüterleri makinaları çalıştıramaz, kolay işleri seçer, çırak,
çoban olur ama, uzaya araç gönderemez. Heykel yapmaz, bale, resim, fotoğraf,
müzik, süsleme, yazma, oyma, dokuma, mimari yapmazsanız insanları nasıl ruh
zenginliğine ulaştıracak, nasıl beceri kazandıracaksınız? Kadın ve erkeğin
ileri ülkelerde olduğu gibi birlikte bir arada olması gerekirken ona perde
koyarak, peçe takarak karşı cinsten koparıp apayrı bir dünyaya iterseniz,
birlikte arı gibi çalışan ileri ülke insanlarına hangi sihirli formülle
ulaşacaksınız? Doğal olarak toplumun yarısı kadındır. Onu eve yöneltmek “dişi
aslanı kafese koymak değilse nedir?”
70 milyona ulaştık diyelim.
Gelin çok az bir zaman diliminde hesap yapalım. Nüfusun yarısı yaratılıştan
kadındır. Kalanın yarısı çocuk, diğer yarısı erişkindir. Sakatları da hesaba
katarsak, çalışabilecek insan sayısı 7 milyon çıkar, 7 milyon çalışanla 70
milyonu nasıl besleyecek, ona nasıl çağdaş gelecek sağlayacaksınız?
ÖZGÜR DÜŞÜNCE VE BAŞARI
İnsanlar özgürlük içinde yapar,
yaratırlar. Biz yerinde gördük gözlemledik. İlahi inancın kaynağında ve başka
katı kurallarla yönetilen ülkelerde insanlar copla ve zorla ibadete
götürülüyor. Söz konusu ülkelerde inanç farklılklarından doğan baskılar
toplumda huzursuzluk ve kaynaşma yaratıyor, insanlar asli görevi olan çalışma
durumunu aksatıyorlar. Oysa ileri ülkelerde durum tam tersine işliyor, farklı
inanç sahipleri ve yönetenler hiçbir zaman insan düşüncesini baskı altına
almıyor, ülkeleri özgürlük içinde gelişiyor kalkınmalarına yetişmek ise
imkansız hale geliyor.
Galiba zaman akışı içinde
biz geriye dönüşü arzulamaya başladık. Bunun örneklerini apaçık görmek
mümkündür. Bir zamanlar insanımız çocuklarını sanat, ticaret, lisan öğrensin
diye o sahada eğitim yapan okullara gönderiyorlardı. Şimdi ne öğretmek
istediklerini sözkonusu okullara giden öğrenci sayısının azaldığından
anlıyoruz.
Televizyon programlarında
bir zamanlar "Bale" vardı. çocuklara sorduğunuz zaman ne olacaksın?
diye, "Balerin olacağım" yahut "okuluna gideceğim"
derlerdi. Şu sıralar katı inançlı yöneticiler bu estetik ve sanatsal coşkuyu galiba
"haramdır" diye çok gördüler. Bazı kanallar Türk Sanat ve Halk
müziğini en güzel yapan, en içten okuyan kadın sanatçılarımıza yer vermiyorlar,
bu da gösteriyor ki, kadın ve erkek arasına konan perdenin çapı gün geçtikçe
büyüyor genişliyor.
HAYAT RÜYA DEĞİL GERÇEKTiR
İnsanlara dünyayı ve onun
mucizevi güzelliklerini unutturup, "uhrevi" hayatı düşündürmek, 70
milyon nüfusa ulaşan ülkemize ne kazandırır bilinmez, ama bilinen bir şey var
ki, hayat rüya değildir, ömrümüz de kelebek ömrü gibi kısa da değildir. 100
yaşını aşan aramızda birçok kimse var, dile kolay 100 yaş bitip tükenmez
yıllardır.Eğer hayatı, doğayı içten ve derinden severseniz yaşarsınız, değilse
çabuk gidersiniz. Uzun ömürlü olmanın kuralı vardır. Dünyayı, insanları,
yaratanı, yaratılmışı sevecek ve öyle yaşayacaksınız. Dini iyi derinden
bilenler buna gerçek kanıt "Beyyine" derler. Öyle ya, yağmura, suya,
gökyüzüne, yıldızlara, çiçeklere, böceklere bakın, hangi mucize bundan daha
yüce olabilir? Uçmak, karga misali bize ne kazandırır, uçmak teknik yönden
ilimsel yönden olmayınca ülke nereye, nasıl gider? Okumak, araştırma yapmak gerekiyor. şurası
bir gerçektir, insanların sürekli "Vecd" içinde olması ruh sağlığı
yönünden uygun ortam değildir. Ruhi bunalımlar toplum genelinde sıkıntılara
neden olur. Atalarımız "iş zamanı iş, aş zamanı aş" diyerek hiçbir eylemde
aşırıya kaçmamamızı hatırlatmışlardır.
ATATÜRK'Ü DİNLEMEK
Günümüzde Atatürk'ün
fikirlerine karşı oluşan çatlak sesler aramızda dolaşıyor. Sıkıntılarınız,
toplumsal bunalımlarınız var. Yazımızda onu anlatmaya çalıştık. Bize zamanında
neler söylemiş yorumsuz buraya alalım, üzerinde düşünüp, taşınalım, onun
büyüklüğünü bir kez daha anlayalım.
“Denilebilir ki, hiçbir şeye
muhtaç değiliz, yalnız tek bir şeye çok ihtiyacımız vardır: çalışkan olmak.”
“Büyük şeyleri yalnız
büyük milletler yapar.”
“Büyük davamız en uygar ve
en varlıklı ulus olarak varlığımızı yükseltmektir.”
“Memleketi gezmeli, milleti
tanımalı, eksiği nedir görüp göstermeli, milleti sevmek böyle olur. Yoksa,
lafıa muhabbet fayda vermez.”
“Muvaffakiyeti teşhiz için
bütün çarelerin başında milletin tenvir ve irşadı bulunuyor.” Açık anlatımı:
“Başarıyı
kolaylaştırmak için, bütün çarelerin başında milletin aydınlatılması ve
uyarılması bulunuyor.”
“Yurdumuzu dünyanın en mamur
ve medeni memleketleri seviyesine çıkaracağız. milletimizi geniş refah vasıta
ve kaynaklara sahip kılacağız. Milli kültürümüzü çağdaş medeniyet seviyesinin
çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkaracağız.”
“Medeniyet öyle kuvvetli bir
ışıktır ki, ona bigane olanlar yakar mahveder.”
“Bir başka çağdan kalma
adetlerinizde alışkanlıklarda direnirseniz, cüzzamlılar, paryalar gibi tek
başınıza kalakalırsınız. Benliğinize bağlı kalın ama, gelişmiş uluslar için
gerekli şeyleri Batıdan almasını bilin. Yoksa, bilim ve yeni düşünceler sizi
bir lokmada yiyip bitirebilir.”
“İrticai fikirleri güdenler
muayyen bir sınıfa dayanacaklarını sanıyorlar. Bu katiyen vehimdir, zandır.
Terakki yolumuzun üstüne dikilmek isteyenleri ezip geçeceğiz. Yenilik vadisinde
duracak değiliz. Dünya müthiş bir cereyanla ilerliyor biz bu ahengin dışında
kalabilir miyiz?”
“Medeni (uygar) olmayan
insanlar, medeni olanların ayakları altında kalmaya mahkumdurlar.”
“Bir toplumun hayatta
çalışması ve muvaffak olması için çalışmasını ve muvaffak olabilmenin
gerektirdiği bütün sebep ve şartları benimsemesi gerekir. Şu halde bizim
toplumumuz için ilim ve fen lazım ise bunları aynı derecede hem erkek, hem de
kadınlarımızın edinmesi gerekir.”
"Bu vatan, çocuklarınız
ve torunlarınız için cennet yapılmaya layıktır.”
"Hayatta en hakiki
mürşid ilimdir.”
Yazının başlığı modern bilmecelerden
alınmıştır. Tembel toplumları anımsatmaktadır. Cevabı ise “yatağından
çıkmayan” nehirlerdir.
Kaynak: “Atatürk'ten seçme
sözler” Remzi Kitabevi, ilk basım
1981
İsmet AKSOY-1997
TURİZM ve ÜRGÜP
MODELİ
Çukurhanda
oturak iskemlede hem nargile hem de kahve keyfini yaşayan bu işte çalışan fikir
üretenleri yanına çağırıp onun etrafında halka olup turizmin başarısını fayda
ve zararlarını tartışan Ürgüplü gitmiş, yerine hiç bir şeyle ilgilenmeyen, dernek,
toplantılarına konferans ve panellere katılmayan Ürgüplü tipi gelmiştir.
Sıkıntıları görüşelim diye çağırılma, davet edilme dahi etkili olmamaktadır.
Katılımsız sorunların çözüldüğü görülmemiştir, bu vurdumduymazlık devam ederse,
Ürgüp turizmde ne yazık ki, gerileyecek, sıkıntılar yaşayacaktır.
TURİZM İLİŞKİLER VE İLETİŞİMLER
SİSTEMİDİR.
İnsanların değişik
egolarından oluşan ve bir ihtiyaçtan doğan gitmek, biraz daha yaşamak
dürtüsünden ortaya çıkan sosyolojik bir yer değiştirme olayıdır. Her
sosyolojik yani toplumsal yaşamın bilimi olduğu gibi, dünyada büyük bir sektör
haline gelen bu hareketin de bilimi olmalıdır ve vardır. Turizmin büyük hareket
kazanmasından bu bilim yurdumuzda açılan okullarda da öğretilmektedir.
Turizm biliminde gitmek,
biraz daha yaşamak için yer değiştiren halkı karşılayan, ağırlayan, onu memnun
eden yerleşik bir halkın olması gerekir. Yurdumuz da bir çok şehir, kasaba,
köy, bünyelerinde bir çok ilginç güzellikler, oluşumlar taşıdığı halde bu çok
önemli gerçeği her zaman hatırlatmaya çalıştığımız gibi, nerede ise, bir 50 yıl
öncesi anlamış, benimsemiş büyükçe de bir aşama kaydetmiştir.
Doğaldır ki, her başarının
eksik olan bir tarafı olacaktır. Başarı her zaman dört dörtlük değildir. Ürgüp
halkı turizm işine ilk yıllarda heyacanla başlamış, etraf yerleşim
bölgelerindeki halk tarafından gıpta ile izlenmiştir.
Anlatmak, tartışmak,
düşünmek amacıyla kaleme aldığımız bu yazı Ürgüp'te turizm heyecanının ne yazık
ki, duraksama dönemine girdiğini ortaya koymak amacını taşımaktadır. Turizmde
heyecan çok önemlidir. Heyecanın bittiği yerde turizm bitmektedir. Heyecansız
olan, herşeyi olağan karşılayan kimsenin sempatisi, kaybolmakta, gülümseme
azalmakta, donukluk başlamaktadır. Ürgüp insanı, yani bizim insanımız eski
gülümseyen, etrafa neşe saçan, çalıp oynayan, oynatan halk değildir. Turistin
istediği sazlı, sözlü tipik Ürgüplü yerine "beyefendi" Ürgüplü
vardır.
Çukurhanda oturak iskemlede hem nargile hem
de kahve keyfini yaşayan bu işte çalışan fikir üretenleri yanına çağırıp onun
etrafında halka olup turizmin başarısını fayda ve zararlarını tartışan Ürgüplü
gitmiş, yerine hiç bir şeyle ilgilenmeyen, dernek, toplantılarına konferans ve
panellere katılmayan Ürgüplü tipi gelmiştir. Sıkıntıları görüşelim diye
çağırılma, davet edilme dahi etkili olmamaktadır. Katılımsız sorunların
çözüldüğü görülmemiştir, bu vurdurnduyrnazlık devam ederse, Ürgüp turizmde ne
yazık ki, gerileyecek, sıkıntılar yaşayacaktır.
DONUKLUK YAKIŞMIYOR
Ürgüplüye donukluk yakışmıyor.
Her sorunu hızla çözen, daima ileriye dönük arayışlar içinde olanların son
yıllardaki bu isteksizliğinin nedenleri vardır. Bunları şöyle sıralayabiliriz:
Turizm olgusu hızla devam
ederken Orta Doğu’da bir Körfez krizi ortaya çıkmış, o günkü şartlarda politik
ortam Anadoludaki bu turizm kentini etkilemiştir. Esnaf bundan çok zarar
görmüştür. Hemen arkasından etnik nüfus yoğunluğu yüzünden Yugoslavya'da
kaynaşma başlamış Bosna-Sırp savaşı turizmin belkemiği olan alternatifsiz
nitelikli kara yolunun güvensiz hale getirmiştir. Bu da turizme büyük darbe vurmuştur.
Nedenini anlamak zor değildir. Avrupalı zengin turist Asya'ya kendi arabasıyla
bu kısa yoldan ulaşmaktadır. Yol kapalı olunca kitle turizmi dediğimiz otobüslü
grup turizmi devrededir.
Başlangıcı yıllar öncesine
dayanan Ürgüp turizmine asıl olumsuz etki burada kendini gösterir. Hızla lisan ve turizm öğrenen gençler aradan
geçen süre içinde yabancı ülkelerdeki ailelerle arkadaş, alış veriş, gönül
ilişkisi içindedirler. Kriz süresince pasan dediğimiz turistler gelmeyince
temas kaybolmuştur. Otobüslü acentalı, mihmandarlı turizm olgusu hızlanmış,
oteller büyümüş, şehir dışına mağazalar taşınmış, çarşı pazar hepsinden
önemlisi halk devreden çıkmıştır. Talihsizlik devam etmiştir. Doğudaki terör kullanılıp
grupla seyahat eden turistler rekabet ortamındaki çarşı pazara çıkarılmamış,
otellerde ağırlanmış, dışarı gönderilmemiştir. Çünkü komisyon karşılığı
alışverişten çıkar büyüktür.
Bazıları buna uyarak acentalar
kurmuşlar, kendilerini kurtarmışlardır. Ama asıl sıkıntının kaynağı gerideki
halktır. Bir canlılık yok olmuştur ve örgütlenen turizmde sermaye ön
plandadır. Her şey büyüktür sermaye, insan, yani rehber kalite aranmaktadır.
Küçük pansiyonlar kapanmıştır.
Eğer Ürgüp’ün biraz dışına
taşarsanız görürsünüz, Devrent vadisinde, Ürgüp Nevşehir girişindeki
Peribacalarında, Göreme, Zelve açık hava müzesinde yığınla turist dolaşmakta,
büyük oteller dolup, taşmaktadır. Oralardaki kalabalığı görünce zannedersiniz
ki, Ürgüp Avanos pazarını dolaşmak zordur. Ancak, işin içyüzü hiç öyle
değildir. Otobüs rehberleri "çıkarım bozulur" diye otobüsleri
mahalle aralarındaki dar dolambaçlı yollardan getirip götürmektedir.
Mümkün olduğunca çarşı
gösterilmemektedir. Serbest rekabet ortamında çalışma alanı bulan
organizatörleri “kurt”, Ürgüplü turizmcileri de “kuzu” diye düşünürseniz, şu
günlerde kurtlar kuzuyu yemekle meşguldürler. Donukluğun nedeni budur.
KEYFİN KAHYASI OLMAK
Ürgüp esnafı yıllardanberi
bu durumu ilgili makamlara topluca iletmişler ama bir sonuca ulaşmamışlardır.
Serbest rekabet kuralında isteyen dilediğini yapmaktadır. Bazı çevreler Ürgüp
yerel deyimiyle bunu şöyle anlatmaktadır. Büyük risk, altına giren acentaların
“keyfinin kahyası olunamaz” onlar dilediklerini yapar, isterlerse açık havada
tutarlar, eğlendirirler. Eğer düşünülürse, bu hareket turizmin geleceği
açısından oldukça zararlıdır. Rekabet ortamı olmayan, komisyon için istenilen
fiyata satılan mal, pahalı olan maldır. O an farkedilmese de sonradan öğrenilen
fiyat farkı, gidilen ülkedeki imajı bozmaktadır. Yani turizmde patlama
beklentisini sonuçsuz bırakmaktadır. Ülke çıkarı açısından son derece sorumluluk
taşıyan bu olay örgütlenen kesimler tarafından ört bas edilemez, şayet
edilirse, şimdilik iyi ve rotasında giden işler akamete uğrar, büyük dağın
küçük kışı olmadığı gibi, çöküntüler, daha acıtıcı ve incitici olur.
NEREDEN NASIL ÇIKTI?
Turizmde heyecanı öldüren
bir başka ama en talihsiz oluşum yıpratıcı ve öldürücü bir hastalık AİDS'tir.
Bu hastalık doğayı alabildiğine bozan, üreticilikten tüketiciliğe yönelen
insan oğluna Allahın en büyük cezasıdır. Turizm gençlerin işidir. Misafir
temiz, dımışıklık ister, yani buruşuk yüzle turizm işi kör topal yürür. Aids
hastalığının medyada her gün korkunç teşhirini gören insan, ona neden olan işlerden
elini çeker, her deliğe yılan çıyan olabilir, diye uzatmaz.
Turizmi yeniden gözden geçirdik,
esnafın soğukluğunu, acentaların oyunlarını, donukluğu, heyecanın tükendiğini
söyledik. Turistik yörelerde Aids hastalığının gençleri devre dışı bıraktığını
burada yazdık. Ama şunu galiba unuttuk. Turizmde durgunluk esnafla, yerel
yönetim arasında bir diyalog eksikliğine neden olmaktadır. Sanki tek kabahat
yönetendedir duygusu vardır. Yöneten her işe yön verebilir zannedilmektedir.
Ama bu bir haksız suçlamadır bence. Çağrılan yere gitmek, araştırmak tartışmak
gerekir. Tartışılırsa sonuca birlikte ulaşılır. Bunun kuralı, soğukkanlılıkla,
emin adımlarla tekrar eski Ürgüp canlılığın yakalamak olmalıdır.
TURİZMDE YENİ MODEL
Burada bir değerli bürokratın çalışma ve
çabalarını anmadan geçmek vefasızlık olur. Sayın Ünal ÜLKÜ, Ürgüp'te geçen yıl
Kaymakamlık yaptığı sırada konunun ip uçlarını yakalamış, toplantılar,
paneller, sergiler düzenleyerek derde çare aramıştır. Çok ta faydalı olmuştur.
Doğacılar bilir. Ormanda tek ağaç türü olmaz. Ağaçlarda çeşitlilik esastır.
Asalak böcekler, hastalıklar tek ağaç türünde bozulmalar kurumalar meydana
getirir. Orman ölür. Başka ağaçları seven faydalı böcekler türemeli, ormanın
yaşaması için, fayda ve zararlılar arasında denge kurulmalıdır.
Turizmde öyledir. Hem iç,
hem dışa yönelik turizm teşvik edilmeli özendirilmelidir. Siyasal çalkantılar
dış turizmde kesinti yaratırsa, kendini turizme hazırlayan halk bünyesinde iç
turizm, zararı aza indirir, kesiklik olmaz. Sayın Ünal ÜLKÜ Ankara, İzmir, Adana'da,
İstanbul turizm fuarlarında tanıtım çalışmaları yapılmasını istemiş,
Ürgüp'teki kaynakları seferber etmiştir. Eğer şayet Ürgüp'te kalmış olsaydı, bugüne kadar çok güzel şeyler
yapılmış olacaktı. Eğer bayramlarda, tatil günlerinde Ürgüp yerli turistlerle
dolup taşıyorsa, bunda değerli insan Ünal ÜLKÜ'nün payı vardır.
Yerli misafir deyip
geçmeyelim. Yurdumuz çok değişti. İnsanlarda, hele belli bir kesimde
Avrupa’daki sermaye birikimi vardır. Türk insanı elinde olursa, yiyip, içmekte
cömertçe de para harcamaktadır. Ürgüplüler Derneği, Ali AKUZUN, Ünal ÜLKÜ bir
orijinalite yaratarak sergilerle önder olmuşlardır. Bu çabalar esnafın da
katkısıyla devam etmeli Ürgüp'ün bitmeyen sürekli tanıtımıyla cazip olduğu
anlatılmalıdır. Ürgüp'le birlikte hem yurt içinde, hem yurt dışında
Kapadokya'nın tümü tanıtılmalı büyük turist akımı sağlanmalıdır. Vakıflar,
dernekler, acentalar bu işi güzelce yaparlar. Şayet akın olursa yerlilerin
bazı özel günlerde yüzde yüz doluluk oranı yarattıkları gibi dış turizmde de
meydana gelirse, herkes kendi işine bakacak, fırsatçılar ortada dolaşmayacaktır.
O zaman Ürgüp modeli yaratılacaktır. Biliyoruz bizdeki sıkıntıları halihazır
her turistik bölge, biraz farklı olmakla birlikte, yaşamaktadır.
Güzel ve bol eğlenceli mutlu
günler dileğiyle.
İsmet AKSOY-1997
DOYUMSUZ
GÜZELLİKLER
Bu mayıs Kapadokya bir başka baharı yaşadı.
Güneşin sarı, pembe yeşil ışıkları sanki volkanik kayalara çiçek olarak
yansıdı. Bol yağmurlardan sonra dağ taş yeşerdi. Yabani bitkiler sanki kültüre
alınmışçasına kayaların arasında boy verdiler. Çiçek zamanı gelince ortalık
cennet misali doyumsuz bir güzelliğe büründü. Gerçi Kapadokya her mevsim
güzeldir. Geçenlerde bir dergide gördüm. Ünlü fotoğrafcılarımızdan Faruk AKBAŞ
çekmiş, kar altında panoramik yamaçlarda açık kalan yerlerdeki ışığın meydana
getirdiği kırmızılık, insanın gözünü fotoğraftan ayırmasını engelliyordu.
Çocukluğumdan
anımsıyorum. Ürgüp’ün güney doğusuna düşen bir kesim var. “Avlağı” denir
buralara. Belki de, öztürkçe Avlak’tır. Bir zamanlar buralarda verimli bağ,
bahçe ağaçlıklar vardı.
Çoğu varlıklı aileler bu yamaçları bu yamaçları yazlık gibi
kullandılar. Yorgunluklarını bu doğal güzelliğe sahip bölgede gidermeye
çalıştılar. Çok rahatlık galiba insanı verimsiz yapıyor.
Gençlerin çalışmak için 1960'dan
sonra Almanya, Avrupa'ya gitmesi, Ürgüp’te gelişen turizm olayı, ziraata
verilen değeri azalttı. Terkedilen bağlar, tarlalar meralara karıştı, yaban
hayatının sınırları genişledi.
Ama olsun. Bu yamaçlarda, düzlüklerde kullanılmayan tarım ilaçlarının
hasarları olmayınca kurt, kuş, kartal rahat dolaşmaya başladı. Yaban hayatı
yıllar önceki canlılığına kavuştu. Ben bunu fırsat bilerek biraz da doğaya olan
aşkım tutkumdan olacak sabahın erken saatlerinde çoğu kez bu tarafa yürümeye
gittim. Kapodakya'da sadece kayalar, kiliseler ilginç değildir. Ayrıca doğası
da bir hazinedir. Bu yılki bahar çiçeklerini bu kesimde hiç böylesine yaygın
görmedim. Dağ ve tepeler Türkmen kızlarının dokuduğu allı, mavili kilimlere
benziyordu. Dağ nanelerinin eflatun çiçekleri, yaban karanfilleri, orkideler,
sormuklar, gelincikler, ak yoncalar, beyaz sarı papatyalar, kedi patileri tüm
dağı taşı kapatmıştı.
Eğer Ürgüp'e gelen bir
yabancı botanikcinin yolu buraya düşmüşse sormayın keyfini. Aradığını bulmanın
sarhoşluğuna kendini kaptırmış olmalıdır.Behçet Kemal Çağlar durup, dururken
Ürgüp şiirini niye yazsın? Bir yabancı bizi ikaz ediyor Denis Minella,
"Bozmayın buraları, getirmeyin Mc Donalt’ı Ürgüp’e, sonra gelmem. Bırakın
doğallığı kalsın", diyordu.
Bir ala gül açmış Anadolu'nun bağrında,
Türkmen kızının çeyiz kilimi
güzelliğinde.
Diyen Şadan Gökovalı'yı, Bedri Rahmi'yi burada
anmamak vefasızlık olur. Büyük yazar Yaşar Kemal peribacaları isimli bir kitabında
1955'lerdeki Ürgüp'teki içenlerin uğrak yeri, "Deli damlarını"
anlatıyor. Aslında oda bir doğa olayıdır. Kimisi, sıkıntılardan sorunların
yükünü azaltmak için doğal güzelliklerin bulunduğu tarafa kendini atar.
Kimisi, mahsenlerde yıllanmış kırmızı, beyaz şarapta teselliyi bulur. Eğer
yolunuz Ürgüp'e düşerse, peribacaları kitabında anlatılan Deli damlarını boşa
aramayın. Onlar çoktan tarihe karıştı. Yerini diskolara terketti.
Sayın Emrullah Güney'e
sorarsanız Kapadokya'yı, "Senin Kapadokyan bitmez, tükenmez bir
hazinedir. Sözünü hiç aklımdan çıkarmıyorum azizim" diyordu. Elin delisi
mı biter, şimdi nerden çıktı bu hazine lafı? Bu adamlar muhakkak bir şeyler
biliyor, deyip kazma, kürek delik, tepeler kazılmaya bozulmaya başlanır diye
düşünüyorum.
Ben yıllar önce bunun
sıkıntısını yaşadım. "Sen dağ bayır durup dururken dolaşmıyorsun,
bildiklerin var diye peşime adam taktılar, polis yolladılar. Neden tek başına
dağ bayır dolaşıyorsun diye sorulunca göbeğimi küçültmek istediğimi söyleyince,
bazı şeylerden kurtardım kendimi.
Ne zaman fotoğraf, saydam
gösterileri yapmaya başladık, o zaman şüpheler dağıldı. Ama ben şimdi binlerce
diadan oluşan hazine niteliğinde Kapadokya'nın güzelliklerini içeren
fotoğraflarıma sahip oldum.
Kapadokya, Ürgüp, Göreme
hakkında sayısız makaleleri, kitapları olan Emrullah Hoca'yla gezmeye ben hiç
doymam. Geçenlerde, işimde biraz yorulunca, “hava”, alayım diye dışarı yürüdüm
iyi bir tesadüfle Hocayla karşılaştım. Onun da tatilde olduğu zaman aklı, fikri
hep doğada. Durmadan araştırır. Mustafapaşa kasabası’nın alt kesiminde
terkedilen küçük bir vadide sulak alan bitkileri, çiçekleri var. İstersen oraya
gidelim" deyince aklıma Nilüferler geldi. Hemen tamam deyip yola koyulduk.
Hoca haklıydı. Sulak alan kendi doğal ortamını yapmıştı. İnsan boyunu aşan
kamışlar, bataklık bitkileri, çiçekleriyle alan adeta kaplanmış bulunuyordu. Tabii
aklıma gelen çiçek görünürde yoktu.
Kapadokyayı tamamıyla
biliyorum, demek Donkişotluk olur. O gün bir hayli yürüyerek kasabada arabayı bıraktığımız
yere geldik. Yüzlerce kez önünden geçtiğimiz halde, şimdiye kadar görmediğimiz
iki taş oymalı eski eve rastladık. Durmak olur mu? Hemen bir kaç kare fotoğraf
çektik. Her ikimiz de yıllarca yaptığımız araştırmadan bu iki sanatsal yapıyı
neden gözümüzden kaçırdığımızı düşündük durduk.
İşte böyle! Ömür tükeniyor
ama Kapadokya'nın ve de Ürgüp'ün doyumsuz güzellikleri bitip tükenmiyor.
İsmet AKSOY-1997
ÜRGÜP’LÜ TARİHÇİ BİR
ALİMİMİZ
AHMET REFİK ALTINAY
(1880-1937)
Yerleşim bakımından
neredeyse insanlığın dünyaya ayak basışı kadar eski olan Ürgüp, birçok
bilinmezliği, tarihi oluşumları, kültür ve sanat bakımından geçirdiği evreleri,
büyük bir sır olarak saklıyor. Bu denli tarihi aşama geçirdiği, üzerinde nice
değerli insanları barındıran bir ilçenin tarihini biraz araştırmaya
kalkarsanız, doyuruculuktan uzak döküman bilgiye ulaşamadığımızı görünce
üzülür hayal sükutuna uğrarsınız.
Ürgüp, başlangıçtan günümüze
değin Anadolu'da birçok kavmi etkileyen oluşumlar geçirmiştir. Ne yazıktır ki,
bilim adamlan bu konuda dişe dokunur doyurucu bir araştırmayı ortaya
koyamamışlardır. Bu bizim büyük bir eksiğimizdir. Nedenini anlamak da pek zor
değildir. Zira genel olarak insanımız okuyup yazmaya sanatsal olaylara pek
fazla ilgi duymamaktadır.
15. nci sayısı basılacak
olan Ürgüp Dergisi, yayın hayatına atılmamış birkaç araştırıcı insan da çalışma
ve çaba göstermemiş olsaydı, halihazır yayınlanan ve yayınlanacak olan değerli
bilgilere ulaşmak pek kolay olmayacaktı. Belki de insanlar bunun sıkıntısını
yaşayacaklardı. şu günlerde çok kişi ellerinde tüm sayıları olmayan Ürgüp
Dergisini sağdan soldan araştırıyor. Kaynak nitelikli olduğundan tamamlayanlar
ciltletip kitaplıklarına koyuyorlar. Dergimizin bu sayısında tarihçi bir
alimimizden söz etmek istiyoruz.
Osmanlının son ve
cumhuriyetin ilk dönemini yaşamış bir Osmanlı tarihçisi olan ve geride 150'yi
aşkın eser bırakarak 1937 yılında bu dünyadan göçmüş bulunan Ahmet Refik
ALTINAY’ın, Ürgüp'lü olduğunu öğrendiğimiz zaman, bunu hemşehrilerimizin de
öğrenmesini ve bu şahsiyeti tanımalarını istedik. Ahmet Refik ALTINAY, 1880
yılında İstanbul'da Beşiktaş Valide Çeşme'sinde dünyaya geldi. Babası Sultan
Abdülaziz'in vekilharcı (masraf işıerine bakan) Ürgüplü Ahmet Ağa olup
Gürlükçüoğulları lakabı ile tanınırlardı. Dedesi ise Hacı Mehmet Ağadır. Ahmet
Refik'in babası Ahmet Ağa, Osmanlı padişahı Abdülmecit zamanında Ürgüp'ten
İstanbul'a gelmiş, burada yerleşip evlenmiş, yine Osmanlı Padişahı Abdülaziz'in
vekil harçlığında bulunmuştur. Abdülaziz öldükten sonra işinden ayrılarak
emekli olmuş, 1898 tarihine kadar kendi köşesinde mütevazi bir hayat
yaşadıktan sonra bu tarihte İstanbul'da ölmüştür.
Ahmet Refik, ilk tahsilini
Beşiktaş'ta bir okulda yaptıktan sonra Beşiktaş Askeri Rüştiyesini bitirdi.
Ahmet Refik, Tarihçi Feridun KANDEMiR'e, Askeri Rüştüye mektebine gittiğini
şu sözlerle anlatır. “şu Şişli'deki Mecidiye köyünü kuran babam ÜRGÜPLÜ Ahmet
Ağadır. şimdi Yahya Efendi'yi de anamı da O'nun koynuna gömdüm. İşte ben oradan
yağmur demez, çamur, kar, fırtına demez her gün yaya Beşiktaş'taki askeri
Rüştüye Mektebine gelirdim”.
Sonra sırasıyla Kuleli
Askeri İdadisini 1898'de henüz 18 yaşında iken birincilikle bitiren Ahmet
Refik, ilk görevine, Toptaşı Askeri Rüştüyesi ile Soğuk Çeşme Askeri
Rüştüyesinde coğrafya öğretmenliği ile başladı. Dört yıl kadar bu görevde kalan
Ahmet Refik, 1902 yılında Harbiye Mektebi Fransızca öğretmenliğine nakledildi.
1907 yılında yüzbaşı rütbesine yükselen ALTINAY, Harbiye'de öğretmenlik yapmaya
başladığı yıllarda, bir kısım gazete ve dergilerde ilk yazılarını yazmaya
başladı. Ayrıca bir süre Tercüman-ı Hakikat, gazetesinin başyazarlığını yaptı.
1908 Yılında Meşrutiyetin
ilanı ile birlikte, kendisine Harbiye Mektebi Talim Heyeti (Öğretim Kurulu)
arasında önemli bir görev verildi.
Harbiye Mektebi tarih
hocalığına tayin edilen Ahmet Refik, aynı yıl "Millet" gazetesinin
başyazarlığını da üzerine aldı. Kısa bir süre sonra da Lale Devri, Tarihi
Simalar, Köprülüler ve Felaket Seneleri" isimlerini taşıyan eserlerini
yayınladı.
1909 yılında kurulan Tarihi
Osmani Encümeni'ne daimi üye seçilen Ahmet Refik ALTINAY, 1912 yılında Balkan
harbi içinde Askeri Sansür Müfettişliği'ne tayin edildi. Balkan Savaşı sonunda
da kendi isteği üzerine emekliye ayrıldı. Bu tarihten itibaren edip ve tarihçi
olarak Velid (çok eser veren) bir yazarlık hayatına başladı.
Ancak,
Birinci Dünya savaşından önce, eski rütbesi olan yüzbaşılık rütbesi ile tekrar
silah altına çağrıldı. Yine Sansür Umum Müfettişliği'ne dönmüş oldu. Bu sırada
Türkiye-Rusya münasebetlerine dair makaleler yazmaya memur edildi. İşte bu
makalelerinin birinde zamanın sadrazamını kızdıran ifadelerinden dolayı
Müfettişlikten alınarak, Ulukış' lada basit bir memurluğa gönderildi. Buradaki
görevi esnasında fırsat bularak Ürgüp ve Nevşehir taraflarını dolaşmış,
araştırmalar yapmıştır. Yaptığı bu araştırmalarını makale ve kitap olarak
yayınlamıştır.
1915 yılında Eskişehir’de
görevli iken hastalandı ve İstanbul’a getirildi. 1916 yılında, yeni Mecmua'da
seçkin bir mevkie getirilen Ahmet Refik, savaşın son yıllarında Doğu
Anadolu'nın Rus istilasından kurtulduğu zaman, Ermeni zulmünü göstermek üzere
yabancı gazetecilerden teşekkül eden bir heyetin başkanı olarak Doğu Anadolu'ya
gitti. Bu görevi sırasında Batum, Kars, Ardahan Trabzon, Erzurum, Erzincan,
Artvin ve havalisini dolaştı. Bu uzun seyahati sırasında topladığı notlarla
"Kafkas Yollarında" adlı eserini yazdı.
Birinci Dünya Savaşı'ndan
sonra, İstanbul Darülfünun'da (Üniversitede), Mehmet Arif Bey'den boşalan
Osmanlı Tarih öğretmenliğine (Doçentliğine) tayin edildi. Ahmet Refik ALTINAY,
kısa bir süre sonra aynı kürsünün Türkiye Tarihi profesörlüğüne getirildi.
1924 yılında da Türk Tarih Encümeni
başkanlığına seçildi. Darülfünun'ün kapatılmasından sonra açıkta kaldı.
Yüzbaşlıktan aldığı emekli maaşı ile geçinmeye başladı. Bu devrede parça parça
kütüphanesindeki kitaplarını satan tarihçi, daha sonra tarihi kıymeti olan
eşya ve tablolarını da sattı. Nihayet 10 Ekim 1937 yılında vefat etti.
Vasiyeti üzerine cenazesi Büyükada'nın Tepeköyü mezarlığına defn olundu. Öldüğü
zaman birçok gazete ve mecmuada yazar dostları üzüntülerini belirten değerli
yazılar yazarak O'na vefa borçlarını ödemeye çalışmışlardır. Hakkında
yazılanlardan bazılarını buraya aktarmakta yarar görmekteyiz.
"... Harbiye mektebinin
eski hocası, müellif bestekar, şair, tarihçi, profesör, emekli yüzbaşı tek
başına Ahmet Refik'i ifade etmekten yüzde yüz uzaktır. ... Vakıa, O bizde modern tarih muharrliğinin babasıdır. Tarihi
popülerleştirmek başlı başına bir mektep vazifesini görmüştür. ..."
(Hikayeci ve Romancı Sadri ERTEM)
"... Üstada nasıl çalıştığını, nasıl yazdığını soruyorum.
- Tarihi en doğru olarak yazmaya çalışırım, diyor. Vicdanım kanaat
etmezse tek satır yazmam, tahrif edilen şey benim kafamdan geçmez. Vesikaya
istinat ederek yazılan tarih biraz sanatla süslenmelidir. Tarih mazinin
romanıdır, roman da halin tarihidir. ..." (Tarihçi ve Gazeteci Feridun KANDEMiR'in Röportajından)
"... Ahmet Refik, bizde tarihin Ahmet Mithat Efendisi sayılabilir.
İkisi de çok yazdılar. ikisinin de külliyatı binlerce ve binlerce sayfa tutar.
Fakat şu da katidir ki, ikisi de okunmuşlardır. Zira ikisi de romancı, tarihçi,
şucu veya bucu olmadan önce muallimdiler. ..." (Milli Eğitim Eski Bakam H.
Ali YÜCEL)"... Ahmet Refik Beyi bütün mektep severdi. O çağlarda genç bir
yüzbaşı idi. çok nazik, hatırnaz bir insandı. Tertemiz giyinir, yeni kuşaklara
örnek olurdu. Derslerinde: (Efendiler, Türk milleti yaşayabilmek için
mazisinden kuvvet almaya mecburdur. Buna en mühim çare, Terbiye-i Tarihiyedir.)
derdi. Bu sözü bizim için bir vecize olmuştur. ... (Öğrencisi Ragıp AKYAVAŞ)
"... Tarihi hadiseleri bize tatlı tatlı okutan merhum Ahmet Refik,
yalnız tarihçi değildi, aynı zamanda şairdi. Sonra birkaç yabancı dil bilirdi.
Mesleğine aşıktı. Durmadan okurdu. Osmanlı Tarihinin birçok devirlerine ad
koyan odur. (Lale
Devri, Samur Devri gibi) ..." (Mahmut Yesari- Son Dakika Gazetesi)
"... Ahmet Refik, büyük
tarih otoritesi idi. 1933 Üniversite islahatında, Müderris (Ordinaryüs
Profesör) payesiyle Osmanlı tarihi kürsüsünü işgal eden tarihçi, açığa
çıkarıldı. Üniversiteye hiçbir ilmi hüviyeti olmayan bir takım kişiler girdi.
Bu darbeye Ahmet Refik ancak, dört yıl tahammül edebildi. 56 yaş gibi bir
olgunluk çağında öldü. ..:" (Tarihçi Yllmaz ÖZTUNA)
"... Ahmet Refik Bey,
eserlerinden dolayı yabancı devletlerden takdirname madalya, teşvik ödülü
almış ve eserleri yabancı dillere çevrilmış sayılı araştırmacılar arasında yer
almıştır. (Demirbaş Şarl) adlı eseri dolayısıyla İsveç Hükümeti tarafından
(Vaza) nişanıyla taltif edilmiş ve eseri İsveç dili ne çeviren Karolin İlim
Derneği de, yazara 10 bin Frank ödül vermişti. ..." (1918 Tarihli Yenigün
ve İkdam Gazeteleri)
Ahmet Refik ALTINAY hakkında
yazılanların hepsini buraya aktarmak isterdik. Ancak bu mümkün olamayacağı
için, içlerinden bazılarını buraya alabildik. İçli bir insan, duygulu bir kişi,
anlaşılamayan bir fani olarak göçüp giden, bugünkü kuşağın hemen hemen hiç
tanımadığı Ahmet Refik'in; buram buram aşk ve sevgi tüten şiir ve şarkıları
vardır. Bunların büyük bir kısmı "GÖNÜL" adlı şiir demetinde
toplanmıştır. Bestelenen şarkılarının bir kısımı radyoların başta gelen
şarkılan arasında yer almıştır. Ahmet Refik'in, gerçekten güzel şarkıları
bulunmaktadır. Bunların bir kısımı zaman zaman Radyo-Televizyon ve sahnelerde
çalınıp söylenınektedir. Çoğumuz bunlardan bir kısımının tamamını bilir
söyleriz de O'nun olduğundan haberimiz dahi yoktur. Kendisi de bunlara sahip
çıkmamıştır. Ahmet Refik'in şarkılarını genellikle Mısırlı İbrahim Efendi
bestelemiştir.
"Sen gözlerine neşe
veren; Rabbim bana bir nimet varsa; Endamının hayalini gözlerinden silemem;
Yalnız bırakıp gitme bu akşam; Kederden mi neden böyle;
şarkılarından bazılarıdır.
Ahmet Refik ALTINAY, Osmanlı
Tarihi üzerine yaptığı çalışmalarla hayli yekün tutan bir eserler dizisi ortaya
koymuştur. Geniş bilgi ve sezgisi ile ele aldığı her konuya hakim olan Ahmet
Refik geniş halk kitlesinin de zevkle okuyabileceği konuları ustalıkla
işlemiştir. Büyük çoğunluğu eski yazı olarak basılan bu eserlerin çok azı yeni
yazıya aktarılmıştır.
150'nin üzerinde olan eserlerinden bazıları
şunlardır:
1. Köprülüler,
2. Sokullu,
3. Lale Devri,
4. Alimler ve Sanatkarlar,
5. Türk Akıncıları,
6. Tarihi Simalar,
7. Türk mimarları,
8. Mimar Sinan,
9. Türkiye Tarihi
10. Türk İstiklal Harbi,
11. Tarihi Menkıbeler,
12. Türklerde Avcılık,
13. Fatih Sultan Mehmet ve Ressam Bellini,
14. Osmanlı Devrinde Türkiye Madenleri,
15. Meşhur Osmanlı Kumandanları,
16. Ankara'da Osmanlı Türkleri,
17. Baltacı Mehmet Paşa ve Büyük Petro,
18. Fener Patrikhanesi ve Bulgar Kilisesi,
19. Galiçya'daki şanlı Osmanlı Askerlerine,
20. İstanbul'da Ecnebi Ressamlar,
21. Gönül (şiirler demeti),
22. Anadolu şehirleri, Ürgüp ve Nevşehir
Tüm eserlerinin dökümünü buraya aktarmış
olsaydık, dergimizin bu sayısının tamamını bu 'Tarihi Sevdiren Adam"
olarak ün yapan Ürgüplü Alimimiz Ahmet Refik ALTINAY'a ayırmış, başka bir
yazıya yer vermemış olacaktık. Burada bir hususa daha değinerek yazımızı
noktalıyoruz.
Ürgüp Tahsin Ağa Kütüphanesi gibi gerçekten
zengin bir kütüphanede, 150'nin üzerinde eser veren bu alimimizin sadece 3-5
kitabının bulunması bizleri üzmüştür. İlgili ve yetkililerin bu konuya
eğileceklerini ve vefa borcunu belki de böyle ödeyeceklerini ümit ve temenni
ediyoruz.
Yararlanılan Kaynaklar:
1. Tarihi Sevdiren Adam Ahmet Refik ALTINAY,
Muzaffer GÖKMAN - İş Bankası Yayınları, 1978
2. Alimlar ve Sanatkarlar, Ahmet Refik,
Kültür Bakanlığı Yayınları - 1980
3.
Anadolu şehirleri, Ürgüp ve Nevşehir, Ahmet Refik ALTINAY
İsmet
AKSOY H. Hüseyin DiLAVER- 1998
ÇAĞDAŞ MÜZECİLİK
Bir yabancı uzman yurdumuza gelmiş şöyle dolaştıktan sonra Anadolu'da
kendi başına durmadan akan, ama kullanılmayan ırmağı görünce yanındakilere:
"Bu su akıyor, sizde bakıyorsunuz." demiş.
Bundan 25-30 yıl önceki yurdumuzda zayıf ekonomik durumu ve insanların
çaresizliğini ortaya koyduğundan, bu cümle hemen herkes tarafından her fırsatta
söylenir, insanların bir şeyler yapması gereğini anlatmaya çalışırlardı.
Şimdi köprülerin altından çok sular aktı. Yurdumuzda kocaman barajlar,
dev fabrikalar, tesisler olmasına rağmen, Türkiye ekonomik ve endüstriyel
varlığını nerdeyse ileri ülkeler seviyesine getirmeyi başardı.
Doğaldır ki, üretime dönük fırsatlar tükenmez. Onu değerlendirmek,
ortaya getirilen ekonomik büyümeyi ayakta tutmak için sürekli fırsat yaratmak
ve bundan azami faydalanmak bir ticaret kuraldır. Burada hemen şu soru akla
gelir. Acaba biz fırsatları değerlendirebiliyor muyuz? Tabii ki hayır. Ne
yazık ki, biz fikir üretmeye önem vermiyoruz. Birliği, bütünlüğü yapan ama
kural tanımayan futbolcu örneği, bildiğim bildik, dediğim de dedik! diyor,
başka da bir şey yapmıyorlar.
Geçen gün fotoğraf çekmek için Göreme'nin üst kesimlerine gittim. İnanın
o açık hava müzesinde turist kaynıyordu. Kalabalıktan dolayı izdiham
yaşanıyor, gelenler kiliseleri gezmek için ya sıra bekliyor ya da rahat
dolaşamıyorlar. Daha önceki yıllarda Ürgüp çarşısı da öyleydi. Şimdi çarşının
sessizliğini görenler olanları bir türlü anlamıyorlar. Biz bu durumu geçen
yıllarda duyurmaya çalıştık, ama hiç bir olumlu gelişme maalesef yaratamadık.
MÜZE LAZIM
Her neyse, olayı nakarat gibi tekrarlamak bize bir şey kazandırmıyor.
Ben sanatsal ve kültürel yönden çağı yakalamış ileri ülkelerden bazılarını
gördüm.
Örneğin, Avusturya. En küçük yerleşim birimlerindeki müzeleri tam
görebilmek için en az iki gün gerekli. Hele Viyana'daki o muhteşem doğa tarihi
arkeoloji, halı sanat tarihi müzelerini tam göreyim derseniz bir gün orada
kesin kes kalmanız lazım. Venedik'te öyle... Bizdeki gibi doğal değerler
zenginlikler olmamasına karşın herşey insan eliyle yapılmış. Her yer müze,
kanallar, köprüler, meydanlar. Bir müze var ki anlatmak zor. Müze parkı sanki
"Akademia" tüm ünlü ressamların yapıtları bu geniş müzede
sergileniyor. Resimlerin önüne banklar konmuş, gelenler saatlerce orada
kalıyor ve zevkle seyrediyorlar. Roma'da bir müzeden girip, hemen öbürüne geçiyorsunuz.
Şehirde yüzlerce dev müze var. Floransa'da "Medici" ailesinin
mezarındaki Mikel Angelo heykelleri ve Lorenzo’nun tunçtan kapısı milyonlarca
turisti İtalya'ya çekiyor.
Madem
treni kaçırıyoruz. Ürgüp'te birşeyler yapamaz mıyız? Hitit Tabal medeniyetinin
merkezi olan bu şehirde gelenlerin dikkatle izleyeceği bir "Hitit müzesi
şehrin merkezi yerinde neden kurulmasın? Öyle zannediyorum Kayseri Kültepe
buluntularda teşhir edilemeyen eserler Ürgüp'te kurulacak müzeye yeter de
artar bile. Bir arkeoloji, ya da, zengin etnografya müzesi, bir halı kilim
müzesi yapmak çok mu zor?
YER ÖNEMLİDİR.
Halkın
turizm gelirlerinden yararlanması için yapılmasını önerdiğim bu müze şehrin
orta yerinde olmalıdır. Ürgüp şehir müzesi ana caddeye kadar uzatılmalı, kafeteryadan
kullanılmayan açık hava tiyatro sahası çok katlı müze olarak inşa edilmelidir.
Kayalardan faydalanmak da jeomorfolojik oluşuma çokça uygun olabilir. Çukurhan’ın
üst kesimlerinden Çimenli kayasının altına doğru oyulacak müze mekanı dünya
çapında orjinalite taşır. "Olmaz" diyenler Avanos'ta bir kaya
kütlesinin altında nerdeyse bitmek üzere olan kültür merkezini görebilirler.
Ürgüp'ün 2 km. ötesinde yapılan lokanta disko iyi birer örnek diye, düşünülür
ya da tüm şehirlerde olduğu gibi otobüs terminali biraz uzağa taşınıp, mevcut
saha Ürgüp mimari özelliklerini taşıyan müze haline getirilmelidir. İşte o
zaman turizm tepeden degil, aşağıdan yönetilecek, turizmi başlangıçta yapan,
yaratan Ürgüp halkının yeniden katılımı sağlanmış olacaktır.
İsmet AKSOY- 1998
HİTİTLERDEN GÜNÜMÜZE TANDIR EViMİZ
Tarihi ve sosyolojik yapıyı
derinlemesine araştırmak için yola çıkan bilim adamları gittikleri ülkelerde
her şeyden önce insanların en önde gelen ihtiyaçları olan nesnelerden işe
başlarlar ve sonuca ulaşmaya çalışırlar.
Bir milletin kültür zenginliğini ve birikimini anlamak için bazı önemli
kriterler vardır. Tarihi ve sosyolojik yapıyı derinlemesine araştırmak için
yola çıkan bilim adamları gittikleri ülkelerde her şeyden önce insanların en
önde gelen ihtiyaçları olan nesnelerden işe başlarlar ve sonuca ulaşmaya
çalışırlar. Bunlar mutfak kültürü olabilir, musiki, giyim kuşam, hamam,
folklorik gelenekler, ulusal türeler düğünler dernekler olabilir. Yani insan
herhangi bir ulusun tarihsel yapısını araştırıyorsa en olağan işlerden yola
çıkarak o ülkenin gelişimiyle ilgili verileri tez zamanda bütünleştirir, yazar
ise yazar, gezginse öğrenir, öğrendiklerini zaman içinde başka kuşaklara
aktarır.
Diyelim ki çoktandır ırkını, doğasını, yapısını coğrafik ozelliklerini
duyduğunuz bir ülkeye gezmeye niyetlendiniz bir seyahat acentasından biletinizi
alarak uçağa bindiniz. Söz konusu bir Uzakdoğu yahut Avrupa ülkesine ayak basınca
sizi ilk karşılayan insanlar olacaktır. Doğaldır ki bir otele yerleşip yorgun
değilseniz ilk isteğiniz halkın arasına karışıp birazda kendi midenizi
düşünerek ne yiyip içtikleri ilk ilginizi çeken şeydir. Bu bir mutfak
kültürüdür. Şimdi bazıları ilk
şeylerden biri yiyecekle ilgili olanlar değildir, tuvalet diyebilirler,
doğaldır ki o yöndeki düşünce de
uygundur ve önemli bir araştırma yöntemidir.
Örneğin; bizim hamam kültürümüzün ününü burada bilmeyen olabilir mi?
Tarihe "Turkish Bath" diye geçen hamamlarımızla övünmeyen bir
insanımız var mı dersiniz? Avrupa yahut Amerika’ya Ortaçağda ipek yolunda
seyahat eden Cenovalı İtalyan tüccarlar tarafından taşınan Alaturka tuvaletlere hala
İtalya’nın bir çok yerinde rastlamak olasıdır. Tuvalet, hela, aptesthane,
memişhane, uygur metinlerinde “Batığlık” ya da “ayaklığ” diye ün yapan tuvaletlerin başlı başına bir
tarihi oluşumu serüveni vardır. Anadolu’nun güneyinde ilk ortaya çıkan
tuvaletler Türkler tarafından geliştirilerek kullanışlı hale gelmiş, sonra da
Avrupa’ya "Alla turka" diye dünya kültürüne malolmuştur.
Tuvalet kültürü deyip işi hafife almayalım tabii ben olur olmaz şeylerle
o mekanın içinde duvarlara karalanan şeyleri hiçbir zaman kültür diye
algımıyorum. Anadolu’daki Romalılarda çok gelişmiş Apteshane kültürü vardı.
Onlar altyapıya çok önem veriyorlar, yapının altından geçirdikleri taşıyıcı su
sisteminin üzerine toplu tuvaletler yapıyorlardı. İlginçtir klozeti
geliştirenler ve ilk umumi helaları halkın hizmetine sunanlar Vespasianus devrinde
(M.S. 69-79) Romalılardır ve ilk paralı tuvaletlerdir. Keşke icad
etmeselerdi... yazımı okuyanların bıyık altından hafifçe güldüklerini
anlıyorum. Neyse biraz fazla olduk bu konuda, en iyisi bir başka önemli konuya
taşıyalım okuyanları.
Bizim kültür mirasımız hamam geleneğimiz demiştik, hoş onu da çoktandır
biz kullanamıyoruz. Ülkemize gelen turistlerin çok hoşuna gidiyor olmalı ki
belli zamanlarda hamamı tümüyle kapatıp
diledikleri gibi temizleniyorlar. Eğer niyetlenip hamama gitmeye karar vermişsek, sayın başkanımız Ali Akuzun
gibi bir çoğumuz hamam kapanmış olduğundan kapıdan tersyüz geri dönüyoruz.
Şimdilerde herkes evlerinde geliştirdikleri ama hiçbir zaman bizim tarihi
temizlenme alışkanlığımızın yerini tutmayan, terleyemediğimiz, toksik nesneleri
atamadığımız modern banyolar tarihi binalarımızı siliyor ortadan kaldırıyor.
Ürgüp gibi bir küçük yerleşim yerinde 4 hamam olduğu söylenir. Ben üçünü biliyorum da, bir tanesini bulamadım.
Konudan hep uzaklaşıyoruz galiba ama burada şu söylenceyi de anlatmadan geçmek
olmaz. Zamanında şehrin merkezi bir yerinde cami inşaatı başlatılmış, yapım işi
bir hayli ilerlemiş işçiler durmadan çalışıyorlar ama bir çalışkan işçi var ki
o gün işe başlamıyor ve cami inşaatı etrafında dönüp duruyor. Sormuşlar neden
gelip çalışmadığını. İşçi hamamcı olduğunu, yıkanamadığını söyleyince hemen
orada çalışanlar cami inşaatını olduğu gibi bırakıp oraya yakın bir yere ilk
önce hamam yapmışlar. İslam dini temizlik dinidir. ibadette yıkanmak ibadetin
esası temelidir. Cami aptesthanesiz olmaz. Büyük Külliyelerimizde hamam, okul
(medrese), şifahane (hastahane), imarethane (aşevi) aciz insanlara yardım
kurumu Darülaceze hep birlikte kurulan büyük kültür mirasımızdır.
KENDİ
MUTFAĞIMIZI TANIMALIYIZ
Geçen dönemde turizm bakanlığı
yapan sayın Işılay Saygın hatırladığıma göre turistik tesislerde alafranga
yemekler yerine kendi yemeklerimizin servise konmasını ısrarla istiyordu.
Bakan Ürgüp'e gelince bir de uygulama yapıldı. Ürgüplüler Derneğinin evlerde
yaptırıp misafirlere sunduğu yöresel yemekler çok beğenildi ve takdir topladı.
Bakan bu olayı Meclise götürüp turizmcilerden yeni uygulamalar beklediğini
söyledi, ama bu sadece sözde kaldı.
Geçen günlerin birinde
Ürgüp'te bir kaç yıl kalıp kendini sevdiren memurlarımızdan birinin uğurlama
gecesine gitmiştik. Burada otelin adını vermek pek uygun değildir. Yemekli bir
toplantı olduğundan aç olarak gitmek iyi olurdu. Zira tanınmış bir otelin
pişireceği yemekler farklı ve lezzetli olur diye düşünüyorduk. Masalara
oturduk. Önümüze değişik soğuk mezeler kondu. Biraz atıştırdık ama herkes çorba
türünden bir şeylerin önümüze konmasını bekliyordu. Ama öyle olmadı. Epey bir
zaman sonra Avrupai bir tarzda unda kızartılmış yeşillikle süslenmiş biftek türü
et yemeği getirildi, üstelik olarak daha önce naylon torbaya sıkıca bağlanmış,
masalara konan elma ve portakal vardı.
Benim edindiğim o anki
düşünce olumsuzdu. Herkes o yemeklerden doğrusu bir şey anlamadı.
Eğer tüm oteller batı türü yemeklerle servis yapıyorlar ve bir şeyler
yapıyoruz zannediyorlarsa çok yazık oluyor
bence. Eğer Yunanistan’da başarılı bir turizm varsa, bizden kopya edip misafirlerine
sundukları Türk yemekleriyle başarı sağlıyorlar. Bunu dünya biliyor, yazıyor
tartışıyor. Onlar kahvemize, helvamıza, tatlılarımıza, dolmalarımıza hepsine
sahip çıkıyorlar ve bunda büyük başarı elde ediyorlar. Bana sorulursa ben bu
olayı pek anlamıyorum. Eğer bir başka ülkeye gidersem orada bizim yemeklerimizi yemem. Benim için
o ülkenin mutfağı önemlidir. Nitekim zengin italyan mutfağı, İtalya’da
gördüğüm en tatlı anıdır, unutmak da mümkün değildir.
Alman yemek çeşitlerini de biliyorum. Bir elin on parmağı kadardır.
Ben Almanya'da bir yıl çalıştım. 1963'de oraya gidenlerden biriyim.
Çalıştığımız yerde yemek verilirdi. Almanların en önemli yemekleri et
kızartmaları, patatesle ilgili çok az çeşit, bir de "knotel" denen
köfteleri ve tavuk kızartmaları vardı. 30-35 kadar işçimiz o yıllarda
yemekhaneye çıkar, eğer kızartma varsa domuz etinden şüphelendiğinden onu yemez, hep piliç çıkarsa
diye yemekhaneye giderlerdi. Ekşimsi bir tadı olan köfte bizim damak
zevkimize uygun değildi. Çoğu zaman işçiler oradan aç dönüyor çantalarında bir
şeyler götürüp karınlarını doyuruyorlardı. 15 yıl kadar sonra tekrar gittiğimde
Alman mutfağı değişti ve zenginleşti. Başka ülkelerden Türkiye, İtalya,
Yugoslavya, İspanya işçileri oraya yemeklerini götürdüler, adımbaşı lokantalar
açıldı. Şimdi orada canımız ne isterse onu buluyorsunuz.
ANLAMAK ZOR
Bizim mutfağımız bence dünyada rakipsizdir. Eğer yemek çeşitlerini
öğrenip hepsini yapayım derseniz boşa uğraşmayın bu on binlerle anlatılmaz, her
yörenin binlerce çeşit yemeği vardır. Büyük bir medeniyetin beşiği olan,
üzerinden bir çok kavimler gelip geçen Anadolu’nun insanına mutfak büyük bir
armağandır. Hatti ve Hititlerden kalan "tandır" kültürü bile
erişilmez zenginliktir. Burada tandır yemeklerini, yahnileri, et yemeklerinin
birçok çeşidini saymak mümkündür. Günümüz
mutfağı bir şaheserdir.
Biz bazı şeyleri kaybedince anlıyoruz. Avrupa müzeleri Anadolu’dan
giden eserlerle doludur. Bizim sahip çıkmadığımız şeylere Avrupalı Amerikalı
dört elle sarılıyor. Sonra biz istesek de onu geri alamıyoruz. Neden bize en
çok gelen batılı turistlere kendi yemeğimizi tanıtmıyor, onların yemekleriyle
kendilerini ağırlıyoruz? Turizm dilinde bu orijinal değildir. Pek ilgide
çekmez. Bari Çin yemeklerini, Japon yemeklerini, onların önüne koysunlar, bu
bir deneyimli turizmci tavsiyesidir, oldukça da ilginçtir. Bilmiyoruz ama
galiba bu biraz da kolay kazanç yöntemidir.
FATİH'İN PAPAYA MEKTUBU
Batılı bizim her şeyimize sahip çıkar. Bizde bir ozanlık geleneği
vardır. Bu Anadolu'da İzmir'de yaşadığı bilinen tesadüfe bakınki iki gözü de görmeyen Homeros’la başlar, başarılı
bir şekilde aşık Veysel’le doruğa ulaşır. Roma dönemi "Anadolu’nun
batısındaki İyon uygarlığının temsilcisi olan Homeros'un iki önemli şiir kitabı
vardır. İliyada ve Odissea, İsa'dan dokuzyüzyıl önce yaşayan bu ozanın
şiirleri tüm batı okullarında okutulur ve tüm insanlar onun bazı eserlerini ezbere bilir. Hele
Yunanistan'da yabancı turistler onun şiirleriyle karşılanır, egzotik bir duygu
yaratmaya çalışırlar, tabii başarılı da olurlar.
Şeriatçı ve katı dindarlar kızacaklar ama Fatih Sultan Mehmet Anadolu
iyon kültürünü araştırmış, öğrenmiş ve okumuştur. O zamanlar Avrupa'da
Homeros'a sahip çıkıldığını görünce, dayanamamış “Papa’ya” içeriğini tam
bilmediğimiz bir mektup yazarak nedenini sormuştur. Doğrusu araştırmaya değer
bir konudur bu. Biz şimdi onlardan ne varsa yıkmaya çalışıyoruz. Başta
mutfağımızın değerini bilmiyor, bilemiyoruz, yazık oluyor çok yazık. Fatih'i
tanımak bakımından şu da çok önemli bir bilgidir. Kendi zamanında yaşamış olan
Makyevelli'nin (il Principe ) adlı eserini Türkçeye çevirtmişti. Hayatta olsa milli sorun olarak
karşımıza çıkan turizm organizatörlerine nasıl öneride bulunurdu? Yalnız onu
değil bu konuda Atatürk'ün ne düşüneceğini de merak ederdim. Alaturka diye de
gelişen mutfak yemeklerimizin pide, mantı, helva, dolma ve birçokları gibi
çoktandır başka ülkelerin patentine geçtiğini bilmeyenimiz kalmadı da, biz
onların modern diye düşünülen yemeklerini halkımıza öğretmek ve yedirmekte
zorluk çekeceğimize göre, yakında tandırımızı da yemekhanelerinin orta yerine
monte ederek ziyafete başlarlarsa, ben şaşmam ve şunu derim “iş bilenin, kılıç
kuşananın” .
Kaynakça:
1- Anadolunun Öyküsü, İskender Ohri
2- Düşün yazıları - Cevat Şakir
3- Sanat Tarihi
Araştırmaları Dergisi - Sargon Erdem
İsmet AKSOY-1998
ÜRGÜP’TE ANADOLU UYGARLIĞI VE TARİHİN İLK
GÜNEŞ
GÖZLEMEVİ
Tarih
binlerce yıl ötesini anlatsa bile yaşamalıdır. Okuduğunuz tarih sizin
ilgi alanınızın kapsamı içinde ise, o yaşayan tarihtir ve böyle bir tarihinde
ölüsü ve dirisi olmaz. Şahsen ben Mezeolitik ve Neolitik çağ Anadolu Tarihini
okurken heyecan duyuyorum. Hele Hitit ve Selçuklular tarihi bana doyumsuz bir
zevk veriyor. Osmanlı tarihini mecbur kalmadıkça okumuyorum zaten o dönemi de
pek bildiğim söylenemez. Okumuyor ve ilgi duymuyorsanız, nereden bileceksiniz?
Osmanlı sanatsal yönden zarafetin ve inceliğin doruğa ulaştığı bir zaman
dilimi. Hitit ise kaba saba Yıldız, Aslan, Kartal, geometrik motifler
inançlarının verdiği Güneş, boynuz ve başka simge, semboller bütünü ve tam bir
Anadolu.
Dergimizin geçen sayısında Mitolojiyle ilgili
Arkeolog Şinasi Başal'ın çok ilginç ve doyurucu bir araştırması vardı. Ben o
yazıyı belkide 10 kez okudum, üstelik müthiş bir heyecan duydum. Osmanlı
tarihine bigane kalışımın bir takım sebebi olmalıdır. Babam bizim hiç
tanımadığımız Dedemin 80,000 kişinin can verdiği Sarıkamış yollarında Sivas'ın
Suşehri yakınlarında bir haşarat hastalığı olan tifüs'den öldüğünü ve mezar
yerinin ise bilinmediğini öldüğü zaman 8 yaşlarında yetim kaldığını; anlatırdı.
Tabii o zamanlarda 8 yaşında bir
çocuk annesiyle babasız kalmışsa, çektiği sıkıntıların anlatımı insana acı ve
üzüntü verir. Burada
o durumu anlatmaya gerek yok, zaten konumuz da başkadır.
Ben
yakınımızda olan Develi' yi pek severim. Ailemde kervancı başı yok. Ürgüp'ten
farklı olan ve ağaça ve yeşilliğe fazla önem vermeyen bu bozkır görünüşlü,
kazanın tarihi kişilik olarak bir Seyrani babası var, birde, muhteşem
denilebilecek Erciyas dağı manzarası. Sevmem develerle ilgili olduğundan
değildir. Eğer yolum bu kesime düşerse,
bende anlamadığım bir rahatlık başlar yani dinlenirim. Nedenini yıllar sonra buldum.
Annemin babası Ürgüp merkezindeki Çarşı cami imamlığı yapardı. Gençlik
yıllarında Develi, yakınlarındaki Sindelihöyük köyünde henüz biz ortalıkta
yokken imamlık yapmış. Yani Annem o tarafların yemeğini yemiş, suyunu içmiş o
yüzden içimdeki kıpırtı duygusal bir bağlantı ile ilgili. Ben Hitit tarihini
seviyorum ve inanıyorum ki ailem ellerinde ok ve yayla bir savaş sonucu
Anadolu’ya akan insan seliyle, akıncılarla gelmedi. Benim içimdeki duygu bu
konuda bana hep direniyor. "Sen diyor Anadolunun çok eski ırklarından olan
bir kavimin insanısın, neden Hititli olduğunu unutuyorsun.?" diyor. Ve
ekliyor "senin yurdun ve yuvan doğuştan bu taş ve kayalarıa ilgili, şu
yüksek yerlerde gördüğün mağara ve mekanlarda senin eski ocağın evin, barkın."
Eğer
elimde bir fotoğraf makinasıyla dağ tepe geziyor, görüp karıılaştığım tarihi
yerlerin fotoğrafını çekip belgelemeye çalışıyorsam nedeni dizginleyemediğim
bir fırtınanın, bir sesin bana verdiği tepkinin sonucudur .
Şayet
benim Ailem, yahut Ocağım, Obam M.S. II.nci yüzyılda Anadoluya gelenlerden ise,
yollarda çok büyük zorluklarla karılaşmış, sıkıntılar çekmiş olmalıdır. Ruhumun
derinliklerinde bunu da durmadan arıyorum. Egom bana bu konuda da olumlu yanıt
vermiyor. Sıkıntı ve zorluk emareleri var da zamanlamanın doğru olmadığı
kırıntıları ortaya çıkıyor.
Bizim
insanımız uygar ve ileri ülkelerin aksine zaman diliminin derinliklerine tarih
diye bakmıyor. Yani çoğu kimselere göre bu ölü tarih oluyor. Ölmeyen tarih
bazılarına göre Osmanlı. Onda ne ararsan var. Delikanlılık, futuhat, şatafat,
sefahat var. Her yere ulaşmak, genişce alanlara devlet kurmak, hükmetmek var.
Saraylar, cariyeler, sazendeler,rakkaseler var. Arap çölleri, Yemen elleri var.
Benim usum bana 6000-7000 yıl öncesi Asya menıeli bir ırkl gösteriyor.Belki Yakut,
belkide Gırgız.
HATTİLER, HİTİTLER
M.Ö.
1296 yıllarında Kadeşteki Mısır-Hitit savaşında Hititlerin ordusunda 9-10 çeşit
farklı ırktan olan askerler var. Hititlerin Kafkaslardan Anadolu’ya geldiğini,
ama hangi ulus insanı olduğunun tam bilinmediğini tarihler yazıyor. O dönem
yazılı metinlerinde Anadolu'da şaman kökenli Gırgızitlerin varlığı da
biliniyor.
Şu
halde, Asya kökenli insanlar Anadolu'ya tarih öncesi zamanlarda gelmişler,
yerleşmişler. Söz Hititlerden açılmışken bu konunun üzerinde isterseniz biraz
duralım. Hitit İmparatorluğu 1200 yıllarında dağıldığı zaman, başlangıçtaki
yerde olduğu gibi tekrar küçük şehir devletlerine dönüştü. Başlangıçta birlik
oldular, sonra yine ayrıldılar. Kayseri, Niğde, Ürgüp üçgeninde Tabal Krallığı
kuruldu. Tabalın anlamlı bizim milli bir çalgımızla ilgili. Hititlerin
başlangıcındaki ilk Kralının adı Anitta, Pithana oğlu Kral Anitta. O zamanlar
bize çok uzak olmayan bir kesimde Neşa'da, isim bizimde bugün kullandığımız
neşeden geliyor. Muhtemelen Kültepe ile savaşlar yapılıyor. Gece baskınlarıyla
Neşa çökertiliyor.
AH BİR
KALEMİZ OLSA
Belli
ki Anitta’nın oturduğu ve Hitit devletinin temelini attığı yerde onların
güvenliğini sağlayacak bir Kaleleri yok. Kral halkına hep "ah bir kalemiz
olsa, topraklarımızı genişletebiliriz ve herkes o zaman bize boyun eğer",
diyordu. M.Ö. 1800' lerde kurulan ve 1600' lere kadar iki asırlık sürede kale
bulunmuş ve devlet oradan mükemmel bir şekilde yönetilmiştir. Burası bir ön
kaledir, halen Ürgüp’teki Kadı kalesidir. O zamanki adı Katu Gala idi. 13.ncü
asırda Selçuklular buradaki bazı tarihi izleri silmek için Temenno'yu
Temenniye, Katu Galayı’da Kadı kalesine dönüştürdüler. Katu Gala, Hatti
Ülkesinde Ana Tanrıça Kybele'ye de yerleşme mekanı olmuştur. Tarihler Kybele
inancının bir Kapadokya inancı olduğunu yazıyor. Güçlü devletin düşmanları da çoktur. Ana mekan olan
ve Kayseri, Niğde, Ürgüp üçgeninde doğan devletin güvenliği elbette önemlidir.
1600.ncı yüzyılda Labarnaş, Başşehiri daha emin bir yere Hattuşaş’a taşıyor.
Asurluların
etkisi ve Hititlere karıı istekleri hiç bitmiyor. Doğaldır ki, sınırları da
genişletilip Maraş üzerinden Suriye'ye kadar yayılıyor. Ürgüp, Kayseri, Niğde
hep bir kale görevini yerine getiriyor. Bakın Katu Gala, ya da Temenno nereden
çıktı? diye sorulabilir. Hititlerde bir Tanrıça inancı var. Bu o zamanki bir çok güçlü devletleri
etkiliyen ve bir Önasya inancı olan İştar'dır. Geçtiğimiz aylarda bu tanrıça
sembolü olan Hat-Hor boynuz yontusu Temenni kayasının ön yüzeyinde bulundu.
M.Ö.6000 yıllık bir ilk çağ inancı olan bu Tanrıça hep Ana Tanrıça Kybele’yle
birlikte olmuştur. Anatanrıça Kibele mağaralar, derin vadiler, ormanlık ve
ağaçlıklar Tanrıçasıdır. Mitolojide doğurduğu tanrıları hep yerin altındaki
mağaralarda doğurduğu anlatılır. Kibele'nin kutsandığı yerler ise, vadilerdeki
karanlık yerler, tepelerdeki mağaralardır. Bu gibi yer ise Kayseri ve Niğde ve
civarında yalnız Ürgüp'te vardır. Kapadokya'nın Aproditi ise Tanrıça İştar'la
özdeşleştirilerek Roma'da da bir inanç
biçimi olmuştur.
ÇOK ÖNEMLİ BiR RASTLANTI
RASATHANE GÜNEŞ GÖZLEMEVİ
Roma'da
da bir inanç Anitta’nın Neşalarla savaştan sonra büyük Hitit devletini
kurduğunu yazmıştık. Bir Hitit Kralı şöyle diyor. "Bizim kalemiz sağlam ve
taşlık kayalıktır. Düşmanın kalesi ise kumdandır." Bu konudaki yazıtlar
bizim bulgularımızı doğruluyor. Düşman diye düşünülen yerin karşısında hedef
olan ilk kale Kadıkalesidir. Sonra Ortahisar ve Uçhisar. Geçtiğimiz günlerde
ben bu güçlü uygarlıkların Rasathanesini yani Güneş gözlem evini Ürgüp
yakınlarındaki bir köyün üst kesimlerinde buldum. Burası Karlık vadisinin sol
üst kesiminde bir yerdedir. 6 yıldan beri yurdumuzda çalışan araştırıcı bir
Amerikalı John McDonalt bana burayı gösterdi. Hakikaten gözlerime inanamadım.
Bu muhteşem bir şeydi, zira bilim
Dünyasının bu Güneş Gözlemevinden haberi yoktu. Gözlemevi Güneşin batış
noktasına hakim bir tepeye kurulmuş, beş veya altı kişinin sığabileceği bir
mekan olarak hazırlanmış. Kayadan oyulan yerin ön yüzeyinde Güneş Tanrı ve
Tanrıçasını simgeleyen iki kuş yontusu var. En üstte iskemlevari kayadan oyulan
iki adet gözlem yeri hazırlanmış, güneş
gözlemevinin sol üst tepesinde yarım daireli bir saat çizilmiş, tabii
üzerindeki kayaların gölgesi zamanın ölçüsünü gösteriyor.
Gözlemevinin
iç kısmındaki tavana Güneş sembolü yapılarak binanın ne için kullanıldığı
anlatılmış. Tabi burada en önemli olan şey ise yılın ve ayların yönlerin
anlatılmasıdır. Onu da duvarın sağ kesimine yontmuşlar. Duvardaki Güneş tam
doğu tarafına yontularak yılı anlatmaya çalışmışlar. Burada doğan Güneş güçlü,
zayıf ışık mum ışığıyla anlatılarak Batı
yönüde anlatılmış. En üst kısımda ise Oniki çizgi ile Aylar anlatılmıştır.
Bakın güneş gözlemevleri bir ulusun en değer verdiği bilim ve bilgi evidir.
Mısırda Keops Piramidinin bu işlevi yaptığı bilinir. Asurluların Gözlemevi
Başkentleri Ninova yakınlarında bir yerde idi. Maya’lardaki bu şehrin adı
(Tiahuanako)dur. Yeni bulunan bu yerde önemli bir yontu var. Sivastika haçı, bu
işaret çok eski zamanlarda Anadolu’da hep kullanıldı. Çatalhöyük’teki Neolitik
çağ buluntularındaki seramik kaplarda, Ivriz’deki Tanrı heykelinin elbise
süslemelerinde ve demir objeler olarak obsidiyen taşlarıyla mezarlarda
bulunmuştur. Hititlerle ilgili yazılarda da bu simgeyi görmek mümkündür. Bu
yontu tarihteki en eski gözlemevinin Ürgüp'te olduğunu ortaya koyuyor. Tarih
öncesi Sirius Yıldızının 19 temmuz 4292 de bulunduğu söylenen hem de bir şaman
tarafından Nil yılının Anadolu'da bulunduğunu açıkça ortaya koyuyor.
Bütün
bunlardan şunu anlıyoruz. Ürgüp muhteşem bir medeniyetin odak noktasıdır. Zaten
kıvrımlı haç işareti güneşi sembolize
ediyor, Anadolu’nun kutsallığını anlatıyordu. Şimdiye kadar Temenno Kutsal
kayasını hiç kimse yazmadı. Kadıkalesinin bir yakın zaman kalesi olduğu
zannediliyordu. Biz bu konuda yazarak gelecek kuşaklara birazcık olsun mesaj
iletmeye çalışıyoruz. Bu büyük tarihle övünmek ve gurur duymak bizim hakkımız
olmalıdır. Dünyanın en eski bağcılığı bu taşlık ve kayalık yörede yapılıyor,
Altın, Gümüş, Demir bulunup Toros dağlarındaki madenler işletiliyor. Bronz alaşımı
bulunarak ondan yararlanılıyor. Dünyanın döndüğü, yuvarlaklığı 6-7 bin önce
bilinerek Saat, Ay, Yıl, Yönler bulunuyor. Bu keşifte gölgeler okuma yazma
bilmeyen insanlara ipucu oluyor. Üstelik Ön Asya’lı bir şaman Mısır’a giderek
onlara bu bilgileri verip Krallığa yükseliyor. En mükemmel atlar, hayvanlar bu
bölgede yetiştiriliyor. Mükemmel denilebilecek savaş arabalarını yapıyorlar. Su
kanalları, oturmaya elverişli evler kayalardan oyuluyor. Işıklardan yararlanılıp haberleşme ağı tepelerde
kuruluyor. Böylece taşların ve kayaların arasında mükemmel bir uygarlık
günümüze kadar geliyor. Eğer turizm yapıyorsak bunların bilinmesinde
sayılamıyacak kadar faydalar vardır. Bütün bunların yanında şunu ilave etmek
bence çok gereklidir. Eğer Güneş Gözlemevi varsa ki vardır, Anadolu’da yaşayan
ilkçağ insanı astrofizik olayını keşfederek meteorolojik olayları da belki
yazmamıştır ama bularak hayata geçirmiştir.
İsmet
Aksoy14- 5-1998 Ürgüp
Kaynakça:
1-Taş
çağından Osmanlıya Anadolu. Erhan Akyıldız.
2-Düşün
yazıları. Cevat Şakir,
3-Anadolunun
Öyküsü.İskender Ohri.
4-Temel
Britannica
5-Kosmos:
Carl Sagan
6-Strabon
7-DüşünceTarihi:
Orhan Hançerlioğlu
8-Türkiye
halkının ilk çağ tarihi: Bilge Umar
9-Mustafa
Kaya. Ürgüp dergisi 12.nci sayı.
10-
Emrullah Güney, İvriz Kaya yontusu.
11-
Nihat Aksoy:Ürgüpte Kentsel dokunun gelişimi, korunması ve yapı elemanları.
12-Dilek
Dinç: Boynuz formunun çağlar boyu Anadolu seramik sanatında kullanılması.
13-Güran
Erberk, Anatolishe motive von çatalhöyük bis Heute.
14-C.Cream,
Tanrıların vatanı Anadolu.
15-
Gordlevski, Anadolu Selçuklu devleti
İsmet AKSOY-1998
KAPADOKYA'NIN ADI VE ANLAMI
ÜZERİNE BİR ARAŞTIRMA
Kapadokya’nın uygarlığa
beşiklik etmiş bu tarihi adın anlamı üzerine yapılan yorum ve bulgular hiç bir
zaman doyurucu olmadı. Beyaz atlar ülkesi dendi, ama kelimenin içinde milat
öncesi kavimlerin kullandığı ve konuştuğu at kelimesine benzer bir yapı ve
anlam yoktu. Hititler atlara Ansu-Kurra, Kapadokyalılar Hippos, eski Pers
dilinde güzel atlar anlamındaki at ismi; Huv-Aspa diye söyleniyordu. Hititler
ve Kapadokyalılar atları sevdiler onu yetiştirip işte ve savaşta kullandılar
ancak uygarlığın en üst düzeyinde geliştiği insan hayatının sürekliliğini
sağlayan volkanik ve kayalık bölgenin anlamı atlar değil, 9-10 bin yıllık
kutsal Anadan kaynaklandı. Sözcüğünün ilk hecesi bizim bu gün Kadıkalesi
dediğimiz yerde eski kavimlerin Katu sözcüğününden türedi. Patu ise Hitit
halkının inançlarının değişmesi için yetkilerini aşan ve onları alabildiğine
zorlayan bir Hitit kralının eşi Patu-Hepa’dan aldı.
Ürgüp dergisinde Anadoludaki
ilk çağ inancı olan Kybele tapkısının günümüzdeki Kadıkalesi’nin bulunduğu
yerde başladığını yazmıştık. Eğrimlerin altında doğal şekilde oluşan
kayalıkların arasındaki mağara ve insan eliyle ilkel şekilde oyulan mekanlarda
yaşayan insanlarıyla Ürgüp ta eski çağlardan beri kentsel niteliğini korumuş,
hatta etraftaki yerleşim birimlerini kıskandıracak büyüklüğe erişmişti. M.
Öncesi dönemlerde en büyük şehirlerde nüfus binlere ulaşamazken Ürgüp bir kaç
bini bulan insanıyla o dönemin en önemli kentleri arasında bulunuyordu. Aynı
zamanda merkez durumunda idi.
Merkez durumundaki bu antik
şehrin ortasında milyonlarca yıl önce oluşmuş iki önemli tepe vardır. Bir
tanesi Temenni eski adı ise, Temenno, diğeri Kadı kalesi, eski adı Katu-Gala.
Katu eskiden Anadolu’ya akan ve orada yurt ve mekan tutan Kafkas halklarının
yani Türk kökenli göçmenlerin kadını ya da hatunu. Bu göçlerin başlangıcı
tarihlerin pek üzerinde durmadığı çağlardan nerde ise l0 bin yıl öncesi
başlıyor. Bilindiği üzere ilk çağ insanı Tanrı olarak Ana Tanrıçaya inanıyor ve
onu kutsuyordu. Ana Tanrıçanın bilinen en eski adı Vereşumu’dur. Osmanlı
döneminde bile unutulmayan ve 13. ncü asırda eski kavim izlerinin silinmesi
için adı Kadıkalesi’ne değiştirilen bu yerin adı arasıra Köhne Kadın kalesi
diye söyleniyordu. Bilim adamları Ana Tanrıça inancının Kapadokya inancı
olduğunu her fırsatta yazıyorlar. Ana Tanrıça inancı 9000 yıl önce Anadolu’nun
yerli halkı arasında başlamış, bunlar Hattiler ancak kullandıkları dilin
içinde bizim bugün konuştuğumuz kelimelerin oluşu bu yerli halkın arasında
Kafkasya etkisinin olduğunu apaçık ortaya koyuyor. Gümüşün, altının ilk bulunduğu yer Toros dağları
Tauros diye yazılıyor. Tau bizim Türkçenin karşılığı dağdır. Kafkas
halklarının diliyle ilgilidir.
Gala Kaledir. Eğer sadece
gala dersek burada bir piyesin sahneye ilk konulduğu zamanı anlatır. Katu-Gala
ise bir inanç etrafında toplanan ilk kavimlerin uyanıp bütünleşerek sosyal
anlamda bir birlikteliğe yürüdüğü izlenimini verir. Bir kale ki adını bir kadından
alıyor bu büyük ve saygın hatun için tarihin çekirdek bölgesinde insanlar
kaleye ulaşılmaz şekilde taşlarla duvar örüyorlar. Aynı zamanda sürgü taşlı
tırazlar yapıyorlar. Üstelik sadece söyleniyor ancak doğruluğu kesin olan yer
altından Sivritaş’a su yolu yapıyorlar. Tabii bu kesimde gizlilik gerektiren
hangi şey varsa, o günkü şartlarda hiç bir zorluk inançlı insanları
yıldırmıyor. Bu çaba ve gayreti gerektiren neden ise, bir büyük Tanrıça o
zamanki adı Vereşumu daha sonraki dönemlerde Kubaba diyorlar sonra Hepat ve
Kybele. Bu inanan, insan kitlesine hiç bir zorlama yapılmıyor. İlkel hayattan
birliğe, bütünlüğe Katu galalılar coşkuyla gidiyorlar. Gale sözcüğü Hititlerde
şarkıdır. Ta bize ulaşıyor. Ürgüp'te Halayın adı Gale’dir. O nedenle Kalenin
başına kuş yuva yapmış diyoruz. Yuvanın üstünde bir gelin yatmış. şarkılarımız,
halaylarımız, folklorumuz Katu Gala’yı anlatıyor. Ama her nasılsa tarih
susmuş... Belki de eski adetler, töreler canlanmasın diye bilerek susturmuşlar.
KUTSAL KADIN
VEREŞUMU
Milattan önce 7000 yılları
yani günümüzden 9 bin yıl öncesi az zaman değildir. İnsanlar göçebelikten yeni
yeni kurtulmuşlar ve yerleşik düzene geçmişler. Hep avcılık ve yaban hayatı
yapmak onlara birşey kazandırmıyor. Avcılık ve vahşi hayvanlarla boğuşmak ne
de olsa çok büyük çaba gerektiriyor, ok ve mızraklarla insan hayatı sürekli
sıkıntıya sürükleniyor. Sabah evden çıkan evin erkeği akşama ya geliyor ya da
vahşi yaşam karşısında canını kurtaramıyor, bazan kol ve bacağını kaybediyor
sakat bir şekilde eve döndüğü oluyordu. Evin kadını ise çocuklarına bakıyor,
etraftan ot, yumru topluyor onu bazen ilaç olarak kullanıyor. Erkek dağda,
bayırda, ormanda avlanırken, kadın oturduğu kesime yakın yerlerden bitkisel
yiyecek temin ederek hayatın sürekliliğini sağlıyor. İlk insan, doğuran ve
üreten kadına bir başka gözle bakıyor ve onu yapan ve yaratan biliyor.
Gerçekten bu inanç boşa gitmiyor. Ana Tanrıça kutsiyetine erişmek için doğuruyor,
üretiyor. Üstelik o zamanlarda Toros dağlarından erkekler tarafından yakalanan
yabani boğalar, atlar, koyun ve köpekler evcilleştiriliyor. Evcilleştirme işini
yapan da evde oturan kadın olmalıdır. Tohumlarından faydalanılan ekin
tarlalara saçılıp kültüre alınıyor. Arpa, buğday ziraati, nohut, mercimek,
fasulye ziraati başlıyor. Yabani üzüm çubukları
evlerin önüne taşınıp bağcılık başlıyor. Bol verim elde etmek için kuş gübresi
kullanılıyor.
Avcılık yaparak yaban hayatı
yaşayan insanların içinde akıllı birinin çıkıp insanları yeni devir ve
dönemeçlere sürükleyen onlara tarımı ve üretkenliği öğreten bir kadınsa eğer,
ki öyledir. Onun adı Vereşumu’dur, Kubaba’dır, Hepat’tır. Yani Ana Tanrıçadır.
Oturduğu yerde yüksek yer olan Katu Gala’dır. Onun rahatı için bütün insanlar
seferber olur, Tırazlar, gizli galeriler, sığınaklar, yeraltı geçit ve su
yolları yapılır. Üstelik o kutsal kadını korüyacak insanlar için yemekhaneler
yapılır ve ona yakın kesimlerde inancı kutsayacak zeminler oluşturulur.
PUDU-HEPA
Ana mekan olan ve Ana Tanrıça Kybele’nin
oturduğu mekanı temelkaya olarak düşünen "Tamalkiya" Hattiler sonra
M.O. 1800'lerde Anadolu’nun en büyük devletini kuran Hititlerde, eski kavim
Anadolu insanları gibi kralların eşlerine Tavanana diyorlardı. Tavanana’lar
devlet yönetilirken krallara yardımcı oluyorlar onları karar aşamasında yalnız
bırakmıyorlardı. Ürgüp'te bir başka tepe Temenni’den de bahsetmiştik. Oradaki
kayanın ön yüzeyinde ilk toplulukların aşk ve savaş Tanrıçasının damgası
Hat-Hor yontusunu bulmuştuk. Bu bir boğa boynuzunu ve üzerinde yer yuvarlağını
simgeliyordu. İlk insanın boğayı kutsallaştırması ve ona tanrısal bir düşünce
ile inanması normal olarak düşünülmelidir. Kağnıyı çeken, tarlayı süren, sütle
insanı besleyen bir hayvana elbette saygı ve sevgi duyulmalıdır. Eski çağ
insanı galeyi şarkı bilmiş ise, boğayı ve boynuzunu da üretkenliğin, gücün
sembolü bilerek onu tanrıça inancıyla birleştirmıştır. Çok eskilerden günümüzü
kadar o simgeyı mimaride de kullanarak tarihteki sürekliliği anlatmıştır.
Puduhepa M.Ö. 1275-1250 geç Hitit devletinin krallarından III. Hattuşili’nin
karısıdır. Kendisi Hurri’dir. Hattuşili kral olmadan önce rahip olarak
yetiştirildi. Patuhepa’da Hurrili rahip Pentipsarri’nin kızıydı. Hattuşili
çocukluğunda ağır hastalık geçirmişti. Hastalığın Ürgüp Temennos’unda yaşayan
Tanrıça İştar tarafından iyileştirildiğine inanmıştı. Ayrıca tanrıça İştar’la
ilgili bir rüyayla Hurrili rahibe Paduhepa’yla evlenmişti. Onlara göre çok eski
Anadolu inancı olan Tanrı anaya yani Kubaba’ya halk sonsuz bağlılık
gösteriyordu. Gök tanrısı ve Hurri inancı Hepat çok daha önemliydi. İnsanlar
gerçekleri bulmalı yalnız ahireti düşünmeliydi. Öyle de oldu. Eski çağların
hatun anası unutulmuş, onun yerine İştar düşüncesi ön plana çıkmıştı.
Puduhepa Hitit devletinde protokol kurallarını değiştirdi. Kralla birlikte
mühür yaptırıp Kadeş savaşından sonra Mısır’la anlaşmayı imzaladı. Devletin
geleneklerini yıkıp kadın ana saygınlığını azalttı. Kral ve Kraliçe dini
siyasete alet etmeye başlayınca devlet önemli ölçüde gücünü yitirdi. Devlet te
son yıllarını yaşıyordu. Patuhepa’nın astığı astık, kestiği de kestik oluyordu.
Halk ne yapacağını hangi tanrıya inanacağını şaşırmıştı. Ülkenin dışından
saraya gelen kadın ve hegemonyası devletin üzerine çörekleniyordu.
Devletin başkenti Hatuşaş
ise tanrı ve tanrıçalar orada olmalıdır, diye bir soru akla gelebilir. Belki
halk tanrı ve tanrıçalarını hiç tanımamışlardır bile, çünkü çoğu inanç eski
Anadolu kavimleri yerel beylikleri zamanındaki törelerdi. Bazılarının ünü ve
inananı Anadolu sınırlarını aştı, Asya’ya, Girit’e, Hellas’a geçti. Mekan
hep kutsal ve yerinde kaldı. Yani Kybele Katu-Gala’da, aşk ve savaş tanrıçası
Temenni’de birleşip bütünleştiler. Tabii bu arada Kybele inancı zayıflamış
diğer kale önem kazanmıştı. O zamandan çok önce kayaların altına oyulan
tanrıça evini bugün oydurmaya kalksanız devletin imkanları elvermez, ayrıca da
delilik olarak düşünülebilir. Halk kutsal bildiği tarla ve bağları, mükemmel
evleri ve şarap mahsenleriyle kralların dinlenmek için seçtiği gözde şehrin
adını ilk baştaki Katu-Gala’yı da öne koyarak Katupatukya demeye başladı. Bu
isim hızlı söylenirse u harfi
düşüyor ve Katpatuka oluyordu. Anlaşılacağı üzere Katu’dan sonra gelen Patu,
Tavanana’nın adı Pudu-Hepa şeklinde yazılıyor, okunurken u harfi a ya dönüşüyor
ve Patu oluyordu. Büyük İskender’in Anadolu’yu istila etmesinden sonra
bölgeye yerleşen asker ve kumandanlara Dia-Doklar deniyordu. Eskiden Katpatuka
olan bölgenin adına birde Dok’lar karışınca Kapadokya diye söylenmeye başlandı
ve isim o haliyle günümüzü ulaşmış oldu. Kapadokya’nın kutsallığı Hititler ve
başka uluslar arasında hiç tükenmedi. Dikkat edilirse tanrı ve tanrıçalara
adanan kutsal sunak taşları hep peribacası şeklindedir. Kapadokya adının
Perslerle ilgili olduğunu yazmak ve söylemek yanlıştır. Persler Anadolu’ya
zengin Lidya’lıları paylaşmak için geldiler ve Kapadokya adını hazır buldular.
Kapadokya bağımsız bir devlet olarak onlardan sonra ortaya çıktı.
Kaynakça:
1-Taş çağından Osmanlıya
Anadolu.Erhan Akyıldız.
2- Anadolu Kültür Tarihi.
Ekrem Akurgal.
3- Düşün yazıları. Cevat
Şakir.
4- Anadolunun Öyküsü. İskender Ohri.
5- Kosmos. Carl Sagan.
6- Strabon.
7- Düşünce Tarihi. Orhan Hançerlioğlu.
8- Türkiye Halkının ilk çağ Tarihi. Bilge Umar.
9- Anadolu mitolojisi. Şadan
Gökovalı.
10- Anadolu Uygarlığı. İsmet
Zeki Eyüboğlu.
11- Mustafa Kaya. Ürgüp
Dergisi.
12- Emrullah Güney İvriz
Kaya Yontusu.
13- Nihat Aksoy. Ürgüp’te
Kentsel dokunun gelişimi, korunması ve yapı elemanları. Yüksek lisans tezi.
14- Dilek Dinç. Çağlar boyu
boynuz formunun Anadolu seramik sanatında kullanılışı.
15- Tanrıların vatanı
Anadolu. C. Cream.
16- Anatolishe Motive Von
Çatalhöyük bis heute. Güran Erberk.
17- Mehmet Doyurgan. Halıcı
18- Temel Britannica.
19- Doğunun Prehistoryası. G.
Childe.
İsmet AKSOY-1998
UYGARLIĞIN BEŞİĞİ KAPADOKYA’DA
SPİRAL
YONTULAR
ve Ak Güvercinler
İnsanlık
için, yaşadığı ve birliktelik sergilediği toplum kültürü için gerekli olan ve
bu güne değin ortaya çıkarılıp tartışılmamış Anadolu'daki önemli tarihi
bilgileri asıl uzmanları değil de, omuzunda fotoğraf makinasıyla yorulma nedir
bilmeyip dağ, tepe doğal ve tarihi güzellikler arayan, durmadan araştıran ve
gördüklerini tarihi verilerle bütünleştirip yazıya dökerek kitlelere ulaştıran
yani gerçek değerde fotoğrafçılık tutkusu olanların ortaya koyacağına iyiden
iyiye inanmaya başladım. Öyle inanmasam neden şu an makinanım başına geçip
yanıma da birçok önemli tarihi dökümanları ve kitapları koyarak Kapadokyayla
ilgili tarihi bilgileri didik didik edeyim? Turizmcilik yaptığım yıllar boyunca
hep klasik bilgiler önümüze kondu. "Bilinen bulunan bunlardır, başka da
birşey yok" dendi. Bizler yani turizmciler onları karşılaştığımız yabancılara
anlattık. Az bilgi kırıntılarıyla başarılı olundu mu diye bir soru sorulsa ben
hiç te kötümser olmadığımı rahatlıkla söyleyebilirim. Zira 1950'lerden günümüze
kolay gelinmedi. Bunca turistik tesisler, bunca altyapı kolay kazanılmadı.
Ancak şurası da bir gerçektir. İnsanlar ilim,
bilim, fenle bir çağ yaratmaya çalışıyorlar. 21. asrın hedefi Bilgi Çağı’dır.
Bilgi çağında cılız tarihi bilgiler bize artık yetmiyor. Araştırmak turizm
için yeni bilgi ve bulgular ortaya çıkarmak gerekiyor, yani ülkenizi gelen
misafirlere iyi tanıtıp onlardan bilgi bakımından geri olmadığınızı
kanıtlayacaksınız, onlarla kaynaşıp kültür alışverişinde bulunarak bilgi
çağındaki yerinizi alacaksınız.
SPİRAL YONTULAR
Anadolu
da uygarlık yaratan İlk çağ insanları kaya üstü resimlerini yaparken günümüz
insanının dahi zor anlayabileceği bir motif işlemişler. Bu motifin adı
Spiraldir. Spiral bir çizgidir. Bir noktadan başlar ve çizgi gittikçe sarmal
hale dönüşerek dairevi bir şekil alır. Spiralin insanlığa çok önemli ve
düşündürecek nitelikte bir mesajı vardır. Doğumu ve hayatın ölümsüzlüğünü
anlatır. Yani tek, tek kişiler ölebilir ama tümüyle insanlık yaşar ve
yaşyanlar işi götürür. Spiral motifleri yapan ilk insanlar bu yontuları bir tek
amaçla yapmışlardır. Motiflerin farklı işlevleri vardır. Bu aynı zamanda
bireyleri düşünmeye ve çağı, bulunduğu zamanı aşmaya yarayan dinsel amaçlı
simgelerdir. Simgeler aynı zamanda kültürlerin yani insan yaşantısındaki
bilginin çıkışını ve yayılmasını ortaya koyar. Kapadokya’da bu spiral motifler
çok yaygındır. Tarih öncesi çağlarda yapılan ve günümüze sağlam bir şekilde
ulaşan önemli bir tanesini Ürgüp Yeşilöz Köyü'nün üst kesimlerindeki bir
tapınağın ön yüzeyinde görmek mümkündür.
Aynı güzellikteki spiral motifler binlerce sene
sonra Bizanslılar tarafından Ürgüp yakınlarındaki Pancarlık kilisesinin iki
duvarına karşılıklı şekilde eskiye uygun tarzda işlenmiş, adeta aktarılmıştır.
Bunda ne var? diye bir soru burada akla gelebilir. Çok şeyler vardır ve
olmalıdır. Araştırmacıların ortaya koyduğuna göre, spirallerin yapımının
başlangıcı Anadolu'da milattan 9000 yıl önce başlar ve bir gelenek halinde
yakın zamanlara doğru iner. Aynı zamanda çok tanrılı inancın kutsal simgesidir.
Yakın zamanlara kadar Ürgüp ve etrafındaki binalarda tam aslna uygun değil de
az değişikliğe uğrayıp taş yapılarda, evlerin giriş yerlerinde ve balkon sütun
direklerinde kullanılmıştır. İlk bakışta koç boynuzunu andıran bu motifler ilk
çağ insanlarının ortaya koyduğu spiral sembollerin geleneğinden başka bir şey değildir. Gezip gördükçe aslına aynen
uyan yontuların varlığını da izlemek mümkündür. Motiflerin yakın zamanlarda
yontulmasının amacı tabiatıyla degişiktir. İlk başlarda tapınmak amacıyla
yapılmış, yakın zamanlarda "uğur" diye algılanmıştır. Buna göre
Anadolu insanı geçmişini hiç bir zaman unutmamış, binlerce yıllık bir simgeyi
günümüze şöyle veya böyle taşımıştır.
Spiral kaya yontularının ne amaçla yapıldığını bilim adamları ortaya
koymuşlardır. Doğumu ve ölümsüzlüğü anlatmaktadır. Bize göre 2000 Yıl önceki
insanlardan beklenilmeyecek bir yontu ve anlayışla karşı karşıya bulunuyoruz.
ilk insanlar bu yontuyu başka amaçlarla yapmış olmalıdırlar. Uzaydaki yıldız
kümeleri örneğin Samanyolu da spiral şekle uygun bir şekilde uzayda
devinmektedir. Bu kesimde tarihin en eski gözlemevinin varlığını dergimizin
geçen sayısında ortaya koymuştuk. İlk çağ insanlarının gerçekte düşünen ve de
çok önemli Kozmik sırları da bildiklerini gösteren simgeyi kaya yüzeyine
işlerken, kendilerinin pek boş yaratıklar olmadıklarını bize anlatmaya
çalışmışlardır.
Bir başka yontuyu Ürgüp’ün Temenni Kayası'nın ön
yüzeyinde rastladığımız Hat-HOR boynuz yontusunu anlatıyoruz. Bu form ilk
insanın boğa ile yaşantısını, sabanını, çiftini, çubuğunu, kağnısını anlatmakta
onu spiral yontuyla eşdeğer bir kutsallığa eriştirmektedir. Spiraldeki amaç,
ana tanrıçayı öne çıkarmaktır. Oysa Temennideki yontu aşk ve savaş ilahlarını
kutsamak için yapılmıştır. Yani burada anlatılan hep Anadoludur. Yazımızın
başında tarihsel kültür zenginliğimizi uzmanların değil de, bizim gibi
araştırma meraklısı insanlar tarafından ortaya konulabileceğini yazmıştık.
Uzmanlar bir yere gelip takılıyor sabit ve katı bir anlayışla "dediğim,
dedik" diyor. Biz tarımın Kapadokya'da bu tepelerde ve derin vadiler
arasında başladığını, bol verim elde etmek için Güvercin gübresinin
kullanıldığını, bunu kanıtlamak için de ulaşılamayacak yüksekliklerde bulunan
güvercinliklerin varlığını kanıt olarak ortaya koymaya çalışmıştık. Oysa,
uzmanlar, güvercinliklerin I7.ci yy.'da yapımının başladığını anlatıyor. Ben
bütün bunları hayretle karşılıyorum. Spiral yontularının olağanüstü anlamlarını
da size bu yüzden ortaya koydum. Doğrusu Kapadokya'daki insanlık tarihinin
izlerini, yaşantılarını bilmesem ben de ortaya koyduğum verilerin doğruluğundan
şüpheye düşer, "ben yanılmışım" derdim.
GÜVERCİNLER
Bu gidişle uzmanlar arıları, balı, peteğini arıcılığı da aynı tarihlere
oturtacaklar gibi geliyor bana. Yani "Kapadokya'da insanlar eski çağlarda
bal yemeyi de bilmiyorlardı" diyeceklerdir. Eh ne yapalım? Bari şu kaya
damları, yeraltı şehirlerinin yapımını da bizim zamana getirip işi
bitirseler. Bakın Ana-Dolu ismini biz anlıyoruz. Anaların bu vatan yüzeyinde
doluluğunu anlatıyor bu kelime. Ana varsa simgede, spiral yontu da var, hayat
da, yaşam da var orada, yani bir çaba ve gayret vardı, tüm bunlar yaşamak, daha
iyi yaşamak içindir. Tarih öncesi çağlardan başlayıp Anadolu'da bizim tam
anlamıyla kavrayamadığımız 30 uygarlık yaşamış. Büyük uygarlıklardır bunlar ve
hepsinde bizler varız, yapan da yaratan da bizleriz. Bilgilerin ortaya
koyduğuna göre Kapadokya'yı tümüyle etkileyen bir Ana Tanrıça inancı var. Bu
inanç milattan önce 9000 yıllarında başlamış. Tarihler tarımın başlangıcı
olarak o zamanı belirliyorlar. İnsan Anadolu'da karnını doyurmak için avcılıktan
ayrı alternatifler aramış ve toprağa yönelmiş, yani tohumu toprağa atmaya
başlamış. Baba dağda, bayırda avlana dursun, ana evin etrafındaki arazide
yaşam için bitkilerin insana fayda sağlayacağını onu yetiştirip büyütürse,
neslinin aç açık kalmayacağını da keşfetmiştir. Bilim adamları bunu başaranın
da bir kadın olduğu ve o devirde yaşayan insanların bu dişiyi Tanrıça yerine
koyduklarını ve bu kadının Kapadokya'da yaşadığını yazıyorlar. İsterseniz
burada bir tarihi bulguyu ortaya koyarak yazımıza devam edelim. Şimdiye kadar
biz günümüzün GÖREME'sini duyduk, ancak o ismin nereden ve nasıl bize
ulaştığını öğrenememiştik. Yani KORAMA diye geçen bizim Turistik kesimin adı da
ta eski çağların Tarımcı kutsal anasından kaynaklanmakta, ilk başta KUWA-URA-UMA
yüce Ana tanrıçanın halkı diye adlandırılmakta idi. Kuwa-Ura-Uma Ürgüp'teki
Katu Ana'nın ta kendisidir.
Katu ana'nın bir çok simgeleri olduğunu biliyoruz. Bunların içinde şahin
dediğimiz kuş vardır. Kartal, Aslan gibi hayvanlar vardır. Ama bir tanesi vardır
ki, o çok önemlidir, bu günümüzde evlerimizin önünde, camilerimizin avlusunda,
tarla, bağ ve bahçelerimizde önümüze çıkan uysal ve güzel bir kuştur. Yani güvercinlerdir.
Ana tanrıçanın tarımcı olduğunu biliyoruz. Toprağa ilk attığı tohumun filizlendikten
sonra o yıllarda büyüyüp serpilmesi için kafasını gök yüzüne çevirip yağmur
beklediğini görür gibi oluyorum. Haydi yağmur yağdı diyelim, hafif çiseliyen
yağmurdan sonra bulutların arasından süzülen güneş ışınlarıyla ortaya çıkan
yedi renkten oluşan Gök Kuşağı, insanları hep cezbetmiş ve düşündürmüştür. İlk
çağ insanına göre Ana Tanrıça güzeldi. Ayrıca doğurgan ve üretkendi. Gök Kuşağı
da güzelin güzeli. Şu halde Gök Kuşağı da tanrıçanın simgesi olmalıdır, denmiş
ve simgelere o da eklenmiştir. İnsan denen varlık yaratıldığı günden beri
düşünme eyleminin içindedir. Hep düşünmüş, düşünerek bizi bu günlere
getirmiştir. Toprağa tohumu atan insan bitkinin büyüyüp serpilmesi için toprağın
kazılacağını, yabani otlardan temizleneceğini, tam verim elde etmek için onun
birşeylerle beslenmesi gerektiğini, sulanmadığı takdirde büyüyüp boy
vermeyeceğini düşünmüş, yerinde ve zamanında müdahale ile tarımda başarı elde
etmiştir. Tabii gübreyi de keşfetmiştir. Bunu çevresinde ilgiyle izlediği
güvercinlerden evcilleştirip beslediği hayvanlardan temin etmiştir.
Bizim son sistem tüfeklerle onları vurup
düşürdüğümüze, kızartıp mideye indirdiğimize bakmayın, çok eski çağlarda güvercinlerin
Kapadokya'da dokunulmazlığı vardı. İnsanlar onlarla iç içe birlikte yaşıyorlar,
onları hayatımızın bir parçası sayıyorlardı. Belki ilk çağlarda, 17.ci asırda
giriş yerleri kapatılan, önü değişik
motiflerle süslenen, kuşların rahat yuvalanması için taka sistemi getirilip
geliştirilen güvercinlikler yoktu. Ama güvercin ve kuş evleri Kapadokya'da
ilkel de olsa hep vardı. Zaten düzenlenip bakımlı hale getirilen bir çok
mekanlar çok eski zamanlarda oyulmuş olarak nesilden nesile bazen kuş evleri
bazan da farklı amaçla kullanılmıştır. İlk zamanlarda Ana Tanrıça'yı simgeleyen
güvercinlerle insanlar tarih boyunca ilgilenmiş onu üretici Tanrıça İştar’ın,
Gök Kuşağı Tanrıçası İrisi'in, aşk tanrıçası Aphrodit’in sembolü saymışlardır.
Tanrıça inancı Anadolu'da bir gelenektir. Kayalardaki sarmal motiflerin felsefesine
göre inançlar farklı isimlerle bütünleşmiş ve kaynaşmıştır. İslam'da da
güvercin kutsaldı. Safiyetin, dürüstlüğün barışın simgesidir. Dikkat edilirse
gök kuşağını da inançlarına simge olarak katan ilk çağ insanı, güneşin yedi
rengini güvercin tüylerinde görerek buna anlam vermeye çalışmış, ruhların
onunla cennete ulaşacağına inanmıştır.
Kaynakça:
İsmet Zeki Eyüboğlu; Anadolu Uygarlığı,
İsmet AKSOY; Ürgüp'te Anadolu
Uygarlığı ve Tarihin İlk Güneş Gözlemevi. İsmet AKSOY; Kapadokya’nın Adı ve
Anlamı Üzerine Bir Araştırma. Ürgüp Dergisi 17 nci ve 18 nci sayıları
Bilge Umar; Anadolu'da
Tarihsel adlar.
İsmet AKSOY-1999
UYGARLIK
TARİHİNDE GERÇEKLER, YANILGILAR VE
KAPADOKYA
İnsanlığın çok eski
çağlardan başlayıp günümüze kadar hangi aşamalardan geçtiğini, başdöndürücü bir
uygarlığa hangi zorluklar ve çabalardan sonra ulaştığını öğrenmek isterseniz,
büyük araştırmalardan sonra kaleme alınmış bilimsel kitapları bulmalısınız.
Okuduktan sonra görürsünüz ki kulaktan dolma bilgiler sizi boş yere oyalamıştır.
İlim ve bilim yolunda Dünyanın geçirdiği aşama çok zor ve oldukça sıkıntılı
olmuştur. Örneğin, Ay, gün, Yılla ilgili keşifler bize basit görünse bile çok
önemlidir, insan hayatını derinden etkileyen ve onun kaderini değiştiren
bulgulardır. Bu uğurda araştırma yapan, çaba gösteren, bilgileri insanlığın
hizmetine sunan bilginler doğrusu takdire layık olmalı ve onlar hafızalardan
silinmemelidirler. Tarihteki bu işin öncülerini biliyoruz. Ancak bilinenler
derin araştırmaya dayanan bilgiler olarak karşımıza çıksa bile, eksik olan ve
hatta çelişki yaratan fikirler vardır. Bu fikirler önümüze konunca kendi
kendimize sormamız gereken sorular kafamızda belirmekte, denilebilir ki; bizi
şüpheye sürüklemektedir. Bilgi ve bulguların anlamıyla sonuca ulaşması
bakımından belki de keşiflere şüpheci yaklaşmak en doğru olan yöntemdir. Bu
yazımızda da bu konuyu ele alıp kafamızda beliren sorulara yanıt bulmaya
çalışacağız.
Bir
biyoloji uzmanı ve tarihci Homer Smith, M.Ö. 19 Temmuz 4292 tarihinde 365
günlük Sirius Yılını bulan, o devirdeki Mısır’da yağmurun ne zaman yağıp Nil
nehrinin ne zaman taşacağını, iyi mahsul elde etmek için toprağın ne zaman
bellenip tohumun tam ekilme zamanını yanılmadan söyleyen bilginin şaman
olduğunu söylediği zaman, bilim dünyası bir bocalama geçirmiş Homer Smith'in
bulgularını şüpheyle karşılamıştır. Şaman inançlı olan ulus ve halklar
Kafkasyalıdır. Tabii burada akla ilk başta gelenlerde Türkler olmalıdır. Eğer
işin içine Türk karışmışsa, bilim Dünyası ona hep şüpheci yaklaşmıştır. Tarihin
her döneminde Mısır’la Anadolu’nun bir ilgisi, bir yakınlığı olmuştur. O
dönemlerde arayış içinde olan insanların sahili izliyerek bir başka ülke ve
uygarlığa kolay ulaşmak düşüncesi, Mısır ve Anadoluyu diğer uluslardan farklı
bir konuma getirmiş olmalıdır.
Sirius Nil yılının
bulunuşundaki detaylı bilgiler nelerdir? İnsanlar acaba o dönemde bile
dünyanın yuvarlak oluşunu, ya da güneşin alev topu oluşunu biliyormuydu?diye biz
düşüne duralım, çağımızın bilim dünyası olayın bize yıl olarak çok uzak
olmasından üzerinde pek fazla durmamış gözünü bize daha yakın olan bir başka
Bilgin'in buluşlarına çevirmiştir. Bu bilgin Anadoluda M.Ö. 624-547 yıllarında
günümüzün Milas’ında yaşayan teori ve buluşlarıyla çağları etkileyen
Thales’tir. Thalesin en büyük buluşu 28 Mayıs 585 tarihinde güneşin
tutulacağını önceden bilmiş olmasıdır. Yani insanlık Ege’de 2584 yıl önce
günümüzün önem taşıyan kozmik bilgilerine ulaşmıştır. Anadolulu Thales neleri
biliyordu? Biraz da onu araştıralım: Küçük ayı yıldız kümesine bakarak kutup
yıldızını buldu. O çağda Fenikeli tüccarlar ona 'araba' yıldızı diyorlar ve
yönlerini ona göre buluyorlardı. 365 günlük Yılın tam hesabını yaparak
mevsimleri belirledi. Deprem olaylarını araştırdı. Bilgine göre Dünyada hiç bir
şey doğmaz ve yok olmazdı. Madde hep değişir, ne yoktan doğar, ne varken
kaybolurdu. Hayatın kaynağı ona göre suydu.
Hayatın akışı içinde ünlü
bilginin hayatına ve yaşamına ait ilginç olan hikayeler de vardır. Bir gün gök
yüzünü izlerken Milas’ta bir kuyuya düşmüş ve ora da yaşayan Trakyalı bir
kadnın kendisine "sen Göktekileri bilmek isterken, ayaklarının
altındakileri görmüyorsun" diyerek onunla alay etmiş ve bunu
etrafındakilere anlatmıştır. günümüzde buna benzer sözler doğacılara ve
hayvanseverlere söylenmekte, onlardan önce insan unsurunun öğrenilmesi ve
varlığı hatırlatılmaktadır. Thales gök yüzünü gözetlerken, ilkbahar gelince
zeytin ürününün bol olacağını anlayıp ne kadar yağhane varsa kiralamış ve
bolca da para kazanıp bilginlerin de isterse çok para kazanacabileceğini
ispatlamıştır.
İki değişik zamanda iki ayrı keşifin yapılışını ortaya koyduktan;
kahramanlarıyla ilgili bilgileri gözden geçirdikden sonra, karşımıza bir yığın
sorular çıkmaktadır. Hitit devletini kuran halklar dışardan Anadoluya gelmişler
yerli halkla savaşım verip uzun uğraşlardan sonra uygarlık tarihini derinden
etkilenmiş olan devletlerini kurmuşlardır. Onların uygarlık yolunda ne gibi
sanatsal ürünleri varsa yazıtlarıyla birlikte ortaya çıkmış denilebilir. Ancak
bu halkın nereden Anadolu'ya giriş yaptığı bilinmemektedir. Kimileri Avrupa'dan
kimileri Kafkasya’dan geldi diyerek karışıklığı artırıp üstüne tuz, biber
ekmektedirler. Söz konusu uygarlığa nerde ise tümüyle yaklaşan Bilim Dünyası
için, bu halkın nereli olduğunu söylemesi o kadar zor olan şeyler midir? Tabii
ki değildir. Eğer Kafkasya’dan geldiler denirse, sonucu anlamak için kafa
yormaya gerek kalmaz, Anadoludaki Türk varlığının izleri bu günkü anlayıştan
çok eski çağlara iner ve tarihlerde ulaşılamıyacak derecede zenginleşir.
çoğunlukla batılı tarzda düşünüp bilimsel kitapları hazırlayan çevrelerin Hitit
halkının Kafkasya’lı olduğu fikrine sıcak bakmaları da yadırganmalıdır.
Karışıklığın artması yalnız Hititlerle olan bilgiler değildir. Thales’inde
çalışmalarındaki esin kaynağının başka ülkeler olduğu tezi savunulmakta,
bulguların o zamanki Mısır, Babil, Fenikeden Anadoluya taşınığı fikirleri
ağırlık kazanmaktadır. Beynimize şırınga edilmeye çalışılan bilgiler doğru ve
sağlıklı değil aynı zamanda yanlıştır. Egeli bilginin bir denizci olduğu ve
çok kere Mısır'a giderek oradaki bir çok gerçekleri öğrendiği yani oradan
Anadoluya keşiflerin ulaştığı yazılmakta, yazanlar da kendi yazdıklarına
inanmaktadırlar. Kendi esas uğraşısından ayrı, deniz yoluyla Mısır'a zeytin
yağı götürdüğü ve oradan Anadolu’daki İyonya’ya tuz taşıdığı söylenmekte, bir
çok geometrik bulgularında kendisi tarafından orada kaldığı zaman içerisinde
Piramitlerin gölgesinin ölçülerek çözüldüğü anlatılmaktadır. İnsan oğlunun
dünyaya gelip yaşamına başladığı zamandan bu tarafa tuz yemeden yaşadığı
olacak şey midir? Kaldı ki madenlerin Anadolu’da bulunuşu Thales zamanında
olmamıştır. Demirin, gümüşün, Toros dağlarında bulunuşu 5000 yılı aşkın bir eski çağlara uzanmakta
ve oldukça boldur. Suluca Karahöyük yakınlarındaki Kapadokya tuz yataklarının
çok eski zamanlarda bilindiği açık ve seçik tarihsel kayıtlardır. Bu gün bile,
oradaki yatakların 100 yıl
yurdumuzun ihtiyacına yeteceği uzmanlar tarafından söylenmektedir. Tuzun
Anadolu’ya Mısır’dan taşınma düşüncesi ticaret mantığı ile bağdaşmaz. Zeytinin
ve yağın o zamanlarda üstün uygarlık düzeyine ulaştığı bilinen Kapadokya’da
tüketilmediğini kim söyleyebilir? Gölgenin ise, yalnız Mısır Piramitlerinin dibinde
olduğu savı bence akli dengesinde eksikler olarak karşımıza çıkar. Zira, en
küçük gölge bile bir bilgine esin kaynağı olabilir. Gölge yalnız Mısır
Piramitlerinin dibinde de bulunmaz.
Çoktandır yazıp çiziyoruz.
“Kapadokya çok eski çağlarda ana tanrıça Veremuşu’dan dolayı kutsallık
taşıyordu” diye. Eğer araştırma merakınız varsa lütfen Ürgüp civarmdaki
tepelere çıkıp biraz dikkatlice bakın. Buralardaki ayak izleri son 50 yıldan bu
tarafa Kapadokya'ya akın eden ziyaretçilerin kesinlikle olamaz. Buralarda bir
yığın testi kırıkları katmanları vardır. Yani nerde ise bir 8-9 bin yıllık
kaynaşmanın, buluşmanın oluşageldiği kutsallık taşıyan kesimlerdir söz konusu
olan yerler. Kapadokya uygarlığa erişirken sadece insanın yaşadığı, onlara yön verene üstün yetenekli bilginlirinin
olmadığı düşünebilir mi? Bilgi birikimi olmayan yerde alim yetişmez.
İsterseniz burada iki bilginden kısaca bahsedeyim. Bir tanesi M. Sonra 2.
yüzyılda Ortahisar Ürgüp arasındaki bir hastahanede birçok tıbbi keşiflerde
bulunan, ayrıca 5 kitap yazan hekim Aretaios'tur. ikincisi ise, Apollonios
isimli bir din bilgininin öğretileri vardır. Eğer Roma döneminde Hristiyanlık
ortaya çıkmasaydı, bu bilginin öğretileri Hristiyanlığın yerini almış olacaktı.
Daha bir çok bilgini burada yazmak mümkündür. Her çağda insanlık kozmik
bilgilere ulaşmak ve birşeyler keşfetmek için çaba ve gayret göstermiştir.
KAPADOKYA GÜNEŞ GÖZLEM EVİ
Çok eski çağların güneş
gözlem istasyonunun Ürgüp Dereköy vadisindeki bir tepenin üzerinde olduğunu Ankarada
neşredilen “Ürgüp” dergisinde yazmıştık. Kayaya oyulmuş bulunan Gözleme evinin
içerisinde yapılan eyleme ait tüm iz ve işaretler vardı ve bilimsel araştırma
gerekiyordu. Kanıtlarımızdan biri 9000 yıllık Gamalı haçlardı. Bu işaretler
Çatalhöyük'te, Hacılar’da, Kültepe’deki objelerde görülüyordu. Kapadokyadaki
kayadan oyulan meskenlerin giriş yerlerine oyulmuş im ve imge olarak günümüzü
ulaşmıştır. Güneşin değişik zamanlardaki gölgesinden yararlanıldığını bazı
çizimlerle eski çağ kavimleri hiç şüphe götürmeyecek şekilde buluşlarının
başlangıç noktasını parmaklarım gözüne dercesine göstermelerine rağmen, bizim
araştırma bakımından ne kadar zayıf kaldığımız doğrusu anlaşılır gibi değildir.
Kayalık Kapadokya’da özgün ve şimdiye kadar hiç bir şekilde yazıya dökülüp duyurulmamış
olan tahminimize göre 6500 Yıllık
olduğu düşünülen gözlem evinde neler var görelim. Bir insanın kafasını eğerek
girebildiği kapının üzerinde iki Keklik figüru bulunmaktadır. Ortasında bir
kadın resmi, biraz silindiğinden, berrak bir görüntü vermemektedir. Binanın
tavanına güneşten süzülen dört ışık çizimi yapılarak yönler ortaya konmuş
olmalıdır. Odanın sağ tarafındaki duvara güneşin doğuş yönünden başlayıp batış
yönüne doğru geliştirilen zayıf ışık çizimiyle gölgelerden yararlanıldığı
anlatılmaktadır. Hemen üzerinde ayları belirleyen zig-zag işaretler
yapılmıştır. Odanın içinde bu işle uğraşanların Kafkas (Asya) kökenli olduğunu
anlatan Sivastika motifleri bulunmaktadır. Gözlem evleriyle ilgili çalışmalarda
iki bilginin bulunması gerektiğini tarihi kayıtlarda görmekteyiz. Binanın üst
kısımına 2 kişinin oturabileceği iskemlevari yerler oyulmuştur. Hepsinden
önemlisi gene odanın sol üst köşesine yarım daire şeklinde güneş saatinin
çizilmiş olmasıdır. Görünen odur ki, bilgiler Anadolu’ya Mısır, Babil,
Sümer’den değil, Anadolu’dan Prof. Homer Smith’in anlattığı “şaman” tarafından
götürülmüştü. Kısaca kozmik bilgiler doğrudan Anadolu’da oluşmuş, şu veya bu
sebeple Mısır’a taşınmıştı. Taşınığı çağda para henüz bilinmiyordu. O zaman
ülke ve halklar insanlara farklı olanaklar sunmuş olabilir. Tarihler Osiris
takım yıldızlarını izleyip, Sirius yılını ve kozmik olayları derinlemesini
bilen, kehanetleriyle halkı etkileyen “şaman”ın sonradan Mısır'a kral olduğunu
yazmaktadırlar.
NAKIŞLARIN DİLİ
Anadoluya M. Öncesi 10
binlerden başlayan göçlerin hiç durmadan devam ettiği, bilinen kayıtlardır.
Anadolunun yerli halkıyla kaynaşan bu insanlar gelirken birçok adetlerini de
birlikte taşıdılar. Taşıdıkları şeylerden en önemlisi inançları idi. Yani
dinleri. Yazının bilinmediği çağlarda bazı simgeler yazı yerine geçiyor, kısaca
çok şeyler anlatıyordu. Örneğin ortadan kesişen iki çizgi biraz da sabana
benzediğinden ziraatçı bir aileyi, ucu bükülerek yapılan aynı işaret; Asyalı
bilici aileyi (kahin), sadece yıldız; Anadolunun yerli halkını, altı köşeli
yıldız; sürekli yer değiştiren tüccar kitleleri, spiral motifler; ana tanrıçaya
inançlı kişileri, Aslan, Kartal, Kirpi, Yılanı tanrı ve tanrıçaları, bu arada
tabii ki Anadolunun en önemli simgelerinden biri olan boğayı yazmadan edemeyiz.
Bu gün bile Anadolu’da hala o simgeler bir imza, imge olarak yörükler
tarafından halı ve kilimlerin üzerine nakşedilmektedir. İlginç olan şey buradan
bazı motiflerin alınıp, Anadolu'nun dışındaki ülkeler tarafından devlet ve dini
simge olarak benimsenmesidir. Kayalık Kapadokya'da bu işaretler binlerce yıl
önce her zaman ve her fırsatta kayalara işlenmiştir. Eğer yakın zamanı
düşürsek, Ürgüp evlerinin giriş kapısında, balkonlarda, tavanlarda ve hemen
her yerde Süleyman yıldızına rastlanmaktadır. Evlere sahip olanlar özbe öz
Türktür, bu motifler oraların kimliğine gölge düşürmez. Eğer derinlemesine
yazarsak konu çok uzar. Kafkasya’dan Anadolu’ya gelen şaman inançlı kavimlerin
bilinen simgesi Sivastikadır. Bu da Kapadokya’daki kayalara yaygın bir biçimde
işlenmiştir. Yani çok eski çağlarda Anadoluya gelen şaman inançlı Türkler bir
çok buluşlarla hem Anadolu'yu, hem de Mısır'ı, Asur'u, Sümer'i, Babil'i
etkilemişlerdir. Bunun kanıtları saymakla bitmez.
Konuyu kitaplardan
araştırırken okuduğumuz bilgilerin Kapadokyada rastladıklarımızla çelişki
yarattığını üzülerek görüyoruz. Eğer motifler kayalara oyulmuş nakışlardı diye
algılanırsa yapacak ve yazacak bir şeyler kalmaz. Araştırılır ve anlamı
çözülerek tarihi kayıtlarla bağlantısı sağlanırsa, Anadolu Kültür Tarihinin
kazanacağı çok şeyler vardır, olmalıdır. Bir çizgi, bir spiral motif için
sayılarla kitap yazılabilir. Ürgüp Dereköy vadisindeki bir yamaçta kayalara
oyularak yapılan Güneş Gözlem evinin Sivastika yontularıyla birlikte ayları belirleyen
zig-zag çizgilerin Mısır yazıtlarında harf olarak kullanılması, Anadoluda
sıklıkla görülen boğa formunun, ayrıca Orta Asya Göktürk alfabesinde göğü ve
Güneşi anlatan, söz konusu simge Anadolu’da da sıklıkla görülmektedir. iç içe
dairenin ve kutsallık taşıyan kuş motiflerinin bir ünlü böceği işin içine
karıştırmadan, Mısır yazıtlarına harf olarak geçmesi, bilimsel açıdan
kuşkularımıza neden olmaktadır.
Bir
de şuna bakalım. Klasik tarihi bilgilere göre yazı, günümüzden 5000 yıl önce
Dünyada ilk önce Elamlılar tarafından bulunuyor, 4800 yıl önce Sümerliler
tarafından Anadolu'ya taşınıyor, 4600 yıl önce Mısır’da görülüyor, Hind'de
3600, Çinde 3500 yıl önce yazılı kayıtlara rastlanıyor. Bu arada Anadolu’daki
yazı yerine geçen işaretler görmemezlikten geliniyor. Sağlıklı bir sonuca
ulaşmak bakımından buraya bir başka önemli kayıt düşmekte yarar vardır. Adından
da anlaşılacağı üzere Fritz Hommel isimli bir Alman Prof. uzun araştırmalardan
sonra edindiği bilgi ve bulguları Atatürk'e aktanp, 'Sümerce'nin Türkçe
olduğunu' söyleyince Atatürk bunun bilimsel olarak kanıtlanması gerektiğinde
inanmış, Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumuyla Türklerle ilgilenen çevrelerin
tez elden araştırmacı uzman yetiştirilmesi için emir vererek Dil Tarih Coğrafya
Fakültesini kurdurmuştu.
Sümerler bir Mezopotamya
uygarlığı idi ve Anadolu’yla ticari ilişki içinde olan bir ulustu. Eğer
uygarlık yaratıldığı yerden dışarı taşmış ise, uygarlığı yaratan ulusun dili benimsenir
ve de konuşulur. Öyle anlaşılıyor ki, yazı ilk önce Anadolu’da başlamış iki
akraba ulus bunu geliştirmiştir. Zaten Kapadokya Karumunda 5000 yıl önceye ait
belgeler, günümüzdeki kaya yontularıyla birlikte bunu kanıtlamakta Kapadokya
tarihine zenginlik katmaktadır.
KAYNAKÇA
1.Anadolu Uygarlık Tarihi,
E. AkurgaL
2.Kara Delik, John taylor.
3.Türkiyenin Tarihi, Seton Lloyd.
4.Anatolishe Motive von çatalhoyük bis Heute, Güran Erberk
5.Boynuz Formunun Anadoluda çağlar boyu kullanılışı, Dilek Dinç.
6.Kapadokya’nın Adı ve anlamı üzerine bir arştırma, İsmet Aksoy Ürgüp Dergisi
Sayı 17-18
7. İnsan nasıl insan oldu. M. İlin
E. Segal.
8. Türkiye Halkının ilk çağ Tarihi, B. Umar.
9. Bilim ve Ütopya Dergisi,
Sayı 56
l0.Anadolu mitolojisi. İ.Z.
Eyüboğlu.
11.Ürgüp'te Kentsel Dokunun
gelişimi, korunması ve yapı elemanlan. Nihat Aksoy. Yüksek lisans tezi.
12. Anadolu mitolojisi,
Şadan Gökovalı.
13. Tanrıların Vatanı
Anadolu C Cream.
14. Doğunun Prehistoryası G. Childe.
15. Strabon.
16. The Language of the Goddess. M. Gimbutas.
17. Taş çağından Osmanlıya Anadolu. Erhan Akyıldız.
18. M.Ö. 5700 Yıllarında
Çatalhüyüklüler Tuz gölünün batısındaki Ulucapınar tuz yataklarını
çalıştırdılar. T. Britannica.
İSMET AKSOY-1999
ANADOLU UYGARLIK TARİHİNDE ÜRGÜP’ÜN YERİ
C. TEXIER VE RUMLAR
Arkeolog ve gezgin Charles F, Texier olmasaydı, 19. ncü yüzyılın tarih
bilimi Anadoludaki Boğazköy harabelerinde bulunan Hitit uygarlığına ait
kalıntılardan habersiz olarak daha uzun yıllar yaşamış olacaktı. Fransız olan
gezgin tarih kitaplarında okuduğu bir Anadolu şehrini Tavium'u arıyordu. Bu
şehirin yeri olasılıkla Kızılırmak kavisi içindeydi ve verimli bir bölgede
olması gerekiyordu. Texiere göre bu şehir bulunursa Anadoluda tarihin gizini
koruyan bir çok gerçekler gün ışığına çıkmış olacak, uygarlık tarihinde
insanlığın geçirdiği serüven daha bir berraklık kazanacaktı. Texier ve ekibi
28 Temmuz 1834 ekibiyle birlikte yurdumuza geldi, kafasındaki bilgilerin
ışığında uygarlık izlerini araştırmaya başladı. Bizim bu yazıdaki konumuz
C.Texier'in Alacahöyük’teki muhteşem Hitit uygarlığının varlığı ve gezginin
bunları nasıl ortaya çıkardığı değildir. 1834 Yılının yaz sıcağında ekibiyle
Anadolu’ya, bu arada Ürgüp'e gelen bilginin Kapadokya'da gördükleriyle
kendilerinin çok eski bir Anadolu halkı olduğunu her fırsatta söyleyen ve 70
küsür yıl önce de mübadele (değişim) yoluyla Anadolu’dan giden Rumlarla ilgili
yazılarının ışığında o halkın sosyolojik yapısını incelemek ve irdelemektir.
Texier’le ilgili bilgileri okurken, aklıma bizim Temenni Kayasının ön
yüzeyinde rastladığımız boynuz kabartmasına rastlayıp rastlamadığınıda hep
düşünür, dururum. şayet rastlamış olsaydı eminim bunu da kitabına alır, bir
takım gerçeklere bizler şimdiye kadar ulaşmış olurduk.
BÜYÜK İSKENDER ve HELENLER
Hitit uygarlık tarihinin başlangıç yeri olan kayalık Kapadokya tarih
boyunca bir çok istilalara, yağmalama ve savaşlara sahne oldu. Bunun
nedenlerini derinlemesine incelerseniz, görürsünüz ki bölge, bir zamanlar
tarımsal ve maden yatakları bakımından oldukça zengindi. Dikine aşınan volkanik
derin vadiler ve tepeciklerin eteğinde doğal olarak oluşan kumsal topraklı
tarlalarda günümüzün modern ziraat yöntemlerini aratmayacak tarzda tarım ve
üretim yapılıyordu. Araştırma merakı olanların Kapadokya'ya yolu düşerse,
etraflarına biraz dikkatli baksınlar. Tepe yamaçlarında günümüz insanının ekip
dikmediği, bazalt taşlarla sınırlarının belirlendiği antik diyebileceğimiz
tarla kalıntısıyla karşılaşırlar. Bu tarla kalıntısının içinde yoğun insan
gücüyle meydana getirilmış öbek, öbek taş yığınları vardır, olasılıkla saha tarıma
elverişli hale getirmek için taşlardan temizlenmiştir. Taş yığınlarının çokluğu
antik çağlarda bir aile gayretinin ötesinde, kollektif bir çalışmayı akla
getirmektedir. Kent devletçikleri halinde yaşam sürdürmeye çalışan insan toplulukları
ziraatla birlikte imece yöntemlerini de hayat düzeni olarak seçmiş olabilirler.
Tabiatıyla sıklıkla yapılan savaşlarda ele geçirilen esirlerinde, Mısırdaki
piramit yapımındaki gibi değişik işlerde çalışmasını akla getirir.
Kapadokya’nın ziraat yönünden zenginliğinden
ayrı bize pek uzak olmayan kesimde Toros dağlarındaki altın, gümüş, bakır
yataklarının tarihte ilk olarak burada bulunması ve alaşımların işlenip alet,
edevat yapımında kullanılmasıda dünyanın başka kesimlerinde gelişen devletlerin
yoğun olarak Kapadokyayla ilgilenmelerine neden olmuştur. Eğer işin içinde çıkar
varsa halklar için ilişikilerde ya dostluk, ya da, savaş vardır. Anadolunun
yerli halkı Hattiler döneminde Tunç çağı dediğimiz M.Ö. 3000-2000 yıllarında Mezopotamya'da gelişen uygarlık devletleri
yani Asurlular bu oluşumu dostluk yönünde kullanmışlar, üründen, üretimden
karşılıklı faydalanmak için Ürgüp'ü de içine alan kesimde Kaniş Karumuna
Kervanlar düzenlemişlerdir. Uygarlığın oldukça geliştiği bir zamanda Mısır,
Anadolu’daki Hititlerin olanaklarından oldukça zayıf durumda idi. Anadolu’da
yaşayan bir yerel Kral bir Mısır Firavununa demirden yapılmış bir hediye
gönderiyor. Firavun bunu görünce heyecanlanıp hemen bir mektup yazarak Hitit
kıralından çokça demir talep ediyor. Hitit kralı verdiği cevapta
"kardeşinden" özür dileyip ancak çokça demir yerine üzerinde iyi
çalışılmış bir hançer gönderiyor. Tarihi kayıtlarda o zamanki Hitit ordunun
tümüyle demirden yapılmış olan silahlarla donanmış olduğunu yazıyor. Anlaşılan
odur ki; demirin işlenmeside Anadoluda başlanmıştır. Zaten tarihler bu konuda
da Anadolunun üstünlüğünü ortaya koyar ve der ki: Hititlerin
"Kizzevadna" dedikleri bir kesimde bir barbar kabile tarafından bu
maden keşfedildi ve işlenmeye başladı. M. Öncesi 3000 yıllarını anlatan tarihler
yer olarak Ürgüp'e çok uzak olmayan Toros dağlarının kuzey kesimini
anlatmaktadır. Ancak dikkate değer bir tesbiti burada gözardı edemeyiz.
Araştıranlar bu keşifin içinde Kafkas kökenli halkın varlığını sezmişlerse,
hemen hiç düşünmeden "Barbar" yaftasını yapıştırırlar. Batılı
tarihçilerin tedavi edilmez hastalığıdır bu. Demir deyip geçmeyelim. Dünyada
bununla bir çağ açılıyor ve bu olaya "Demir çağı" deniyor.
Ünlü tarih yazan G.Childe der ki "M. Önce
3000 Yıllarında yapılan keşif ve buluşlara insanlık, M.Sonra 1600 yıllarına
kadar ulaşamamıştır." Anadoluda yerli bir halk vardır. Sonrada önemli bir
uygarlığa imza atan Hititler vardır. 1200 yıl hüküm süren devletin çözülme
sürecinde, bulunduğumuz kesimde Tabal krallığı, arkasında da Frig egemenliği dönemi
başlar. Batıda
da zenginliği dillere destan Lydia devleti ve krallan Kreusa yani Karun. Bu devlet
Anadoluda M.Ö. 700 yıllarında
kurulmuş, dünyada ilk olarak parayı kullanmıştır. Lydia hazinesi altınla
doludur. Yani Anadolunun zenginliği başka halkların iştahımı çekmektedir.
Ziraattan elde edilen ürün, madenden yapılan silahlar ve süs eşyası, altın ve
gümüşler, üstelik Asyayı Avrupa’yaya bağlayan önemi hiç kaybolmayan kral ya da
ipek yolu ve müthiş bir coğrafya. Bu şartlar altında düşman boş durmayacaktır.
Nitekim istila hareketi başlamıştır.
M.Önce
585 Yıllarına gelindiğinde Anadolunun zenginliğini hep kollayan Persler bu
zenginliği paylaşmak için, imparator Darius zamanında doğudan başlayıp Egeye
kadar olan kesimi ordularıyla istila etmişlerdir. Tabii bu istiladan Kapadokya
ve altınlarla dolu Lidya devletinin başı kral Karun nasibini almıştır. Pers
istilası Anadolu üzerinde bir karabasan olmalıdır.Günümüzde
de yapmak istedikleri gibi halkın inançları onlar için önem taşıyordu ve bu
kendi inançları doğrultusunda olmalıydı. O zamanki İranlılar Ateş kültüne
inanıyorlardı. Kapadokyalıları da bu inanç doğrultusunda zorladılar ve bunda
başarılı oldular. Perslerin istilası Egeye dayanmıştır ama onların gözü
uzaklarda idi. Amaçlarının içinde Makedonya vardı. Makedonya denizden içeriye
İllyra, şimdiki Arnavutluk ile Trakya arasındaki dağlık ülkeyı kaplayan büyük
bir kara devletiydi. Bu devleti yönetenler çağdışı kalmış Yunanlı feodal
beylerdi. Beşinci Yüzyıl sonunda burayı 'Arkhelos' adında bir kral, çağdaş anlayışa
göre yeni baştan ele aldl ve kültürel ve sanat yönünden zenginliğe ulaştırdı.
Makedonya’nın
tek korkusu vardı o da Persler. Burada hemen Büyük İskender
akla gelir. Bir gözü görmeyen kral Filipin oğlu iskender’e Anadoluyu işgal eden ve halkına olmadık
baskılar uygulayan Perslerin niyeti hatırlatılmış olmalıdır. Hemen bir ordu
hazırlayıp onlardan önce yola çıktı. İskender Mekodanya’dan İ.Önce 334
baharında ayrıldı. Çanakkale boğazını geçip Anadoluya girdi, ordusu 30 bin yaya
ve beşbin atlıdan oluşuyordu. Çanakkale'nin Karabiga’nın küçük limanına yakın
bir yerde ordusu Perslere karşı savaş düzenine girdi, Granikos lrmağının doğu
yakasında mevzi almak üzere batıya doğru harekete geçtiler. İskender ve ordusu
kahramanca bir coşkuyla yaptıkları savaşta Persleri yendiler. Büyük İskender Ankara yakınında Gordium’a
buradan da Anadoluyu boydan boya aşıp, Kilikya boğazından Hindistan'a kadar
gitmiştir. Burada onun kahramanlıklarını anlatacak değiliz. Bizim araştırmamız
Anadoludaki Rum varlığıyla ilgilidir.
KATPATUKA YA DA KAPADOKYA
Büyük İskender'in Anadoluya zulmeden Persleri yendikten sonra, buradaki
egemenlik Makedon asıllı Hellenlerin etkisine girmiş oldu. Bir yazımızda DiaDoklardan
bahsetmiş, çok önceleri Katpatuka olan adın Trakyadan gelen bu halkın adından
dolayı Kapa-dokya diye söylenmeye başladığını yazmıştık. Yani İskender
Kapadokyaya ordularıyla gelmedi ama yerel kıralın adamları hükümranlığı kabul edip oradan gelen
Dok halkını aralarına aldılar. Büyük İskender her gittiği yere kendi halkını da
yerleştirmiştir. Tarihteki bu olaya Helen yayılmacılığı denir. Rum dediğimiz
halkıda işte biz Anadolunun yerli halkı arasında ilk defa böyle görmüş
oluyoruz. Yunan kültürü ve halkı akdenizden Hindistan'daki İndüs’a kadar
İskenderle birlikte yerleşti. Burada şunu düşünmek lazım, hatta lüzumludur. Bu
denli büyük bir yayılma sonucunda 70 yıl önce yurdumuzu terkeden Rum asıllı
halkın kendilerini Anadolunun en eski halklarından olduğunu ileri sürmeleri
ve Kapadokyalı olduklarını söylemeleri inandırıcı mıdır? Öyle olsaydı, Büyük
İskenderin her uğradığı yerde Çukurova’da, Mezopotamya’da, Babil’de,
Hindistan’daki İndus'ta da Kapadokyalı Rumların akrabalarına rastlardık. Eğer
Anadoludaki gibi dönüş yapmışlarsa, bu günkü Yunanistana nasıl sığınmış
oldukları hayli düşündürücü görünüyor. Peki bu Dok halkları nereye gitti? Tabii
Anadoluda ilk madeni eritenler ve ilk büyük Hitit uygarlığını kuran
Kafkasyadan gelen halklar, ise eğer ki bu böyledir. Bu bir potadır ve o potada erimişlerdir. Rum dediğimiz
halkın Anadoludaki görülmelerinin tarihi bellidir. Bunu biraz daha araştırarak
1834 Yılında Anadoluya gelen ve Hitit uygarlık kalıntılarına rastlayan gezgin
Charles Texier’in, 1842'de yine Anadoluya gelen William Hamilton’un
izlenimlerine bakarak daha açık bir şekilde görür ve anlarız.
ANADOLUDA TÜRKLER
Anadoludan çoktan gitmiş bu halk için neden böyle bir yazıya gerek
gördüğüm benden sorulabilir. Ben bir tarihçi değil, araştırmacıyım. İlgi
duyduğum konularda yazılmış kitapları bulur ve incelerim. Benden o konuda yazı
isteniyorsa, yazarım. Herhangi bir ırkın insanlarına karşı ard niyet
beslemiyorum. Yazmazssam unuttuklarım olabilir. Ben aynı zamanda eski çağ
Anadolu kavimleriyle Kafkas kökenli insanların tarihsel ilişkisini de
araştırıyorum. Ankara'da neşredilen Ürgüp dergisi bu konuda son derece
faydalı olmakta, Turizm'ciler, araştırıcılar, üniversiteli öğrenciler
tarafından ilgiyle izlenmektedir.
Rum dediğimiz halkların tarihinin belli olduğunu yukanda yazmıştık. Bu
halkı iki değişik açıdan ele almak gerek. Birincisi: Savaşlar sonucu boşalan
Kapadokya’nın sessiz kalan kesimlerine, bilhassa Doğu yönüne doğru dışarıdan
getirilen ailelerin yerleştirilmesi olayı, ikincisi 7 yüz yıllık Osmanlı
hükümranlığı döneminde imparatorluk bünyesindeki halkların serbest dolaşım
imkanlarından yararlarlanmış olmalarıdır. Bu konuda tekrar tarihi bilgilere
başvuralım. M.S. ki Sasani yağması, Romanın bölünüşü Romadan Bizansa geçiş ve
hepsinden önemlisi Arabistan’da güçlenen bir devlet Anadolu’ya bu arada
İstanbul’a göz koymuştur. 708 Yılında yakınımızdaki Kemerhisar alınıyor.
Alınıyor da akınların arkası da hiç kesilmiyor. Halk tarih öncesi çağlarda yer
altına ve yer üstüne oyulan sürgü taşlı sığınakları kendilerini savunmak
amacıyla kullanıyor. Bu akınların hemen sonrasında 1071 Türk akınları başlıyor.
IV Romanos büyük bir ordu kuruyor ve Malazgirt'e doğru yola çıkmadan önce,
bölgenin savunmasını güçlendirmek için Balkanlardan Slavları, Doğudan
Ermenileri ve Suriyelileri getirerek bölgeye yerleştiriyor. Sonuçta Roman
Diyojen 1071'de ordusuyla Kapadokya’ya geliyor buradan savaş yerine gidip orada
Selçuklu hükümdan Alp Aslan’ın ordusuna yeniliyor. Bu savaştan sonra da Anadolu
kapıları Türk akıncılarına açılmış oluyor.
Burada Rumların kimliği biraz ortaya çıkmış oluyor. Kapadokyada boşalan
yerleri doldurmak üzere Balkanlardan insanlar getirilmiş oluyor. İyi ya onlar
Rum değil, Slav denirse: o zaman büyük gezginci Texier’in seyahat
izlenimlerine bakalım. Kaymaklı’nın tarihsel adı Eughi'dir. Texiere göre,
buradaki notlarını olduğu gibi yazıyorum. “Halkın büyük bölümünü Rumlar
oluşturuyor. Bu soyun özellikleri İzmir’in ve batı kıyısı Rumlarının
özelliklerinden temelde farklı. Aralarında Rumca bilen tek kişi yok. Papazlar
bile yalnızca dinsel törenlerde bu dili kullanıyorlar. Bu halkın büyük ölçüde
Ermeni soyuyla karışmış olduğunu sanıyorum ve giderek bu insanların doğrudan
Grek dinine bağlı kalmış Eutyhes'in dinsel bölücülüğüne katıllmamış Ermeniler
olduğunu düşünüyorum.” Gezgin burada Bizans etkisinden de bahsediyor. Bana göre
Slav insanının kimlik kaybından dolayı
kendilerini Rum asıllı zannetmeleri olgusu var. Texier Eneği’den sonra Antik
adı Tiyana olan Kemerhisar’da da bu halk için iyonya tipi Rum olmadıklarını,
en küçük bir soyağacı bilgisine sahip olmadıklarını anlatıyor ve diyor ki, “Geçmişleri
çok hüzünlü, insanlar onu unutmaya çalışıyor” ve ekliyor “geleceklerinden
umutlular”.
Texier’in Derinkuyu’da da izlenimleri var. “Rum kilise adamlarının
içinde bulundukları derin cahillik, en küçük bir açıklama edinmeyi olanaksız
kılıyor ve papazdan aldığı yanıtı söylüyor. “Kim bilir.” Tabii buradaki
insanların kafasında boynuz taşımalarını bir türlü anlamadığını da anılarına
ekliyor. Gerçekten benim için bu anılar çok ilginç. Ben hep Kapadokyada
yaşayan Rumların çok akıllı insanlar olduklarını duyardım. Hitit dünyasının
gizlerini bulan bu gezgincinin 1834'lerde o halk için yazdıkları beni oldukça
şaşırttı.
Anadolu’yu araştırıp keşfeden Texier’den ayrı bir başka kişi daha var.
1842'de Yurdumuza gelen ve konuda kitap yazan William Hamilton, onunda Rumlarla
ilgili izlenimleri var. Eski adı Garsaura olan Aksaray’ın kayalık kesimlerinde
mağaralarda çok sefil bir hayat yaşayan Rumların Osmanlılar tarafından
oralardan alınıp, Nevşehir'de yeni yapılan oturmaya elverişli evlere
taşındıklarını kitabına aktarmıştır. Kendilerini Bizanstan kalma insanlar
olarak tanıtan bu insanların inzivai ağır dinsel hayatın onları ne derece
olumsuz etkilediğini hayretle ve ibretle görüyor ve anlıyoruz. Yazımızın
sonunda anılarından birazını aktardığımız William Hamilton’un Develi'ye
uğradığında Türkler hakkındaki izlenimlerini de gözden geçirip yazımızı
bitirmiş olalım.
Orada karşılaştıkkları insanlardan Erciyas dağına çıkmak için yardım
istiyor. Kendisine eşlik edecek Karaoğlan İbrahim Ağa’yı anlatıyor ve diyor ki:
“Türkler çok zeki, delici bakışları var." Biz bazı araştırmalarımızda
Rumların bize bıraktıkları eski çağla ilgili en küçük bir bilgi yoktur,
diyorduk. Tabii bu anılara biz bir şey ilave etmedik. Sadece araştırdık.
İzninizle unuttuğum iki şey var. Onları da buraya aktarmadan edemiyecegim.
"Zülkarneyn" diye Kuran’da da adı geçen Büyük İskender’in Anadoluya
gelişi, Pers mezaliminden bıkan halkın onu bir "kurtarıcı" olarak
karşılanması ve kutsallaştırmasıdır.
Diğeri de şudur. 90 yaşına merdiven dayamış Ürgüplü yaşlılardan
birşeyler öğrenmek için Rumlan sorarsanız, verecekleri cevabın içinde hemen şu
vardır. “İstiklal ve Bağımsızlık mücadelesinde gözle görülür şekilde yan
tuttular.”
Kaynakça :
1.G.Childe. Tarihte neler oldu.
2.C.W. Ceram. Tanrıların vatanı Anadolu.
3.İsmet Aksoy. Ürgüp dergisi 18-19-20-21 sayıları.
4.Ayhan Şahenk. Kapadokya.
5. İskender Ohri. Anadolunun öyküsü.
6. İsmet Z.Eyüboğlu. Anadolu Uygarlığı.
İSMET AKSOY-1999
ÜRGÜP’TEKİ
TARİHSEL VERİLERİ TURİZM AMAÇLI KULLANMAK
“AMAZONLAR”
Bulunduğumuz kesimde çok önemli bulduğum tarihsel konulan araştırıp
yazıya dönüştürürken, aklıma çoktandır "tereciye teremi satıyoruz"
diye bir soru takılıyor. Biz de oldum olası bazı önemli şeyler tartışılır,
ancak belgelenmez. Eğer bir gün belgelemeye kalkışırsanız, bilge ve bilgili kişiler ortaya
çıkar, yazılıp çizilenlerin de eften, püften olduğunu ulu orta anlatmaya,
yazan kimsenin değerini küçültmek amacına yönelik çıkışlara tanık olursunuz.
Ben gerek Ürgüp dergisinde, gerekse Ürgüp'te neşredilen bir gazetede tarihi
konulan kaleme aldığımdan bu tarafa, etrafımda tarih bilenler çoğalmaya
başladı. Yıllarca konuştuğum dost kimseler, arkadaşlar meğerse hazine nitelikli
bu konuda otorite kimselermiş de biz atlamışız. "Yahu bu anlattıklarından
eminsen, bir şeyler bildiğini zannediyorsan, görüyorsun bir dergi yıllardır
neşrediliyor, üstelik bir de gazete var, neden bu özelliğini kanıtlamıyorsunuz?
Gelecek kuşaklara ancak yazarak birşeyler bırakırsın, değilse her şey lafta
kalır."
Cevap hazırdır; yazarım da çok uğraşmam lazım, ayrıca yazının bilimsel
olması için kaynak kitaplar gerekir. şimdi onunla zaman kaybedemem." Yer
konusu da bundan pek farklı değildir. Eğer Kapadokya'da ya da Ürgüp civarında
önemli bulduğunuz tarihi zenginliği olan bir kesime rastladığınızı söylemeye
görün, o zaman bakın etrafta neler varmış da sizin haberiniz yokmuş. Mustafa
Kaya'nın kulakları çınlasın, yine böyle birisi bana dünyanın hiç bir yerinde
bulunması mümkün olmayan doğal taşların bir köyün yamaçlarında olduğunu ve
yerini tarif etti. Merak bu ya sabahın erken saatlerinde fotoğraf makinamızı da
yanımıza alarak yola koyulduk. Ara babam ara, bula, bula cingi taşları bulduk
orada. Gerçi ben cingi taşları da seviyorurn. Onlar da aradığım taşın kendisi
değil, renkleridir. Açık havada oksidlenmiş cingi taşlarının üzerinde kına
gibi al, yeşil renkler oluşur. Bunlar doğanın yarattığı sanatsal boyalardır.
Saydam fotoğrafta kullanırsanız şaşırtıcı güzellikler ortaya çıkıyor ve
seyreden insanı büyülüyor. Eh ne yapalım! bir değerli günümüz kayboldu orada
ama yine de fotoğraf çekmeden dönmedik.
Çoktandır bu derginin
sayfalarında bir temayı işliyoruz. Antik çağda Anadolu da Kafkas kökenli
halklar, mitolojinin kayrıağı, yer ve mekan olarak Ürgüpün uygarlık tarihindeki
yeri. Bunları yazmamak olur mu? Biz araştırıp yazmaz isek, kim yazacak? şimdiye
kadar neden bu konuda kalem oynatılmadı? 1-2-3 Ekim'de Ürgüp'te Türkiye
bilimsel araştırma kurumu Tübitak’ın çok önemli bir çalışması vardı. 400 önemli
kişi Mustafapaşa kasabası civarındaki ören yeri Golgoli’de uzayın
derinliklerini incelediler: Tübitakın Bilim ve Teknik dergisi genel yayın
yönetmeni Zafer Karaca ile birlikte 4 kişi ile etrafdan ışık görülmeyecek bir
yer ararken tanıştığımm Alp Akoğlu ve Çağlar Sunay isimli yazarların bana
söylediklerine bakın. "Sayın Aksoy, sana imkan verdikleri sürece yazın.
Belki şu an okunmayabilir, ama gelecek kuşaklar bu yazıları Kütüphanelerinden
ve arşivlerinden bulup faydalanacaklar." diyerek beni yüreklendiriyor ve
teşvik ediyorlardı.
Şunu iyi bilmeliyiz. Anadolu,
uygarlık tarihinin en önemli çekirdek bölgelerinde bulunuyor. Bunu ortaya koyan
çok önemli kanıtlar var. Dünyanın en büyük finans kuruluşlarının bütçesi buraya
aksa, bunca kiliseleri, yer altı şehirlerini, kayadan oyulmuş mekanları, yer
altındaki gizli geçitlerinin binde birini yapamazlar. Bunları yazarak turizm
amaçlı kullanmak bize ne kaybettirir. Üstelik çok şeyler kazanırız. Anadolunun
yerli halkı Hatti döneminden kaldığını düşündüğüm bir Güneş Gözlem evini bu
derginin önceki sayılarının birinde yazdığım zaman insanlar sustu. Bilimsel
konulara ağırlık veren Cumhuriyet gazetesi dergisinde, Sayın Turgay Tuna'nın
aynı konuyu işlediği yazısına kocaman yer ayıdı. Binlerce yıl önce Ana Tanrıça
inancının doruk naktasında yaşadığı bir çağda Kapadokyada bu gözlem istasyonu
neye yarıyordu? Güçlü kavimler ve yerel beylikler arasında zemin yüzünden
sürekli savaşlar oluyordu. Savaşanların bir yerden başka bir yere gitmesi için
hava koşullarının elverişli olması gerekir. Ürgüp'ün çok yakınındaki bu tarihi
yerde o günün bilginleri gök yüzünü inceleyip Ay, Gün, Saatin dışında meteorolojik
bilgilere de ulaştılar, yapılan savaşları bu değerli bilgiler etkiledi.
Gözlem yapılan tepenin
etrafındaki düzlüklerde sadece istasyonun varlığı düşünülmez. Orada adak
taşlarının yanında Tanrıların geçit yaptığı "Panteon" da vardı.
Ayrıca tanrı ve tanrıçalan koruyan, gerektiğinde hızlı bir şekilde savaşa
hazırlanan yerli halk Hatti ordusu. Tarihi çözümlemeler çok önemlidir. Bence
rasathanenin etrafındaki askerleri erkekler oluşturuyordu. Burada şu soru hemen
akla gelir. Hatti ordusunda kadınlarda mı var? Tarihi kayıtlarda sıkça
rastladığımız bir olgu var, Ana Tanrıçanın kadın askerleri, bunlar
"Amazonlar" olarak tarihe geçmiştir.
AMAZONLAR
Ortasında bir Ay taşıyan
boynuz kabartmasını yani Hathor’u Temenni kayasının ön yüzeyinde bulmuştuk.
Aynı boynuz Kapadokya sınırları içinde bulunan ve Dünyada 100 önemli eser
arasında korunması gerekli tarihi yerler arasında bulunan Çatalhöyük'teki ören
yerinde de inek başlarını görüyoruz. Ana Tanrıça adına yapılan kutsal boynuz,
halkı korumak ve kötülüğü uzak tutmak için yapılmıştır. Kapadokya’nın diğer
önemli antik yerleşim yerlerinde yapılan kazılarda arkeologlar tanrıçaları
betimleyen aslına uygun seramik idoller buldular. Tarihlerin yazdığı gibi,
neresinden bakarsanız bakın, Ana tanrıça Kapadokyalı hem de Ürgüplüdür. Yazılı
belgelerde Ana tanrıçanın kadın askerleri Amazonlar boynuzdan yapılmış
başlıkları savaşlarda da kullanıp düşmana korku saldılar. Araştırmalarımızda
Ana tanrıça inancının Kapadokya’da 25000 yıl ötelere dek uzandığını görüyoruz.
Katu ana da diye anılan ve bir din olarak gelişen bu inancı, daha sonraki devirlerde
yürütenler rahip ve rahibelerdi.
Yurdumuzda tarihi araştırma
yönününde hayli isim yapmış Bilge Umar’dan ayrı bir insan daha var. Azra Erhat,
onun yazıp hazırladığı bir kitapta, mitoloji sözlüğündeki 162. sahife tanrıça
İsis anlatılırken bakın nelerle karşılaşıyoruz. Aslında bir Mısır tanrıçası
olan İsis, İsa’dan sonraki yüz yıllarda Yunan-Roma dünyasına girmiş ve kişiliğinde
bir çok dişi tanrıları bir süre tek tanrıça olarak tapım görmüştür. Mısır
efsanesine göre İsis, kral tanrı Osiris’in kız kardeşi ve karısı, Güneş tanrı
Horus’un anasıdır. Başında Ay taşıyan bir boynuz yahut inek kafası şeklinde
simgeleniyordu. Bu inanç Anadoluyu da etkiledi ve orada Kibele, Afrodit, İştar
yada Venüs olarak ortaya çıktı. "Eğer tanrıça İsis Anadoluyu
etkilememişse, onun simgesi olan Hathor, Ürgüp’teki kayalara işlenmişse, bu
Anadolu’lu kutsal kadının ta kendisidir. Ne kadar araştırırsanız, araştırın
Mısır’daki İsis’i M.Önceki 5000 yıllarına taşıyamazsınız. Oysa, Anadolu’daki
tanrıça 25000 yıla uzanıp, dinler tarihinin en uzun süre tapınılan olayı
olmuştur.
AVLAĞI TEPESiNiN ÖNEMİ
Daha öncede bahsettiğimiz
Kibele inancını burada neden yeni baştan anlatmak ihtiyacı doyduğumuz bizden
sorulabilir. En başta bir adı da Katu olan Hepat, yahut Kibele’nin Kapadokyalı
olduğuna ve Kadı kalesini meskün tuttuğuna inanmamız gerekiyor ki; Ürgüp
civarında rastladığınız Avlağı gibi henüz hiç anlatılmamış yerlerin eski
Anadolu tarihiyle ilişkisi yüzünden berraklığa kavuşmuştur. Göremedeki sayısız
kiliseler olmasıydı, belki de Bizans tarihini, Kültepedeki, Çatalhayükteki
tapım yer ve objelerini görmesek, Anadolu tarihini tam olarak çözümlememiş olacaktık.
Şimdi esas konumuza dönerek Kapadokya’nın bilinmeyen zenginliklerine yeni
baştan bakmış olalım. Ben fotoğraf tutkunuyum. Bir yere gidiyorsam, yanımdan
hiç ayırmamaya çalıştığım refleks objektifli makinamı yanıma kesinkes alırım.
Kapadokyayı ne kadar sevdiğimi de zannedersem, bilmeyen kalmadı. Kalıcı olması
için elimden geldiğince bilinmeyen kesimlerden fotoğraf çekmekteyim. Kızımın
Eşi’nden dolayı Yeşilhisar’ın Kuzeyine düşen aşağı yukarı 5-6 km uzakta
volkanik tepenin yamaçlarında kurulan Keşlik köyüde akrabalarım vardır. Arasıra
o tarafa gidince buradaki candan akrabaları da ziyaret ederiz. Biraz sohbet
çay ve kahveden sonra ben iyi bir fırsat olarak düşündüğüm zamanı boşa
harcamam. Hızlı bir şekilde, gidenlerin orada oturmasını fırsat bilerek evden
çıkar, hem çekim yapmak, hem de araştırmak bahanesiyle dışarı çıkarım.
Yeşilhisara bağlı Keşlik
köyü beni Kapadokyada önemli bulduğum Soğanlı ya da Göreme kadar
ilgilendiriyor. Uzaktan görünen ilginç harabeleriyle oldukça da güzel ve
büyüleyici bir manzarası var. Bu köyün sol tarafındaki çok uzaklardan görünen
kayadan oyulmuş delikleri henüz görmüş değilim. Akrabanım evinden çıkarken,
niyetim o tarafa doğru yürümekti. Öyle de yaptım. Delik devşiklere ilk başta
her tarafdan çıkacağımı zannettim. Oysa yanılmışım. Oraya çıkan görünürde tek
bir yol vardı ve yol dar bir koridordan geçiyordu. Yılların bakımsızlığından
olacak, bir çok mağaranın bulunduğu yere giden dar geçit taşlarla dolmuştu,
Anlaşılan çok meraklıların dışında burayı gezen kimsecikler yoktu. Yoktu
diyorum, aynı yerde yaz olduğundan tüyü dokülmüş tilkilere rastlamadım desem
yalan olur. Doğacılığımdan olsa gerek, ben yaban hayatını severim.
Dar koridoru biraz da
heyecanla hızlı bir şekilde geçince yoruldum. Hemen ilk girdiğim zaman önümde
duran kaya dama girmeye çalıştım. Dar bir kapısı vardı, biraz sürünmem
gerekti. Merak bu ya, zor da olsa girecektik. İçerisi modern evleri aratmayacak
şekilde büyük bir ustalıkla oyulmuştu. Alıştığımız Kapadokyalı insanın oyduğu,
ihtiyacına göre zamanla çoğaltılmış başka odalar etrafta bulunmuyordu. Böyle
tek oda halinde yüzlerce odaya rastladım. Gördüklerim beni şaşırttı. Muhteşem
bir manzara orta yerde duruyordu ve biz turizmci geçinen insanların bundan
haberi olmamıştı. Kayalar doğal kale gibi çepe çevre etrafı bir daire gibi
kuşatılmıştı. Orta yer hayli geniş bir sahaya sahipti. Hem alışık olmadım bir
manzarayı seyretmek, hem de bu mucizevi güzelliğe sahip yerin ne amaçla
kullanıldığını düşünmek için meydanda uygun bir yer bulup oraya çöktüm.
Ne yalan söyleyeyim,
aptallaştım. Burası eski çağların konaklama yeri olabilirdi. Önemli bir tapınma
merkezinin olması da akla yatkındı. Eski çağların hastahanesi aklıma geldi.
Köyün adından birşeyler çıkarmaya çalıştım. Fotoğraf çekmeyi bu arada
unutmuştum. Kayaların gölgesine bakınca bu imkansız görünüyordu, sanatsal
fotoğraf olmazdı. Biraz zaman geçince Kapadokya’nın bütünsel tarihini hatırıma
getirdim. Ürgüp’le bağlantı kurmaya çalıştım. Bir ordugahın bulunması için
elverişli gizlenme koşullarına sahip, uygun bir yerdi burası. Dar kapılardan
askerlerin giriş zorluğunu düşündüm. O zaman çevik yapılı savaşcılar aklıma
geldi. O da az ihtimal intibaı veriyordu. Aklıma Amazonlar, ana tanrıçanın
kadın askerleri geldi. Bunun da olması için orada yönetici olan üst durumundaki
kişilerin toplanacağı geniş yerleri, onların karargah binalanın ve topluca
yemek yedikleri yerleri ve mutfakları. Hepsini düşündüğum gibi buldum. Köyün
adında Güvercin gübresini çağrıştıran bir çok güvercinlikten Keşlik değil,
Romalılara dek uzanan Anadolunun ünlü kadın askerlerinin kışlık karargahından
kaynaklanmıştı. Ama bizim insanımız bir beldenin adını değiştirmekte oldukca
beceriklidir. Temenno nasıl Temenni, Katu gala nasıl Kadı kale olmuşsa, tarihi
bir köyün adı da biraz da küçültücü anlam yüklenerek Keşlik olmuştu.
KADIN SAVAŞÇILARIN YAZLIĞI NEREDE ?
Yeşilhisar’a bağlı şimdiki
adı Keşlik olan bu köydeki esrarengiz yeri gördükten sonra, kadınlar ordusunun
yazlık ordugahını bulup fotoğraflamayı kafama koymuştum. İlginç yerler olmalı,
zayıflayan Kapadokya turizmine kazandırılmalıydı. Burada bir savaşçı gerçeği
yaşanmışsa, insan hareketi ıssız olan tarafa değil, tarihin tüm canlılığı ile
yaşandığı kesime yönelebilirdi. Orası da Yeşilhisar Ürgüp arasındaki tepelerin
alt yamaçları olasılığını akla getiriyordu. Tek başıma çoğu kez Hodulun
eteğindeki Kavak köyüne ve etrafındaki insan izlerine bakındım durdum. Ama
sonuca bir türlü ulaşamıyordum.
Bir gün, gerçekten çok değer
verdiğim Nevşehir müzesi Arkeoloğu Murat Gülyazla karşılaştım. Gülyaz’ın oldukça
geniş fotoğraf arşivi var. Çalışmaları
oldukça başarılı. Kapadokyayı ondan dinlemek ilgilenenler için doyurucu
oluyor. Dergilerde de sürekli kalıcı yazıları çıkıyor. Bizi bazı konularda
aydınlatıyor. Bu defa da araştırmalarıma ışık tutacak on bilgiyi ondan
alıyorum. "Sayın Aksoy biliyor musun sizin Avlağı bir zamanlar insan
kaynayan bir yermiş, 1960’ lardan sonra orada yasa dışı kazı yapan ingilizler
60 bin adet obsidiyen taşından yapılan ok ucu bulmuşlar ve oradan British
müzeum'a taşımışlar. O konuda İngiltere de yayınlanan bir arkeoloji dergisinde
yazı neşredildi. Bir atölye olma olasılığı oldukça fazla da bu olay bizi son
derece üzdü." diyordu. Yanılmıyorsam, bu konu yani Avlağı obsidiyen
atölyesi Şahenk Vakfı tarafında neşredilen "Kapadokya" isimli
kitapta Kapadokya’nın diğer kesimlerinde bulunan atölyelerle birlikte yazıldı.
Avlağı dağını ve onun eteğindeki bağları Ürgüp'te herkes bilir. Çok değil
bundan 10-15 yıl kadar önce tepelerin arasına serpiştirilmiş bir çok çavuş ve
parmak üzümü bağları vardı. Yamaç olduğundan çok güzel Güneş alır, yetişen üzümlerin
akik gibi kızardığını görürdünüz. Kışın yemek üzere asmalık üzümler Ürgüp
pazarına oradan geliyordu. Şimdi o bağların çoğu yok. Terkedilmış durumdadır.
Nedeni, çalışkan insanların Almanya'ya gitmesi ve turizmin insanlara farklı
kazanma imkanları sağlaması. Bağların dışında çıplak gözle baktığınız zaman
pek bir şeyler görünmez. Yani orada dendiği gibi eski kavim insan izleri
taşıyan tarihi yerlerin varlığını yürümek amacıyla çıksanız bile,
göremezsiniz. Eskiden etraftaki köylerin Ürgüp’le bağlantısı olan dağ yolları
vardı. Ben çocukluğumda Ürgüp’te oturan dedeme o yoldan bir hayli geçtim.
Avlağı dağının doğu tarafındaki derinliklerinden geçerken, insan eliyle
açılmış uzunca derin çukurlar vardır. Herkes merak ettiğinden bu kanala
benzeyen çukurların ne için açıldığını birbirine sorar, bu merak, o yolu
geçinceye kadardır sonra unutulur. M.Gülyaz’ın bana İngilizler tarafından
açıldığını söylediği ve Ürgüp’ten parmakla gösterdiği bir zamanların cephane
üreten tepesi, bu kanalların hakim bir noktasındadır. Oralara insanlar ne
çıkar, ne de bakar. Bakanların İngilizler kadar tarih bilgisi olması gerekir.
Şimdi Yeşilhisar’ın
Keşliğinde başlayan serüven biraz daha aydınlanıyor olmalıdır. Araştırmalarımda
kışlık ordugah olarak kullanılan Keşlik-Ürgüp hattında kayadan oyulmuş ve iç
duvarları basit kırmızı aşı boyasıyla Ana tanrıçanın kadın askerlerinin
resmedildiği zamanla açılmış mezarlara rastlamıştım. Fakat yazın konakladıkları
yer ortalıkta görünmüyordu. Geçen hafta fotoğraf makinamı alıp biraz yürüyeyim
ve Avlağı’dan güneşin batışını seyredeyim diye Ürgüp’ten biraz ayrıldım.
Yürüdükçe, açıldım ve kendimi o tarihi tepelerin üzerinde buldum. Keşke
gelmeseymişim. Adamlar tepe değil, tarla açmışlar sanki, her taraf hallaç
pamuğu gibi atılmış. Karacaviran köyünün hemen karşısındaki bu tepelerdeki
tahribatın yapılması için yüzlerce kişinin çalışması lazım. Hiç mi gören
olmamış?
Yurdumuzun değişik
yerlerinde, Karadeniz de yıllardan beri Amazon kadın askerlerinin izleri
aranır, durur. Boşa aramasınlar. Benim Avlağı ordugahı dediğim yerde onların
barınması, savaş sanatını öğrenmesi için her tür üretim olanakları var. Savaş
sanatını öğrenmek için kazdıkları siperler, cephane üretim atölyeleri, kimileri
yel değirmeni diye soylüyor, beslenmeleri için kurulan bazalt taştan yapılmış
el değirmenleri, gözetleme kuleleri ve hem de ahırları ve vadinin
derinliklerindeki meskenleri. İlle de bir şeylerin toprak altından mı
bulunması gerekiyor? Kapadokya milyonlarca yıldan beri de ulaşılmayacak
yerlerde kalıyor. Eğer merak eder, bu tepelere çıkarsanız, hemen karşınıza
bakın ve düşünün saraylara benzeyen bu kaya damlar kaç bin yılda böyle
askıntıda kalır.
Onlar ki, tarihi eserleri,
Allah’ın çakmaktaşların bile müzelerine taşıyanlar, Anadolu da ve Filistin’deki
Ceriko’da bulduklan saksı kırıklarının bile, tarihsel ilişkisini en ayrıntılı
noktasına kadar biliyorlar. Zamanında Mısır piramitlerinde ölülerin yanına
öbür dünyada yesin diye koydukları üzüm, zeytin, mısır, buğdayı, bile çoktan
kaçırıp müzelerine taşıdılar. Ürgüpteki Avlağı dağına mı acıyacaklar? Deprem
sıkıntısından bir nebze kurtulmuştum.
KAYNAKÇA :
1- Ezra Erhat. Mitoloji
sözlüğü.
2- C.Melaart. Yakın doğunun
en eski uygarlıkları.
3-İsmet Aksoy. Ürgüp dergisi
17-18-19-20-21 nci sayıları
4-A.Şahenk. Kapadokya.
5- M.Gimbutas. The language of the Goddess.
6- Ürgüp Keşlik hattında Ürgüp kesimine düşen yol üzerinde çoktan
terkedilmiş "AMAZ" isimli bir köyünde olması bu konudaki
araştırmalarımıza ışık tutmaktadır.
İSMET AKSOY-1999
KAPADOKYA’DA VE ÜRGÜP’TE
ÖN TÜRK İZLERİ
Ünlü fotoğraf sanatçısı Nusret Nurdan Eren’in Kapadokya’nın
güzelliklerini, doğal zenginliklerini anlatırken söylediği bir sözü var: Der
ki, "Kapadokya’nın tadına varmak için derin vadilerdeki çarpıcı
manzaraları yedi ayrı kesimden izlemeniz gerekir."
Günümüze kadar tam anlamıyla araştırılıp yazıya
dökülmemiş Kapadokyaya yalnız fotoğrafçılık yönünden 7 ayrı noktadan bakmak
yeterli olabilir. Ancak aynı Kapadokya’nın tarih yönünde de erişilmesi oldukça
zor bir üstünlüğü vardır. Bunun en güzel örneği benim araştırmalarımın ortaya
koyduğu gerçeklerdir. Bir konuda yazıp ediyorsanız, aynı yere tekrar, tekrar
gidip yeniden gözden geçirmeniz yeni tarihsel çözümlemelerin ortaya çıkmasına
yaramaktadır.
Biraz da Ürgüp’ün turizm sorunlarına eğilsek, o konuda yazsak diye
düşünürken, daha önceki yazıların ışığında aynı konulan irdeliyen bir kitap
bulup, okumuşsanız yahut Kapadokya’yı araştıran yabancı, ya da yerli sizin
neler yazıp çizdiğinizi duyup söz konusu tarihi yeri görmek için istekte
bulunmuşsa önceden çok iyi bildiğinizi düşündüğünüz yerde bir başka yazılması
gerekli konu karşınıza çıkmaktadır.
Aklımızda kalmış olmalıdır. Ben çok eski
çağlarda Kafkas kökenli şaman inançlı insanların Anadoluya M.Ö. 9000 yıllarında geldiğini dergimizin
önceki sayılarında yazmıştım. Eğer tarihimizi M.sonraki yıllarda yani 1071'e odaklamamış olsaydık ve
bilseydik ki biz Anadolu’da tarihi, uygarlığı ve kültürü ile ilk çağlardan beri
varız, belki bu gün elimizde sonsuz derece de çok sanat eserlerine sahip olacak,
onu benimseyıp koruyacak bir çok yerde dağda bayırda açık hava müzelerimiz
olacaktı. En azından bulunanlar yerinde teşhir edip bulunan eserleri daha kolay
korunur düşüncesiyle büyük yerleşim birimlerine taşınmamış olduğunu görecektik.
O zaman yurdumuza daha çok araştırmacı, daha çok turist gelecekti.
İsterseniz konuyu burda tekrar gözden geçirmiş
olalım. Eski çağ Kapadokya halkı, buna erken Neolitik evre de diyebiliriz, yazı
yazmayı bilmiyorlardı ancak kullandıkları ve özenle kayalara işledikleri
pitografik imgelerle kimliklerini ortaya koydular, doğaldırki bizlere duyurmaya
çalıştılar.
Ama bizi anlatmıyor bizim geldiğimiz tarih
bellidir diye neleri kırıp döktüğümüzü bilmeyen olabilir mi? diye hep düşünmüşümdür.
Bunun en açık örneği tüm Kapadokya sathına yayılmış 365 tane olduğu söylenen
kiliselerdir. İster kontrol altında tutulmuş olsun veya olmasın, ben gelen
misafirlerimi Hristiyan kiliseleri yıllar önceden çok iyi bildiğimden, aynı
resimlerin bozulduğunu görünce üzülürüm diye onlara eşlik etmiyor, onlara yeri
gösterip gezmelerini öneriyor ya da bir gruba katılmalarını istiyorum.
Burada o büyük tarihi kalıtların Kapadokya
sathında ne durumda olduğunu, tutucu ve bağnaz kimselerin yabancı gelmesin diye
nerelerde lastik yaktığını, dikitlerin üzerindeki bazalt taşların nasıl
uçurulduğunu anlatmayı bazıları gocunur diye anlatmayı gereksiz görüyorum.
Nasıl olsa iyi anlatılmayan tarihimizin, kanıtlarının şöyle veya böyle ileriki
tarihlerde korunamayacağını ve izlerininde ortadan kalkacağını düşünerek
yazıya dökelim de eğer o da bir yerlerde saklanmış olursa, gelecek kuşaklara azda olsa bir
tarih kırıntısı bırakmış oluruz.
BİR ÖNEMLİ KANIT
Ucu kıvrık sivastika haçının çıkış noktasının Orta Asya’nın Kuzeyinde
şaman inançlı Yakut Türklerince dinlerinin simgesi olarak binlerce yıl önce
başladığını araştırıp kitap ve makale şeklinde insanlığın hizmetine sunanlar
yazdıklarının ne kadar çok önem taşıdığını bilerek hep üzerinde
durmaktadırlar. Her dinde olduğu gibi insanlık tarihini çağlar boyu etkileyen
şaman inancıda zaman zaman değişikliğe uğrayarak aşağı doğru inmiş, Hindistan’da
Çin’de Buda dini doğmuş, bu simge yani gamalı haç uzak doğu da açık bir şekilde
görülmeye başlamıştır. İlginçtir, Buda inancının başladığı çağlardan çok önce
bu simgeyi Anadolu’daki ören yerlerinde Çatalhöyükte, Hacılar’da, Kültepe’de
görüyoruz. Aynı simge kayaların ön yüzeyine ya da iç mekanlarına eski kavimler
tarafından özenle Kapadokya’nın her tarafına yaygın bir şekilde işlenmiştir.
Tarih yazanlar Anadolu'daki eski çağ inancının Buda diniyle düşünce
farklılıkları olduğunu ortaya koymuşlardır.
Bilindiği gibi yakınımızdaki Kültepe tabletlerine göre, Hattiler ve
Hititler çok tanrılı inanca sahiptiler. Öyle
ise bu simgeyi bu yörede yaşayan kavimler bu simgeyi ne için, neyi
düşünerek kayalara işlediler. Tabii ki Güneş tanrı ve tanrıçasını, çarkı
feleki, hepsinden önemlisi yönleri ve onun kutsallığını. Belki bu konuya pek
dikkat edilmemiştir. Yönler Asyada yaşayan insanlar arasında tanrı inancı
kadar olmasa bile, kutsallık taşıyordu. Yönlerin kutsallığı inancı Inka, Aztek,
Mayalarda da görülmüş Amerika kıtasını da etkilemiştir. Onlarıa Asyatik
halkların akraba olduğunu da biliyoruz. çok eski çağlarda Bering boğazından
buzların üzerinden yürüyerek kıtaya ulaştıkları bilimsel olarak kanıtlandı.
Dergimizin bir sayısında Ürgüp'teki güneş gözlemevini yazarken, bir şeyi
gözden kaçırdık. Gözlemevinin tavanında Güneş sembolize edilmişti ve güneş
ışıkları dört yöne doğru kabartmalarıa belirlenmişti. Dört yönün
renklendirilerek anlatıldığı her ışık çizgisinin ucuna, doğuş yerini başta
verdiğimiz tanrıları, güneşi simgeleyen sivastika haçı işlenmişti. Ne yazıktır
ki bir müddet önce o dört simgenin birini birileri, oldukça sert konglamera
olan yüzeyi kazıyarak ortadan kaldırdılar.
Güneş gözlemevinin giriş kapısının üzerinde bir çift keklikte
resmedilmişti. Burada önemli olan simgelerle ön Türkler diye düşündüğümüz
insanların uygarlık tarihini derinden etkileyen bir buluşta onların öncü
olması, bizim bildiğimizin aksine, Anadoluya çok eski çağlardan bu tarafa ayak
basmış olmalarındandır. İlkel diye düşünülen bu insanların günümüzdeki gibi
tapınakları yoktu. Etrafta bulunan tepeciklere dikilen değişik şekildeki taşlar
ya da doğal kayaları tapınak gibi kullandılar. Kurban adak yapılan yerin
bilimsel adı Selladır. Gözlemevinin çok eski olmasını da hemen yakınında
bulunan eşikli sellalar kanıtlar.
Ben yazdıklarımın bir hayal ürünü olmadığını, dikkatli bir araştırmaya
dayandığını, her satır ve noktasının gerçekleri anlattığını hiç korkmadan
söyleyebilirim." isterseniz bir kitabı inceleyıp, nasıl önemli bir konu
üzerinde bu satırları karaladığımızı hep birlikte görelim.
Kitabın adı: Kızılderililer ve Türkler. Yazan Ord. Prof. Dr. Reha Oğuz
TÜRKKAN. 1999 şubatında basılmış 122 nci sahifede Kızılderililer arasında 4
yönün kutsallığını belirtmekte, aynı halkın cihanı fethetmek üzere Kapadokon
mağaralarından yola çıktıklarını ve o zaman başlarında bulunan dört
liderlerini yazmaktadır, sahife 134’de. Yazar aynı kitabın 147 nci sahifesinde
en eski Sakyamani Budanın Saka soylu olduğunu bir kaynağa dayanarak not olarak
düşmüştür. Yazara göre Kızılderililerin konuştukları dilde 300 kelime Türkçe
bulunuyor, onlarda tepeleri ibadet yeri olarak kullanıyor, onlarda Kapadokyada
olduğu gibi Boğaları tanrı ve tanrıçalarının simgesi olarak betimliyorlardı.
Kuşların ise aynı duyguyla kutsandığını bizdeki kekliğin onlarda kaz olarak
ortaya çıklığını yazıyordu.
ZİYA GÖKALP'İN ARAŞTIRMASINDA TÜRKLER
Biz Ürgüp yakınlarmdaki Gözlem istasyönunun tavanından başlayıp yönleri
belirleyen dinsel simgeleri, ışığın ucuna bakarak, bilgimizi yoklayıp onun
üzerinde düşüneduralım. Bakın büyük Türk ve tarih araştırmacımız Ziya Gökalp
1989'da basılan Türk Medeniyet tarihi isimli kitabında "sahife 32-33"
Türkler arasında dört yönün kutsallığını ortaya koyup yönlere ait öğeleri
sıralamakta ve şunları yazmaktadır. Burada yazar Uygur tarihini vermiş olmalı.
Doğunun unsuru Ağaç, "Hayat Ağacı", Güneyin unsuru ateş, batının
unsuru demir, Kuzeyin ki sudur, deyip yön işaretlerinin aynı zamanda 4 hakanı
anlattığını yıllar önce anlatıp önümüze bilgi olarak sürülmüştür.
Güneş gözlemevindeki ışık yerine konan kabartmalarında aşı boyası ile
renklendirilmiş olması, araştırmaya anlam ve değer katmakta ve
kazandırmaktadır. Gökalp dört yönün sembollerini kitabında anlatırken,
renkleri de açıklamış ve şunları yazmıştır. Doğunun rengi Gök, güneyin rengi
kızıl, batının ki ak, kuzeyin ki karadır.
Buradaki bilgileri gözden geçirip yazıların anlattığına bakarak tarihi
verilerin bizim ortaya koyduğumuz gibi doğru, zamanlamanın ise berrak
olmadığını görüyoruz. Ön Türkler dediğimiz Kafkas kökenli halkların Anadoluya
gelişlerini biraz daha cesaretli olarak ortaya koyar buzul çağının biraz önüne
ve M.Öncesi 9000 ve 10000 yıllara taşıyabiliriz. Bizim yazımadığımıza bakmayın
bir yerde inancımızla bağdaşmıyor diye görmemezlikten geliyoruz. Avrupa ve
Amerikada araştırmacılar Anadoluda ve Asyada görülen Arianna tapkısının 25000
yıllık olduğunu ortaya koydular. Tabii ki Anadoluya göçlerin bir yerde
kesildiği ve durduğu söylenemez. Bu olay daha sonraları devam etmiştir.
Hattiden sonra ortaya çıkan ve Dünya uygarlık tarihini etkileyen Hitit
devletinin kuruluşu da göç olgusuyla anlam kazanmıştır. Kayaların ön yüzeyine
basit şekilde yapılan çapraz işaretlerin burada Hristiyanlık haçıyla pek ilgisi
bulunmadığını, yönlerin kutsallığını anlattığını söylemekte ve yazmakta pek
sakınca yoktur.
Dinler ve inançlar bazı olaylarla ve tarihin akışı içinde birbirlerinden
etkilenmişlerdir. Hristiyanlığın da M.sonrası I. nci yüzyılda Sn.Paulus
tarafından ilk önce Anadoluda başladığını düşünürsek, haç şeklindeki kutsal çizginin
söz konusu dine sembol oluşu yadırganmamalıdır. Aynı şekilde Mezopotamyalı
tüccarların Kültepe ve Ürgüp civarını mekan tutarak burada kutsallığa eren ve
halen Ürgüpteki taş binaların ön yüzeyinde ve iç kısımlarında sıklıkla görülen
tüccarların simgesi altı köşeli yıldızın bir devletin bayrağını süslemesi,
bizim tarihimize sahip çıkmadığımızın çarpıcı bir örneğidir.
Kızılderililerin Katpotokon mağaralarından çıkışını öğrenmek son derece
önemlidir. Onların Amerikaya gidiş yolları konusunda farklı görüşler var. Bazı
bilim adamları Asya kıtasının kuzey ucundaki Bering boğazını geçiş yolu olarak,
bazıları ise Mısır’dan o zamanki papirüs tekneleriyle deniz yoluyla kıtaya
ulaştıklarını araştırmışlardır. Anlaşılan odur ki, göç olgusunda ortaya çıkan
gerçekler farklı yönlerde gelişmiş, dünya yüzeyine dağılmış olan uygarlıkta
Anadolu bir mihenk taşı görevini yerine getirmiş olmalıdır. Bir yazılarımızda
Mısır’daki Sirius Nil yılının bulunuşunda bir şamanın etkisini anlatmış
Kapadokyayla ne tür bir ilişki olacağını etraflıca yazmıştık.
Bize göre bilgin Mısır’a en yakın olan yerden Mısır’a ulaşmış veya
kaçırılmıştı. Bu konudaki en açık ve sağlıklı bilgiyi bir eski çağ tarih yazan
Gordon Childe vermektedir. Yazara göre en büyük buluşlar M.Önce 3000 yıllarında
Mezopotamya’da, Anadolu’da, Mısır’da gerçekleşti. Bu arada insanlar boş
durmadı, hem ticaret yaptı, hem de, akıllı insanlar ve mucitler cazip
tekliflerle ya da zorla bir yerden başka bir ülkeye kaçırıldı. Kimler kimleri,
nereye, nasıl taşıdılar diye merak edilebilir. G.Childe bu bilgiyi de bize
vermiştir. Bize çok yakın olan bir yerde açık denizde yüzlerce Fenike teknesi
dolaşıp duruyordu, M.Ö.3500'de.
Konumuza dönerek yazdıklarımızı
bir daha gözden geçirelim. Ürgüp’ün neresinde Gamalı haç'a rastladık. Rastladığımız yerler oldukça
yüksekte bulunan ve kayalara oyulmuş mekanların bulunduğu kesimlerdi. Aynı
yerler de yan yana yön belirten çapraz işaretleri de vardı. Bildiğimiz
kadarıyla gamalı haçın Hristiyanlıkla hiç bir ilgisi olamaz. Hele yakınımızdaki
bir yerde bu işaretler anıtsal bir şekilde bir kayanın ön yüzeyine işlenmişti.
Bitenler burada birtakım kadın kabartmalarının bulunduğunu ancak çok önceden
kazındığını söylemektedir.
Büyük Türk tarih yazarı Ziya
Gökalp keşke Kapadokya kayallklarında bizim gibi dolaşıp biraz araştırma
yapsaydı, belki daha çok tarih bilgisini onun kaleminden çoktan öğrenmiş olacaktık.
Ruhu şad olsun.
Kaynakça Ürgüp dergisinde
daha önceki yazılarımızda geniş şekilde verildi. Bu yazıda kaynakça konuyla
birlikte işlendi.
İSMET AKSOY-2000
YİNE TARİH YİNE KAPADOKYA VE ÜRGÜP
ZİGGURAT'LAR, PİRAMİTLER
Ürgüp ve Kapodakya tarihini
bugüne kadar geniş çaplı araştırıp kaleme aldıktan sonda bazı taşları yerinden
oynattığımı biliyorum. Bunlardan bir tanesi, Kapadokya'nın adı ve anlamı
üzerine yazdığım bir yazı idi. Bu yazı dergide neşredildikten bu tarafa her
fırsatta Kapadokya'yı "beyaz
atlar" anlamına yazanlar suskun kaldılar. Hiç kimse yazılarınız doğru
ya da değildir diyemedi.
Kapadokya'daki tarihin çok
eski çağlarından kaldığım düşündüğümüz Güneş gözlem istasyonu hakkındaki
yazımız bir önemli gazetede (Cumhuriyet) neşredilmesine rağmen henüz
aradığımız tartışma ortamını bulmadı. Geçen hafta burada ismini vermek
istemedigim bir TV kanalı bizi yok sayıp çekim yapmak istedi. Yanıtlarımız
onların isteği doğrultusunda olmadı.
Tarihin çok eski çağlarında
Kapadokya'ya geldiğini ve burada uygarlığın temelini oluşturduğunu düşündüğümüz
Ön Türklerle ilgili yazımız, umduğumuzdan fazla ilgi topladı. Bir çok sorulara
muhatap olduk. Okuyucular bu konuda daha geniş bilgilere ulaşmak istediklerini
ısrarla söylediler.
DİAPETLER
KUTSAL TAŞLAR
Ürgüp olur da taşsız olur mu? şöyle biraz
yüksek yerlere çıkıp baksanız başta kadı kalesi, temenni, Ortahisar Uçhisar
kaleleri bir selvi gibi ufku tırmalar. Böyle tarihle iç, içe olmuş birbirine
yakın komple kayadan doğa harikası kaleleri dünyanın hiç bir yerinde göremezsiniz.
Buralarda insanlar nakış nakış, bir zamanlar biz de vardık, diye iz
bırakmışlar, bir tarih yazmışlar. Ürgüp’ün adı da oldum olası taşı çağrıştırır.
Volkanik yapının sonradan oluştuğunu düşünen ilk İnsan "ur" demiş.
Küp'te bir başka taşı ve mekanı anlatıyor. Özenilerek küpe benzetilen kayadan
oyma damlar. Tarihi belgeler küp şeklindeki mimariye bit-adini diyor. Yani Mezopotamya kaynak önemli şehir olduğuna
göre, Mezopotamya’yla akrabalık anlaşılan yüzlerce yıl devam etmiş. Kültepe’de
bulunan tabletlerde sosyal ilişkilerin çapını anlatıyor, yazılarda kullanılan
dil Akadça.
Madem taşlar aklımıza geldi,
bu konuyu basit geçiştirmeyelim. Gordon Childe'ye göre taşlar süs eşyası olarak
kullanıldı, ama onda İnsanlar hep gizsel gücü aradılar. Taş aramak için dağlara
bayırlara giden İnsanlar, madenlerle karşılaşınca bulundukları ortamı
değiştirip ilkellikten kurtuldular. İnsanların bu dönemine tarihler, "ikinci devrim" diyor.
Mısır’da yüz bin taşlar şeklinde bizim Kapadokya'da ve Kadı kalesinde
yaşadığını öne sürdürdüğümüz Katu anayı simgeliyor, bir yerden başka bir yere
taşınabiliyordu. İnsanı avcılıktan tarıma taşıyan ana tanrıçayı simgeliyen piramit taşını o çağın insanları boşuna
yapmış olamazlar. Tarımda güvercin gübresini kullanıp üretimi artıran ilk
insan geleceğin hesaplarını da yapmış olmalıdır. O çağlarda şehrin uzak
kesimlerindeki tapınak tepelerine yakın yerlerde tapınak, atelyeler ve okullar
bulunuyordu. Piramit ya da farklı şekilde sunak biçiminde yapılan taşların
geometrik biçimleri bir yerde geometri biliminin başlangıcım anlatıyor
olmalıdır.
M.Öncesi dönemlerde 3 ayrı
yerde önemli uygarlıklar kuruldu. Bu uygarlığın kurulup gelişmesinde su
yolların büyük önemi var. Bunlardan biri bizi ilgilendiriyor.
Kızılırmak(Hallys) yayı içindeki Kapadokya, diğeri Fırat, (Eufrate) Dicle
(Tigre) arasındaki sulak bölge, Mezopotamya ve Mısır’daki Nil vadisi.
Kim ne yazar ve ederse
etsin, Kapadokyayı, hem dinler tarihi, hem de uygarlıkta geçirdiği aşamayı ele
alır bir terazinin kefesine koyarsanız, Mısır ve Mezopotamya tarihine hep ağır
bastığını hayretle görür ve anlarsınız. Mısır'daki günümüz toplumlarının
oldukça ilgisini çeken piramitlerin kaynağı diapet taşları olarak Kapadokya’da ilk önce şekil bulmuş.
Mezopotomya'daki gizsel tapınakların Zigguratların kaynağı da Kapadokya, aynı
zamanda Ürgüp.
Anadolu’daki bu kültür
hazinesinin merkezinde olan Ürgüp’ün tarihiyle ilgili bulguları, araştırmaların
ışığı altında yeni baştan gözden geçirmemiz gerekiyor. 1834 Haziran’ında
yurdumuza gelip tarihi yerleri gerçeklere uygun bir şekilde anlatan ve yazan
Charles Texier bir gravür yapıyor.
O zaman fotoğraf henüz
bulunmadığından Texierin bulunduğu yeri gravürle anlatması gerekli. Temenni tepesinin
uç kesiminden alınan tabloda göze çarpan hemen yamaçta oldukça büyük bir
kilise var. Daha sonraları bu kilisenin önü yıkılmış. Biraz aşağılara bugünkü
Kadılar’ın evinin bulunduğu kayanın üzerinde etrafından kıvrımlı çıkış yolları
olan bir peribacası var, Üzerinde oturmaya elverişli delikler görülüyor. Yani
tam bir Ziggurat.
Kadı kalesinin önemini biz
her fırsatta yazıp çiziştirdik. O kadar önemli bir kalenin etrafında
güvenliğin sağlanması için insanların oturacağı, sürekli gözetliyeceği
yerlerin olması gerekli. Eğer anlattığımız yeri gravürden incelerseniz,
Ziggurat'lardan farkını ayırt edemezsiniz. Olmaz demeyin. Olmuş işte. Daha geçen
yıl aynı işlemi Japonlar, Ürgüp’ün güney kesimine düşen Pancarlı kilisesini
gizlice, en ufak detayına kadar kopya edip ülkelerine taşıdılar. Bir arada
kopyalanan Pancarlı kilisesini görmek için en az 15 gün önce rezervasyon
yapmanız gerekiyor. Bizim gerçek Pancarlı ziyaretçi bekliyor.
KAYNAK ANADOLU
Mısır’da ve Mezopotamya'da
ortaya çıkan sivri tapınakların Kapadokya’dan kaynaklandığından emin olmak için
tarihi verileri gözden geçirelim. Sümerler de Gök tanrısına tapıyorlardı.
Dağlık bir bölgeden göç etmiş olduklarından tanrılarını dağlarını var saymaya
alışmışlardı. Mezopotamya’da, ovalarında dağ gibi yüksek tapınaklar (Ziggurat)lar,
yapay Olympos’lar kurdular. En ünlü Ziggurat
Babil kulesi adını taşıyordu. Bab- kapı, el tanrı, çoğunlukla tanrıça
anlamına gelir.
Bir Asur kralı yukarı
ülkeden bir kızla evlendi. Karısının ülkesi taşlık, kayalık, tepeleri ve
vadileri asma bahçeleriyle dolu bir yerdi. Mezopotamya ovalarında dağ ve tepe
yoktu. Peri bacası, siyah üzümlü bağlar yoktu. Kral karısını mutlu etmek için
yapay tepeler yapıp üzerine asma bahçeleri yaptı. Anadolu halkları ile Asur’la
ilişkiler tarih öncesi çağlarda hiç kesilmedi. M.Ö. 3000 – 4000’de Anadolu'da
Karum’lar vardı. Karum pazar yerleridir. şimdi her Cumartesi kurulan pazar da
bir Karumdur. En büyük Karum Kayseri’nin
17 km. doğusuna düşen Kültepe karumu idi. Mezopotamyalı tüccarlar Asur’dan kumaş
ve değişik türde dokuma getiriyorlar, eşek kervanlarıyla, buradan maden taşıyorlardı.
Tüccar aldığı malı bir tek pazarda satamaz. Kervancılar o çağlarda önemli bir
ticaret merkezi olan Ürgüp'e uğrayıp mal alışverişinde bulundular. Tabiatıyla
burda bir çok insanla tanışıp evlendikleri de oluyordu. Kutsal kitap Yahudi
peygamberlerinin bir çocuğunun Yeşua’nın, Yakub’un, Yuda’nın karılarının
(Hitit) olduğunu yazıyor.
Şunu akıldan çıkarmamak
gerekiyor. Asur ticaret kolonileri çağında tüccarlar arasında oldukça çok
yahudi vardı. Bu konuda bilinen en önemli kayıt, Yahudi kesiminde kral Herodes
İ.Önce 4. yüzyılda eşi Malthake’den olan oğluyla Kapodakya kralı Arkheolos’un
kızı Glaphyra'yla evliliği idi. Mısır’a ve piramitlere gelince, II. Nakada
dönemine ait bazı sanat biçimleri ve teknolojik nesneler Mezopotamya’yla
Mısır’ın kültürel ilişkilerinin oldukça yoğun olduğunu göstermektedir. Mısır’a
uzakta kalan bazı bölgelerin değişik zamanlarda Mısır tarihinde rolleri
olmuştur. Bunların arasında Mezopotamya, Hitit Anadolu, Girit ve Kıbrıs
vardır.
Sanırım Mısır tarihiyle
ilgili bulgularımızı da okuyunca Piramitlerin kaynağına önemli ölçüde
yaklaşmış oluruz. Şunu unutmayalım. Anadolu tanrıçası kaynağına önemli ölçüde
yaklaşmış oluruz. Anadolu Tanrıçası Katu
ananın (Kybele)nin en eski heykelleri Diapetler gökyüzünden düşmüş gök
kaşları idi. Taşlar piramit şeklinde yontulur, bir tepeye ya da mabede
yerleştirilip bu kutsal taşlara tanrıçanın içinde barındığı yerler, ya da
tanrıçanın kendisi gözöyle bakılırdı. Tanrıça inancı Anadoluda çok çok eskilere
gider. Bunu anlamak için Çatalhöyük, Köşk höyük, Aşıklı höyük tarihine bakmak
ve incelemek gerekir. Karşılaştırıldığı takdirde Mısır biraz yavan kalır.
Mısır’da 1. hanedan Menes’le başlar. Kendi dönemlerinde bu krallar,
ünvanlarını oluşturan(horus) adlarıyla tanınırlar. Sakkara’da bizim Ürgüp'te Charles
Texier’in gravüründe görülen ve kutsal kaleyi gözetim altında tutan dolambaçlı
kayanın benzeri ilk piramitler onun dönemine aittir. O piramitlerle sonrakilerin
arasında çok büyük mimari farklar vardır. Sakkara piramidi dışardan
basamaklıdır. Kral Coser 2630-2611'de İmhotep adlı bir heykeltraşa
yaptırmıştır. 5. hanedan dönemine ait bazı tarihi parçalar ve altından yapılan
eserler Anadolu'da bulunmuştur. Mısır, geç 13. hanedan döneminde doğu
deltasına yoğun Asyalı göçü ve iskanına sahne olmuştur. Bir çok yenilik
Mısır’a Asyalı göçmenler tarafından getirildi. Tarihi belgeler bunu şöyle
anlatır. Küçük Asyalı göçmenlerin getirdikleri arasında dikiş tezgahı, sebze
meyve tohumları, at arabası, yaylar, kılıçlar ve müzik aletleri vb. gibi.
ASYA GÜÇLERİ
ÖN TÜRKLER
Biz tarihi konuları ele alıp üzerine gittikce
tutucu çevrelerin rahatsızlığını az, çok hissediyoruz. Yazılarımızda ahlaki
değerleri küçültmeyecek tarz ve uslüp kullanmaya oldukça dikkat ediyoruz. Ancak
şurası bilinmelidir ki; tarihi gerçekleri bir torbanın içine koyup ağzını da
bağlayamazsınız. Binlerce arkeoloğun ve araştırmacının yazdığı kitapları,
bizim inancımızla bağdaşmıyor diye okumazsanız, ne Kapadokya uygarlıkları ne de
orta Asya'daki Atalarımızı ve onların göç yollarını, kurduklan uygarlıkları ne
de, çok ihtiyaç duyduğumuz Ürgüp’ün antik çağ tarihini öğrenemeyiz. Bizim sahip
çıkmadığımız tarihe başkaları sahip çıkar. Çok eskiden günümüze kadar insanlar
bu konuya hiç ilgi duymadılar diyebilir miyiz.? Ürgüp’ün okur yazar insanı mı
yoktu ki yazmadı? Tabii biliyorlardı, ancak bizim taşıdığımız endişeleri onlar
da taşıdı, herşeyden önemlisi zamanı değildi ve şimdi o zaman geldi.
Geçen sayıda yazdığımız Ön Türk’lerle ilgili
yeni bulgulara bakalım. Bir batılı arkeolog doğu Anadoludaki önemli bir kesim
de (Aslantepe) de kazı yapıyor. Adı M. Frangipane ve bir de ilginç araştırma
yazısı yazıyor. "Çamurun gücü". Söz konusu yerde toprak kazıldıkça
ilginç objeler karşısına çıkıyor. Bunlar siyah seramiklerdir. İlk örnekleri de
Türklerin yaşadığı orta Asyadaki ören yerlerinde görülüyor. Kazı yapılan alanda
iki halk yaşamış. Bir müddet anlaşamayan halk, kavga döğüşün kendilerine yarar
sağlamayacağını anlayınca barışık hale gelmişler ve ortaklaşa hiyerarşik bir
düzen kurmuşlar. Yani kralları, reisleri, kanunları olmuş. M.Ö. 5000 - 4000
yıllarına tarihlenen yere sonradan gelenler kimler biliyor musunuz? Arkeoloğa
göre "Kafkas ötesi çobanlar" arkeolog M. Frangpane bunlar Türk'tür
demiyor. Tarihi kesimde bulunan parçalar da çok önemli. O çağın insanları
tanıdığımız spiral motifli eşyalar yapmışlar. Ürgüp Yeşilöz köyünde
rastladığımız spiral motifli eşyalar yapmışlar. Ürgüp Sucuoğlu evine yakın bir
peribacasındaki ilkel boyamada gördüğümüz yılanın öldürülüşü sahnesini onlar
taşlara işlemişler.
Göreme’deki kaya kiliselerinde görülen ermiş
Georgiosu'nun yine bir başka ermiş Theodoros’la birlikte ejderhaya karşı
savaşım sahnesini Kafkas çobanları dediğimiz halk, ayak bastıkları yerlere
ilkel de olsa yapıp geldikleri yerleri anlatmaya çalışmışlar. Söylemek veya
yaşamak kolaydır “Göreme’deki kiliseleri Roma’nın ve Kudüs’ün zulmünden kaçan
hristiyan keşişler yaptı” diye. Ama kazılarda yahut araştırmalarda ortaya konan
yeni yeni bilgiler önünüze çıkarsa, anlarsınız ki uygarlığa damga basmış
halklar içinde en başta Ön Türkler dediğimiz halklar da var.
Araştırmayı ve kazıyı yapan batılı arkeolog:
"Bu kazıda bizi düşündüren gerçekler var." diyor. Uygarlıklarının temelinin
kökeninde yani antik Akdeniz uygarlığında Anadolu’nun temel teşkil ettiğini
apaçık söylüyor.
Bizim Ön Türklerle ilgili tezimizi doğrulayan
ve bizi oldukça sevindiren olay bize birşeyler öğretmiş olmalıdır diye
düşünüyorum.
Kaynakça:
1- 17.nci sayıdan 23.ncü sayıya Ürgüp
dergisi. İsmet Aksoy
2- İletişim ansiklopedisi. Eski Mısır
Yahudileri.
3- C. Şakir, Altıncı Kıta Akdeniz.
4- Nihat Aksoy çevirisi. Antik Türkiye. Roma
baskılı
5- Heredot Tarihi
6- Prof. A. M. Mansel Ege ve Yunan tarihi.
7- G. Childe. Kendini yaratan insan.
İsmet
AKSOY-2000
ANTİK ÜRGÜP'TE HATTİLERİN KUTSAL MABEDİ
"TUMANNA"
Günümüze
kadar hiç araştırılmadığı anlaşılan Kapadokya'nın ve Ürgüp’ün eski çağ tarihini
kurcaladıkça karşımıza ilginç veriler ortaya çıkıyor.
Ürgüp’ün orta yerindeki Temenni kayasının ve Kadıkalesi'nin adlarının
13.ncu asırda Kapadokya'yı yönetmek üzere görevlendirilen Afşin bey tarafından
değiştirildiğini bulmuştuk. Aynı tarihlerde Anadolunun bir çok yerleşim
yerlerinin isimleri biraz asına uygun ama farklı anlam yüklenerek değiştirildi.
Örneğin: Tamisos, Damsa diye, Suvasa Söveşe diye, Ainosya da Awinos
Avanos diye anılır oldu. Avanos'lular merak edeceklerdir. "Aksoy bu
bulguyu nerden çıkaldı. Biz kentimizin eski çağ adının Venessa olduğunu
bilirdik. Awinos'ta neyin nesidir? diyeceklerdir. Onların merakını giderip
sonra da yazımıza devam edelim.
Milattan önceki 3000 yıllarında yani Hattiler döneminde Hititlerden
önce Kapadokya'daki kayalıkların arasındaki vadilerde ve yüksek kesimlerin
yamacında bağcılık tarımı, günümüzdekine yakın, aynı zamanda başarıyla
yapılıyordu. O çağın insanları Anadoluda günümüz uygarlığının temelini
oluşturan bir çok keşiflerde bulundular.
Keşiflerden biri mayalanmış üzüm suyu yani şarap, ikinciside o
zamanlara kadar çabuk kırılan ve dayanıksız üretilen seramik kapların
sırlanması ve fırınlanmasıyla farklı tekniğin geliştirilmesi oldu. İnsanlar o
devirlerde neyi çok yemişler, neyi çok içmişlerse onu kutsallaştırdılar. Ekmek
ilk çağ insanının sofrasını zenginleştirdi. Hitit döneminde 180 çeşit ekmek
yapıldığı Kapadokya tabletlerinde anlaşılıyor.
Günümüzde iştahla yediğimiz yufka bize onlardan kalmadır. Ballı
ekmekleri vardı. Buğday, çavdar, arpa ekmekleri vardı. Asker ekmeği yani taynı,
mayalı mayasız ekmekleri vardı.Her çeşit pide yapılıyordu. Bezelyeli ekmek,
değişik figurlerle şekil verilen ekmekler koyun, aslan, kulak, kafaya benzer
ekmekler pişiriliyordu. Ekmek kutsaldı. Ekmeğin kutsallığı neolitik çağlardan
diğer evrensel dinlere geçti. Irmak kenarlarında, doğal sahalarda oturmaya
elverişli yerleri genişleterek barınak yapan eski çağ Anadolu insani balık
tutmayı biliyorlardı. İçenler bilir, balık varsa
orada şarap da olmalıdır.
Balık ve ekmek. üzümle
birlikte şarap'da ekmek gibi kutsal yiyecekler olarak benimsendi. Hitit panteonunda
krallar tarafından merasimle tanrılara sunulan şarap bayramları oldukça
coşkulu geçmiştir. Piramit şeklindeki kutsal diapet ve diorit taşları bu merasim
başlangıcında zeytinyağı ve şarapla yıkanırdı.
Günümüzun Avanos'u da
şarabın ve biranın oldukça çok tüketildiği kutsal yer anlamına Ainos, ya da
Awinos şeklinde söylenmeye başlandı; AvrupaCJa bir çok şehir adları Anadolu
menşeilidir. Bazı adların örneğin; Paris'in adının nereden kaynaklandığı bilinir.
Tam bir Hatti ismi olan Wiyana'nın Anadolunun neresinden bu ismin taşındığı
bilinmiyor. Niğde'ye yakın Kemerhisar’ın tarihsel adı, Tiyana olur da Avanosun
adı Wianna olmaz mı?
Hattilerin seramik deposu
Ainos'un baş hecesinin günümüzdeki anlamı pek değişmedi. Ayinin ne anlama
geldiğini hepimiz biliriz. Kutsal mekan anlamında kullanılmıştır. Selçuklular
döneminde Ürgüp’ün adı Başhisar olarak değiştirildi. Avanos'a dokunulmadı.
İpek yolunda seyahat eden tüccarlar ünlü bir
bilgin ibni Rüşt'e Awinroes diyorlar (r) harfini hecelemiyorlardı. Bilginin
adına saygı nişanesi olarak Avanos'un tarihi adı öylece kaldı. Bir çok ünlü
islam bilgini şarabın kimyasal oluşumunu araştırırken yeni keşiflerde
bulundular.
YENİ
BULGULAR VE ÜRGÜP
Ürgüp
adının anlamı üzerine bir çok yazılar yazıldı. Ben de yazdım.Eğer yeni ilginç
olan şeylerle karşılaşmış iseniz, yazmamak sıkıntı yaratır. Yeni kuşaklar antik
çağ, Anadolu tarihine bizim gibi ilgi duymayabilirler. Bizim geleceği
düşünmemizde yarar olduğunu düşünüyorum. Elimizde ham dökümanlar varsa bilgi
kırıntılarından yazıya dökerek, bizim çektiğimiz sıkıntıyı onlara
yansıtmayalım. Her şey ellerinde bulunmuş olsun. Bazılarına göre eski çağ
tarihi masal gibi anlaşılıyor. Eğer eski çağ tarihine ilgi duyarsanız, son derece ilginç aynı zamanda da
önemli. En başta turizmde imaj yaratmak bakımından kıymet taşıyan bilgilerdir.
Mısır bu gibi bilgileri çok akllıca kullanmaktadır. Ur diye anılan yerler
uygarlık tarihinin önemli kentleridir. Mezopotamya'daki Ur'la Kapadokya'nın
kayalıkları arasındaki Ur'küp'ün günümüzün kardeş şehirleri gibi, ulaşım
bakımından uzak, ama hissi bakımdan yakın bir bağlantı vardı.
Asur ticaret kolonileri 250
eşeğin katıldığı kervanla yüklü olarak yola çıkıp Kapadokya’daki devrent
başlarında oturan Hatti devlet muhafızlarına yüklü bir ücret ödemeyi göze alıp,
Kayseri'deki Kaniş Kültepe pazarına ya da Ürgüp pazarına geliyorlardı. Onlara
göre volkanik oluşum doğal dokunun üzerine sonradan akan ve yeni yığınla şekil
bulan yer yapısı Ur'du, oradan esinlenerek yapılan kaya damlar küp'tü.
Hattilerin savaş sonucu zayıf düştükleri zaman Asurluların egemenliklerini
genişletip 3. ncü Ur hanedanı döneminde Kapadokya'da hükmettikleri bilinmektedir. O taraftan
Anadoluya taşınan mimariye bit-adini denmektedir. Ur-kup denince merkez, baş,
küp şeklindeki önemli kent diye anlaşıldı.
Bütün bunlar daha önceki
dergilerimizde az da olsa yazılıp çizildi. Şimdi bizim araştırmamız farklı bir
seyir izliyor. Biz, tarih öncesi çağlarda dağların ve tepelerin kutsallığından
yola çıkarak, 13. ncü asırda adının Temenni diye değiştirildiğini bulduğumuz,
Kapadokyalılar tarafından Temenno, Roma ve Bizanslılar tarafından Temenos
denen yerin nerde ise Ürgüp adı kadar anlam taşıdığını, ayrıca Hattiler
tarafından bu blok kayanın şimdiki kutsal kentler kadar mukaddes sayıldığını
adıyla birlikte yeni öğrendik.
Bir kere araştırmaya
başlarsanız arkası geliyor: milattan önceki çağlarda Anadolu'da iki güçlü halk
yaşıyordu. Bunlardan biri şu an üzerinde bulunduğumuz topraklarda yaşayan
Hattiler, öteki Karadenizin batısına doğru yayılan yerel krallıklar şeklinde
yaşayan savaşçı Gaşkalar'dı. İki halkın da kutsayıp, günahtan arındıkları
tepeleri bulunuyordu. İki kutsal mabedden biri Ürgüp'teki Temenos, o zamanki
adı "Tumanna" öbürü de Karadeniz'de aynı adla söylenen Tumanna
tepesi idi. İnançlar gelişip, değiştikçe Hattilerden sonra buralardan
kaynaklanan Temenos tepeleri çoğalıp batıya doğru yayılmış oldu.
Devlet güçlü oldukça
Tumannanın bilhassa Ürgüp Tumannasının ünü ve kutsiyeti oldukça namlandı.
Tanrıça İştar'ı temsilen, yüzlerce rahip ve rahibenin bulunduğu kayalık, uzak
ülkelerden gelip günahtan arınmak ve şifa bulmak için akan ziyaretçilerle
dolup, taştı. İştar, üretim ve bereket tanrıçası idi. Ancak cinsel
hastalıklara da ziyaretin faydalı olduğuna inanıldı. Kısaca Ürgüp adı nerde ise
unutulup "Tumanna" diye anılmaya başlandı, Tumanna. tanrıça ana, Tüman
babadır. Tumanna, tüman, teoman şeklinde gelişip inanç bilimsel nitelik
kazanınca günümüz okullarında teoloji dersi doğmuş oldu.
Tumanna bize birşeyler
çağırıştırıyor. Kilikya boğazının Anadoluya çıkışının ucunda bir başka şehrin
adı da Tuvanna'dır. Günümüzdeki geçitin adı Gülek boğazı, Tuvanna'nın adı,
Kemerhisar'dır. Hatti ve Hitit döneminde sonu (na) ile biten bir çok yerleşim
yeri ve kentler vardır. Bu şekilde adlandırılan yerlerin Hatti ve Hitit
hiyerarşik döneminde bir takım işlevleri olmalıdır. Bir yazımızda Temenni
kayasının kutsallığını anlatmış, çok inançli bir kişi olan ve Temenni'de
yaşadığına inanılan Tanrıça İştar'a aşırı bağlılığı yüzünden o tepede yaşayan
bir hekim rahip tarafından yıllarca hastalık çeken Hitit krall III. Hattuşili'nin
orada tedavi edildiğini yazmıştık. Bundan da şu sonuç çıkmaktadır. Tumanna
gerçekten bir kutsi mabed idi. İnsanlar buraya günahlarından arınmak, şifa
bulmak ve inançlarının gereğini yerine getirmek için gelip dua ettiler.
Tüm kanıtlardan yola çıkarak
şunu kesinkes söyleyebiliriz. Tarihin çok eski dönemlerinden başlayıp, çok uzun
yıllar boyunca Kapadokya ve Ürgüp, hem mabetleri, hem de doğal yapısı ve
Peribacalarıyla çok büyük önem taşıdı. Ziyaret için Tumanna kayasına akan
insanlar, izdiham yüzünden oraya ulaşamayıp sadece yüksek kayanın dibinden dini
akidelerini yerine getirmiş olunca, Peribacalarında oturan, inanç konusunda
kendilerinin yetkili olduğunu söyleyen azizlere koştular. Oysa, orada yaşayan
keşişler, kendilerini hiç bir ekole bağlı görmüyorlar, derin vadilerdeki
oyuklarda hem inanç karmaşası yaratıyorlar, hem de fakir ve yoksul halkı
sömürüyorlardı.
Tanrıya erişmenin yolunu ve
yöntemini bildiklerini söyleyen azizler geleneği Peribacalarına oyulan evlerden
başlayıp tepelere taştı. Biz onu yakın zamana kadar tekkeler olarak gördük. M.
önce 1275-1250 yıllarında Hitit devletini yöneten ve Temenni'de tedavi gören
III. Hattuşili'nin doktorunun adı Mıddannamuva'dır. Tedavisi süresince
Hattuşili 20 yıl kadar başkent Hattuşaş'tan uzakta yaşamıştır. Tarih
bilinmezlerle dolu değildir. Eğer ilgilenmez isek, her şey bize yabancıdır. Biz
Göreme'yi gezer, dolaşırız, oranın adının da görmeden kaynaklandığını
zannederiz. Oysa Göreme ile Ürgüp’ün, Ürgüp'le Kayseri'deki Kültepe'nin çok
büyük tarihsel ilişkisi vardır. M. Öncesi dönemlerde Katpatuka diye söylenen
şimdiki Kapadokyadaki açık hava müzesinin neolitik çağlarda bile kutsal
sayıldığını, adının da Kuwaura-uma olduğunu merak bile etmeyiz. O tarihlerde
Kuwaura-umanın anlamı sevgili ana tanrıçanın yurdu anlamında kullanılmıştır.
Bana göre kuwa, ruh anlamı taşımaktadır. Ur'a ise Ürgüp'ü anlatmakta, uma bizim
bugünkü ama, ya da hala anlamı taşımaktadır.
Göreme'de rastladığımız bir
çok kilise, oraya durup dururken yapılmadı. Kayadan oyulan mabedlerin transformasyona
uğrayıp kiliseye tahvil edildiğini herkes biliyor. İlk çağ insanları orada bir
mukaddes yer yarattılar. Sonraki halklar ise, mabedlerini inançlarına göre
geliştirip boyadılar. Kayalık Kapadokya’nın hemen her tarafı mabed doludur.
Eğer etrafa dikkatle bakar ve incelerseniz, dik kayaların Güney yamaçlarında
mihraba benzeyen oyuklar görülür. Oraya ulaşabilmek oldukça zordur. İlk çağ
insanları oraları oyarken tüm hünerlerini ortaya koymuşlardır. Bunlar
günümüzden 5000 - 6000 yıl önce yapılmış Cella, Zella tapınaklarıdır.
Ürgüp Kadı Kalesinde,
Sivritaş'ın güney yamacında, Ürgüp M. Paşa yolu üzerindeki kanlı kayada,
Karakuş yakınlarındaki kayaların yüzeyinde, Kapadokya'nın her tarafında
görülebilir. Eğer Zella çok önem taşımasa, mihrabın bulunduğu ön kısımda bir
derin çukur bulunur. Açılan bu çukur kurban kanının aktığı yerdir. Kutsal kan
orada birikmiş ve etrafı temiz tutulmuştur.
OSUANA
VE PROKOPİ'NİN ANLAMI
Bir tapınma merkezi, kutsal
sağlık ocağı, şifa dağıtan yer diye düşündüğümüz Temenno dan yola çıkarak biraz
da Osuana adının üzerinde duralım. Bu ad Hititlerin son dönemlerine doğru
devletin bir takım politik nedenlerle dağılmasına yakın zamanlarda söylenmiş
olmalıdır. Osiana, osuana sözcüğü doğan güneş anlamındadır. Yeni bulgularla bu
adın anlamını geniş tutmak gerekiyor. Osuana sağlık, enerji, dirilik ve göç
kazandıran kesim, yurt, dertlere derman dinlence şehri anlamında söylendiği de
kesinlik kazanıyor. Volkanik toprak yapısının nemsiz havası, derin vadilerin ve
dik yamaçların tarım bakımından akıllıca kullanılması sonucu yetiştirilen
çeşitli üzümler, kayısı, erik, elma, doğal ortamda kayalara oyulmuş
arılıklarda çokca üretilen bal ve hepsinden önemlisi değişik hastalıklara karşı
kullanırlar ve her dereden fışkıran maden suları.
Hele bir tanesi Ulaşlı
mevkiinde bulunan ve bağırsak şişkinliklerini bilinçli içildiği zaman tamamen
ortadan kaldıran o sihir dolu su, osu'ana. Bilimsel hekimliğin olmadığı o
çağlarda büyücülerin ve üfürükçülerin oyunlarından bıkıp, usanan ve derdine durmadan
derman arayan yığınla insan hep buraya akıyor, hem, cellalarda ibadet ediyor
hem de manen ve bedenen güç kazanıp gidiyordu.
Anadoluda hala bir çok
bölgede yalnız tahıl üretildiğini, bağ ve bahçe tarımının tam anlamıyla
bilinmedigini düşünük isek, Kapadokyada ki Ürgüp'e neden Osuana, Mustafapaşa
kasabasına Asuana dendiğini daha iyi anlarız. Dikkate değer bir husus ise vadilerde
yeşitirilen üzümlerden elde edilen şarabın o zamanki hekimler tarafından buraya
koşan insanlara uyku ilacı olarak verilmiş olmasıdır.
Osuana'da peribacalarında
yaşayan ana tanrıça keşişleri, hayatlarını idame ettirmek için dağda, bayırda
ot toplayıp onları ilaç ve merhem haline getirerek maden sularına yakın
kesimlerde çaresiz hastalarına bakım yaparak geçimlerini sağlamış oluyorlardı.
Bizans döneminde de varlığı bilinen bu azizlere "stylit" azizleri
deniyordu.
Devletin kontrolünden uzakta
zararlı faaliyetlerde bulunan keşişlerin yanında yeni buluşlarla Kapadokya'nın
ününe ün katan bilgin hekimler de vardı. Bunlara "Asklepios"
hekimleri ya da rahipleri deniyordu. Bizans döneminde adının Prokopios olarak
bildiğimiz o zamanki Ürgüp’ün sağlıkla ilgili bir ad olduğunu biliyoruz.
Kapadokya'da tarih ve doğa tüm cömertliğini gösterip insanların hep ilgisini
çekti, çekiyor. Statik, durağan ve hareketsiz toplum olmayı hiçbir zaman
benimsemeyen halk, zor hayat koşullan altında çalışıp çabalamış dışardan
kendisine koşan insanlarla kültürel alışverişte bulunmuştur. Fark gözle
görülür şekilde ortadadır. Bu yazının sonucunda bana şu soru sorulabilir. O
zamanlarda türkçe var mıydı? Biz hep çok eski çağlardan bu tarafa Anadoluya
Asya göçlerinin olduğunu, tarihin ve kültürlerin kopuk değil, sürekliliğini
anlatıp durduk. Burada iki önemli bilgiyi de vererek yazının içeriğini biraz
zenginleştirelim.
Roma döneminde söylenen
Asklepios hekimlerinin Hitit dönemi karşılığı "Asuana" hekimliği
idi. Azu hekim
anlamınadır.
Tarihte, renk renk toprağı konu alan Avanos'la, Ürgüp'ün samimi
ilişkisini hatırlatan mitolojik bir hikaye vardır. Tanrı Zeus (Zas) ile Katuana
(Khtonie) evliliğidir.
KAYNAKÇA
1)
Aksoy İsmet Ürgüp dergisi 17. sayıdan 24'e kadar.
2)
İietişim Ansiklopedisi.
3)
Aksoy Nihat. çeviri Antik Türkiye Roma baskılı.
4)
C. Şakir. Altıncı kıta akdeniz.
5) Heredot Tarihi.
6) Mansel. Ege ve Yunan Tarihi.
7) Gordon Childe. Kendini yaratan insan.
8) Eren Nevzat. çağlar boyunca toplum, sağlık,
insan. 1996
9) Gimbutas Maria. The language of the Goddes.
10) Wulf Schirmer. Hitit mimarlığı.
11) Uygarlığın Irmak kenarlarına yakın yerlerde
geliştiği göz önüne alınırsa, Avieno ya da Einos'un bağcı -tarımcı anlamına da
kullanıldığını düşünebiliriz.
12) Uhri. A, Ahmet, Ekmek ve Uygarlık. Bilim ve Ütopya Dergisi,
sayı 76.
13) Türkmen T. Kemal - Ürgüp.
İSMET
AKSOY-2000
MİTOLOJİ'NİN VE UYGARLIĞIN DOĞUŞ
MERKEZİ ÜRGÜP'TE BİR İNANÇ DORUĞU
“GOLGOLİ TEPESİ VE KIRK EŞİK”
Araştırma merakınız ve yeteneğiniz var ise,
ilgi duyduğunuz konuda biraz sabırla umulmadık sonuçlara ulaşabiliyorsunuz.
Kapadokya ve Ürgüp’ün antik dönemlerindeki yaşamına ait yazılarımız umulmadık ilgi
görüyor. Bir çok eğitimli genç, bitirme sınavına esas olmak üzere kaynak
arayışına başlayınca bizi buluyor ve elimizden geldiğince onlara yardım etmeye
çalışıyoruz. Bu benim kişisel çabanım ötesinde, Ürgüp Dergisi'nin yaşaması için
azimle her zorluğu aşmaya çalışan Ankara'daki Ürgüplüler derneği üyelerinin,
yöneticilerinin büyük başarısıdır. Bu çaba ve gayretin önemi ve değeri amacın
esas noktasına yönelikse, yani işin içinde çoğunlukla Ürgüp var ise, takdir
etmemek olmaz.
Derneği ilk başta kurup bu günlere
getirenlerin sıkıntılarını bizler az da olsa yaşadık. Ürgüp dergisine kaynak
arayışına çıkıp, maddi sıkıntıyı aşmaya çalışan Ankara'daki değerli insanların
umdukları yerden para yerine nasihat aldıklarını hep biliyoruz. Turizm'den en
büyük pastayı alan bu müesseselerin yöneticileri Ürgüp dergisinin 9-10 sayıyı
geçmeyeceğini, derneğin de amacına ulaşmasının mümkün olmadığını söyledikleri
zaman, yaşanan acıyı unutmak mümkün değildir.
Yapılan, yaşanan, yapılacak
olanlar ortada iken, benimsenmediği taktirde, sorulması gereken bir soruyu ben
hiç bir zaman aklıma bile getirmek istemiyorum.
Bu soru şudur: Acaba
Ürgüplüler derneği kurulmasa, daha mı iyi olurdu? Ürgüp dergisinin 6. yılını
döldürup 25. sayıya ulaşmasını ben "bir olmazı" başarmak olarak görüyorum.
Ankara'daki Ürgüplü
kardeşlerimizin, başta yöneticiler olmak üzere, kurucularını takdir ediyor,
2001 yılında başarılarının devamını diliyorum.
NEYİ
ARAŞTIRIYORUZ?
Burada Ürgüp’ün antik çağ tarihini araştırıp,
yazarken, Kapadokya'nın mucizevi doğal güzelliklerini sanatsal anlamda
fotoğraflarken, amacım alkış almak ve de saygınlık kazanmak değildir. Bu bir
yaratılış gereğidir. Benim içimden akıp gelen bir duygu, amatör bir ruhtur.
Buna ilahi bir misyon da demek mümkündür. Öyle
ya, Annem Şerife de ölen kocasına "Cemal'im" türküsünü
yaktığı zaman onun sürekli çalınıp söyleneceğini, Ürgüp’ün tanıtılmasında
etkili olacağını nerden, nasıl bilebilirdi?
Hayatın akışı içinde,
halisöne duygularla çalışırsanız, bazı oluşumlar insanı şaşırtıyor. Örneğin,
Ürgüp Dergisi'nin 25. sayısına "Antik Ürgüp'te Hattilerin Kutsal Mabedi
"Tumanna" diye bir yazı göndermiş, onun anlamını da irdelemiştik.
Tumanna daha ne anlama
gelir, bulunduğu morfolojik yerde tarihi etkileri nereye kadar gider, diye
araştırırken karşımıza M.Ö. binli
yıllarda buradan Mısır'a taşınan ve oradan İsis diye geri dönen ocak tanrıçası
"Duman ana" karşımıza çıktı. Mitolojiye meraklı olanlar bilir. Bir
Tanrıçanın bir çok adı vardır. Her fırsatta Kapadokyalı olduğunu söylediğimiz
Kybele inancının da sayılamıyacak kadar adı vardır.
Burada ilginç olan
şey, var olduğunu söylediğimiz misyonla ilgilidir. Annem "şen olasın Ürgüp
dumanın gitmez" demiştir. Biz sonradan farkına vardığımız belgesel bir
yazıda Temenni'nin başındaki bir "Duman ana" yı konu edinmişizdir.
THALES
Dergide geçen yıllarda neşredilen, ayrıca geniş
etki yapan bir konu da sonradan araştırmalarımızda yakaladığımız bir başka
ilginç rastlantı da; Güneş'in önceden tutulacağını M.Ö. 28 Mayıs 585 tarihinde bilmiş olan İyonya'lı yani Anadolu'nun
batı tarafında yaşayan bilgin Thales'le ilgilidir. Onun buluş ve teorileri,
içinde bulunduğumuz uzay çağında bile değerini korumaktadır. Söz konusu yazıda
tarihin çok eski çağlarındaki Kapadokya'daki dünyanın en eski gözlem istasyonun
varlığını bildirmiş, bu konuda etrafıı bilgi vermiştik. Tezimiz şuydu: Türkler
Anadolu'ya çok eski çağlarda geldiler ve uygarlığın önemli buluşları
Kapadokya' da gerçekleşti. Hemen arkasından konuyu genişletip ikinci bir
yazıyla "Uygarlık tarihinde Kapadokya'nın gerçekleri ne idi, yanılgılar
ne olabilirdi" diye sormüştuk.
Günümüzde bilgin Thales'le
ilgili bir çok kitaplar neşrediliyor. Kitap yazanlar Thales'e ait bilgilerin
hep Mısırdan kaynaklandığını usanmadan yazar dururlar ve Anadolu'nun bir başka
kesimindeki gelişen uygarlığı görmek istemezler ya da işlerine öyle gelir.
İşlenen konu hep şudur: Thales bilgin oluşundan ayrı, ticaret işiyle uğraşıyor
ve yaşadığı yıllarda Mısır'a Ege'den zeytinyağını gemilerle taşıyor, oradan da
tuz getiriyordu. Astronomi bilgisini orada kaldığı zamanlarda öğrendi
bildiklerini Anadolu'da açıkladı.
Verdiğimiz bilgilerde bizim
sorduğumuz soru şuydu: O zamanlar Anadolu'da işlenilen tuz ocakları ne işe
yarıyordu, Mısır'dan tuz taşıma zahmete değer miydi?
Israrla yaptığım
araştırmalarımda Milasli Thales'in buluşları da dahil, güneş gözlemlerinin ve
daha başka önemli buluşların Kapadokya menşeli olduğu ortaya çıkmaya başladı. M.Ö. 624-547 yıllarında yaşadığı bilinen
Bilgin Thales, buluşlarını açıkladığı yıl yani M.Ö. 28 Mayıs 585'de Milet-Lidya ordusunda doğudan batıyı tehdit
eden kral Kiyaksar'ın komutasındaki Med ordularına karşı savaşmak üzere
Kızılırmağın doğusunda Avanos yakınlarında bir savaşa katılmış, burada kaldığı
sürece de edindiği bir çok bilgileri de İyonya'ya yani Milas'a taşımıştır.
Med-Lidya savaşı hemen bitmemiş tam beş yıl sürmüştür. Bu savaş İyonyanın
yenilgisiyle sonuçlanmıştır.
Bilimde şüphe esastır.
Böylelikle bir şüphe bizi doğruya götürmüş olmaktadır.
Yine yazımızda (25.
sayımızda) Temenni kayasını incelerken, yazdığımız yazının bir yerinde
Göreme'nin antik adını Kuwa-ura-uma diye verip, ur'a nın urla ilgili olduğunu
bu deyimin Göreme'yi de içine alan bir tarihi deyim olduğunu bildirmiştik.
Bu yazıda Ürgüp’ün eski
çağda yani Sümer-Asur dönemlerinde çok önemli ticaret merkezi "Karum"
olduğunu, Mezopotamyalı tüccarların burayı yurt tuttuğunu anlatmaya
çalışmıştık. Seton Lloyd Asurlu ticaret kolonilerinin M.Ö. 2000 yıllarında Kaniş'te Hitit devleti kurulurken oluşan
kaynaşmadan orayı terk ettiklerini yazmıştır. Olasılıkla o yıllarda ve daha
sonraları tüccarlar Kayseri'deki Kaniş'ten Kapadokya'daki Ur'a taşınmışlar,
münzevi yaşam içinde etkinliklerini burada inançlarıyla birlikte sürdürmeye
çalışmışlardır.
Bir kaynakta verildiğine
göre, bu tüccarların halkı sömürüp ticaret hayatını olumsuz etkilediklerini öne
sürerek krala şikayette bulunmuşlar M.Ö. 1275
1250 yıllarında krallık yapan Hattuşili, onların ev, bark, tarla almalarını
yasaklamış, kışın orada kalmalarını da men etmiştir. Tüccarların yer
değiştirip uzun yıllar kaldıkları yer olan Urla hep Fırat kıyısında bir yerde
araştırıldı, durdu. Oysa biz Kapadokya'daki yer altı kentlerini, tarihini,
Göreme'yı araştırırken Ur'a gerçeğini yakalamış olduk. Burada dikkat edilmesi
gereken nokta Ürgüp ve Göreme'nin ayrılmaz tarihi bütünlüğüdür.
Değişik konulardaki tarihle
ilgili yazılarımızda, Kapadokya'daki doğa harikalarının ve sihirli oluşumların
ilk çağda yaşamış olan insanların bu acaip yaratılışı kutsallaştırdıklarını
ileri sürdük. Bu konuda bulgularımız devam ediyor. Yine geçen sayımızda Ürgüp
yani UR-KOP' ün merkez, baş, küp anlamı taşıdığını, günümüzde Dünyada ki
kutsal kentler kadar eski çağlarda önem taşıyan bir yer olduğunu anlattık.
şimdi sırası gelmişken, şunu bir not olarak düşmemizde bir sakınca olmadığını
düşünüyorum. Asur ticaret kolonilerinden etkilenen yerel halk bir mimari
geliştırıp "küp" dediler. Küpün o zamanki yazı dili Akadçayla anlamı
"Kab"dır. Buna göre sami dil ailesiyle Kab'e nin de küp anlamı
taşıdığını görüyoruz. Buna göre eski çağlarda Ürgüp’ün inanç merkezi olduğunu
daha berrak şekilde görüyor ve yanılmadığımızı daha iyi anlamış oluyoruz.
Bunun için ille de kanıt aramak gerekmiyor, dağda, bayırda gördüğümüz mabetler
bunun için yeterli delildir.
GOLGOLİ
VE KIRK EŞİK
Kapadokya'nın kutsallığından yola çıkarak ismi
üzerinde araştırılmadan sadece akla dayanan ve olur, olmaz yorumlar yapılan
Mustafapaşa kasabasının güney kesimine düşen bir çok mekanın bulunduğu
terkedilmiş ören yerini ve yanıbaşındaki etrafı çepeçevre çardak biçimindeki
evlerle doldurulan Golgoli tepesini, hemen önüne düşen Gömede vadisinin
üstünde oldukça yüksek bir peribacasına oyulan 40 eşik Amazon sarayını turizm
yönünden bulunmaz değerde yerler olarak görüyorum.
Varlığı dahi bilinmeyen ve
üzerine çıkıp görülmesi için, aşınmadan dolayı, bir hayli efor sarfedilmesi
gereken bu muhteşem yapıya en çok Amerikalı turistler ilgi gösteriyor. Ben
düşerim korkusuyla çıkmayı göze almadığımdan içinde neler var bilmiyorum.
Fotoğraflamak amacıyla gittiğimde etrafı Kapadokya' da görülenden ayrı bir
doğal manzara insanı adeta büyülüyor. Etrafta inişi, çıkışı oldukça zor, antik
değerde arılıklar ve meyve bahçeleri var. Köylülere sorsanız, burası bir
kadın asker (Amazon) için oyulmuş. Burada çalışan insanlar kayaların üzerindeki
işaretleri de biliyor ve neyi anlattığını sormaktan çekinmiyor. Tariflerine
göre, Kapadokya'da yaygın bir şekilde kayalara oyulan gamalı haç sivastika.
Oldukça önemli bir işareti biz hep yazdık durduk, binlerce yıl önce Anadolu'ya
akan Asyatik kavimleri anlatıyor.
Bunlar
safir diye bilinen yakut, Uygur ve İskitler olabilir. Belli ki tarım için
oldukça bereketli bir yeri elleriyle koydukları gibi bulmuşlar, unutmayalım
diye de pitografik işaretleri kayalara nakış nakış işlemişler. şimdi onların
torunları orada hala birşeyler üretiyor. Tarihlere bakılırsa M.Ö. 2885 yıllarında Kapadokya'ya
Doğudan büyükçe bir Uygur göçü yaşanmış.
Bize göre bu göçlerin başlangıcı çok çok öncelere dayanıyor. Kanımca
Kapadokyayı bilimsel anlamda araştırmanın günü geldi, geçiyor. Bunca üniversitelerimiz
ne yapar, ne işe yarar, anlaşılmıyor? Araştırdıkça çok değerli şeyler
şaşkınlığımıza yol açıyor. Bilginlerimiz, hocalarımız bunları Dünya kamuoyuna
sunmalıdır. İlle de yazmak için bir Gordon Childe ya da J. Mellart gerekmez.
Kapadokya'da mitolojik
kırklar hikayesi oldukça yaygındır. Suvasa'daki 40 azizler, kırk kilise, kırk
tanrıça, tabii bir de kırk eşik. Kırk eşiğin ötesinde Golgoli tepesi, Ürgüp
kadı kalesi, Ortahisar kaleleri ve Uçhisar kaleleri var. Eğer buraları
gözetleyip bekleyen tarihteki bir kadın savaşçı ise, bunların kimler olduğunu
tarihçi Heredot'tan dinleyelim: Heredot Amazonların İskit'lere benzeyen Sarmat
Kadın savaşçıları olduğunu bildirmiştir. Tiflis yakınlarında bir koruganda
kadın savaşçıya ait içinde çömelik olarak duran bir mezar bulunmuştur.
Heredot'un Sarmat dedigi İskitlerin Sauramat koludur.
Sauramat kadınları, kız
kaldığı sürece ata biner, ok atar, at üstünde kargı savurarak düşmanla
savaşırlar, üç düşman öldürmedikçe evlenmezler, töre gereğince hayvan kurban
etmeden kocalarıyla aynı evde oturmazlardı. Bir kız kocaya varmışsa, genel bir
seferberlik zorunluluğu ortaya çıkmadıkça ata binmeyi bırakırlardı. Kadınların
sağ memeleri yoktur. çünkü kızlar daha çocuk iken, anaları bu iş için yapılmış
tunç'tan bir aleti şiddetli kızdırıp sağ memeye bastırarak dağlıyorlardı.
Böylece memenin savaşta zorluk yaratmaması için büyümesi önlenmiş olur, bütün
kuvvet sağ omuz ve kola giderdi.
Yer ve mekan bakımından
tarihin çok eski çağlarında insan kaynaşmasına sahne olan Golgoli tepesini ve
oranın kudsiyetini Damsa'ya eski adı sevgili ana tanrıçanın koyu anlamına
Dama-issaya yakınlığı dolayısıyla göz ardı
edemeyiz. Bu tepe Hattilerin de önemli mabetlerinden biri sayılır. Arinna'nın
güneş tanrıçası ve fırtına tanrısı Telepinu'nun zirvelerinden biriydi. Huhutiş
denen mukaddes bir su vardı. Tepeden bu suya ulaşmak için derince bir mahsen
oyulmuştu. Mahsenin bulunduğu kuyu başına Bizans döneminde bir kilise inşa
edildi. Golgolide ayazma denen bu su hala kutsallığını koruyor.
Buranın esas adı
bulgularımıza göre Golgoli değil, Golgot'a tepesidir. Fırtına tanrısının doruğu
olduğuna ve serin, havadar bir yer olmasından bir Kapadokya dil ailesinden
Amazon-iskitler de söz konusu ise, Hind Avrupa menşeli luwi diliyle "serin
tanrı" tepesi anlamını çıkarabiliriz. Bu tepenin adı ve kudsiyeti
yerinde durmamıştır. Eski gezginci kavimler aynı tepeyı Filistin Nasıradaki
Betlehem'de yapmışlar ve adına da "kafa kemiği" anlamına gelen
Golgot'a demişlerdir. Hazreti İsa bu dağda düşmanları tarafından çarmıha
gerilmiştir.
Dinler tarihini
incelerseniz, inancın üç doruğu vardır. Musanın on emirle Tur dağından inmesi,
İsa'nın Golgota'da çarmıha gerilip (transfiguration) şekil değiştirmesi,
peygamberimiz hazreti Muhammed'in miraci.
Golgoli tepesinin etrafına
çepe çevre saran çardak biçimindeki evlerin çok çok eski görünümleri var. Burada rahip ve rahibeler oturmuş olmalıdır.
Ana tanrıça kültüründe onu temsilen görev alanlar, yerleşim yerinin içinde
değil, ikametgah olarak seçilen ayrı kesimde barındılar.
Bu kesime biraz uzakta,
yerini yazmayı tahrip edilir korkusuyla uygun bulmuyorum. Kaya yüzeyine oyulmuş
orak ve ay kabartmasına rastladım ve fotoğrafladım. M.Ö.ki çağlarda Mısır’ın
İsis inancı Kapadokya'da yaygın olduğuna göre, Hermes öğretilerinde ruhun ilk
önce aya ulaştığı inancı anlatılır. O inançta yerin üstünden çok, altı dinsel
amaç için kullanılır. Bu da bizi Kapadokya'da yer altı şehirlerini ve
labirentleri daha farklı incelemeye götürür.
KAYNAKÇA
1. Aksoy İsmet Ürgüp
Dergisinin 17. sayısından 25'e kadar.
2. Kitabı Mukaddes Yuhanna sahife 115 bab 19.
3.Hançerlioğlu Orhan, Düşünce Tarihi, Remzi
Kitapevi,1977.
4. Aksoy Nihat, çeviri, Antik Türkiye Roma
Baskısı
5. C. Şakir, Altıncı Kıta akdeniz.
6. Heradot Tarihi
7. Mansel, Ege ve Yunan Tarihi
8. Gordon Childe, Kendini Yaratan İnsan
9. Eren Nevzat, çağlar Boyunca Toplum, Sağlık,
İnsan,
1996 Ankara.
10. Gimbutas Maria, The Language, Of the
Goddes.
11. Anadolu'da Golgota Tepesi anlamlı Kurukafa,
Cavlak Tepe gibi adlandırılan çok tepe vardır. Gömede Gomatha şeklinde
yazdmalıdır.
12. Ansiklopedik bilgiler ve Bilim ve Ütopya
Dergisi yazıları.
14. D. İlhami, İskitler ve Sakalar, 1993 Ankara
İSMET
AKSOY-2000
HATTİLERİN TEMELKAYA'SI ÜRGÜP'TE GÜNEŞ MİTOSU VE MA’ATNEFRURE
Yılllardan beri turizmde oldukça kan kaybeden, 1980
öncesi eski cıvıltılı canlı günlerine bir türlü kavuşamayan Ürgüp’ün yeni
baştan yapılarınması gerekiyor. Ürgüp'te turizm olgusunu yapan, yaratan onu
karşılayan ağırlayıp sonra da etraftaki yerleşim birimlerine yayan bizzat
içinde yaşayan halkıdır. Bu inkar edilemez tarihi bir gerçektir, tartışılması
da halkın yaratıcılığına inanmamak anlamı taşır.
Ayrıca Ürgüp, tarih bakımından henüz tam çözülememiş muhteşem bir tarihe
sahiptir. Tarihi gerçekler irdelenip, araştırıldıkça, ilkçağ insanlarının
kayalara dikkatle işledikleri simge ve semboller karşınıza çıktıkça, geçen
yıllarda neden araştırılmadığı sorusuna yanıt bulmak oldukça zorlaşıyor. Zengin
kültür birikimine sahip akıllı insanların bu konuda varlık göstermemesine anlam
veremiyorsunuz. Şayet bu muhteşem tarihi yıllar önce açıklığa kavuşmuş olsaydı,
ne türlü bir kazanç sağlanırdı? diye sorulabilir. En azından uzun yıllar
canla, başla tanıtılmaya çalışılan Göreme açık hava müzesinin idari konumu
değişip Nevşehir’e bıraklınca acze ve kötümserliğe düşülmezdi. Elinizdeki
tarihi bilgi bolluğunu kullaır, her kaya damın, her simge ve sembolün orjinalitesi
dünyaya açıklanır "mas" turizm denen kitle turizminde harikalar
yaratılabilirdi.
Ticaret hayatı aksamaz, esnaf işsiz kalmazdı. Enerjiyle dopdolu genç
insanlar harıl, harıl çalışır ekmek
kapısı sürekli açık kalırdı. Göreme yine yerinde kalır ancak biz, insanlığın
Anadoluda ve etraf ülkelerde geçirdiği yaşantıyla Ürgüp tarihinin etkisini
anlatmış ve anlamış olurduk. Yani Ürgüp açıkça akşam gelinip, sabah gidilen
yer olmaz, sokakları dışardan gelen misafirlerle kaynaşır, Tümanna’sıyla (Temenni)
Kadı kalesiyle (Katu Gala) etraftaki ilginç yerleri anlayabilmek için heyecanla
sıra bekleyen yabancılarla dolup, taşardı. Dikkatimizi kentimize yönelterek tam
ama sarsılmaz bir turizm beldesi olurduk.
Biz daha önce herşeyi Göreme üzerine inşa etmiştik. Turizm işiyle
uğraşanlar, Ürgüp’ün antik çağ tarihindeki zenginliğinin farkına
varamadıklarından varsa, yoksa Göreme, sonra da Ürgüp dediler. Oysa kiliseler
günümüzde yaşayan bir dinin, tarih bakımından bize pek uzak olmayan boyalı
mabetleri idi. Büyük bir hoşgörü içinde birlikte yaşadığımız yıllar vardı
arkada. Anlatmak zor değildi o halkı ve inançlarını gelip görmek isteyen
misafirlere. Ama arkada kalan ve tarihin derinliklerine doğru uzanan önemli
zaman dilimlerini 19. asır başlarında yeni öğrenmeye başladık ve yeni, yeni
tadına varır olduk.
Ürgüp'e onun içinde yaşayan insanına, hemen şimdi değil ama gelecekte
alabildiğine yarar sağlayacak olan tarihi bilgiler nelerdir? Ona bakalım.
Dergimizin önceki sayılarında Temenni kayasının ön yüzeyinde kalenin
önemini anlatan bir Hathor kabartmasının varlığını bildirmiş ve o konuda tarihi
gerçekleri anlatmaya çalışmıştık. Bu yontuda boynuzla birlikte bir Ay
kabartması vardı.
İkinci olarak Kadı kalesinin yakın bir kesiminde, sivri kayaların
bulunduğu bir yerde, çağlar önce aşı boyasıyla ilkel olarak çizilmiş pitografik
resimler vardı. Burada bir at, üzerinde kargısıyla avlanan bir avcı ile
beraber, etrafta yabani hayvanlar görülüyordu. Belli ki burada yaban hayatı
anlatılmak istenmiş, avcının ayaklarının altında zig-zag işaretleriyle yılan
resmedilmişti. Bu sahne Hititlerin "İlliyankas" ejderhanın fırtına
tanrısı Telepuni tarafından öldürülüş mitosudur. Tarihi belgelerde bu kesimde
tanrıçanın kayalara oyulmuş evi vardı. ilkbaharın canlanışını halk tanrıçaya
yakın olmak için evin önünde kutlardı. Hititlerde Purilli bayramı denen
sözkonusu zaman bizim nevruz kutlamalarıyla eşdeğerdedir. İlliyankas efsanesi
çağları ve inançları etkilemiş, Hristiyanlığın Kapadokya’daki duvar
resimlerinin konusu olmuştur.
Bir başka yerinde oldukça ilginç kaya yüzeyine oyulmuş, şekil bakımından
biraz sade olmasına karşın, Mısır tarihinde sıklıkla görülen koruyucu kutsal göze
“Udjah” benzeri bir göz motifine rastladık. Oyma taşların yığınla bulunduğu
oldukça eski bir Ürgüp evinin pencere üstü süsü olarak bozulmadan günümüze
ulaşması aynı evin yıkılmaya yüz tutmuş bir odasının şömine taşlarının üzerinde
geometrik nakışlarla birlikte, işlenmiş yılan motifi bizi oldukça
heyecanlandırdı. Heyecanlandırdı diyorum, bu evi bana aynı mahallede yaşayan
değerli insan Hasan Sarıkaya gösterdi. Araştırma tek başına olmuyor. Tarihe
ilgimi bilen arkadaşlarım bana her fırsatta yardım etmeyi görev biliyor, eksik
olmasınlar. Ürgüp’le ilgili yazılarım onları da heyecanlandırmış olmalıdır.
OSUANA GÜNEŞ Mİ?
Dördüncü ama en önemli Ürgüp simgesini geçen hafta bulduk. Bu bir
güneşti. Çimenli kayasının eski Ürgüp'e bakan kuzey yamacının ucunda kayalara
asılmış gibi duran bir kaya odanın sahanlığının duvarına oyulmuştu. Bir koca
dairenin kenarları üçgenlerle, süslenerek "Doğan güneş" kabartılmış.
Dikkat edilirse Osiana sözcüğünün Ürgüp'te Doğan Güneş anlamına kullanıldığını
ve bu adın da M.Ö. 1250’lerde Hitit
devletinin yıkılışına yakın zamandan günümüze geldiğini dergimizin bir önceki
sayısında yazmıştık. Bu konuda yorumlarımızı biraz öteye bırakarak aynı
mahalde daha neler var ona bakalım, güneşin önünden geçen dar bir yerden
sürekli yakılan ateşle simsiyah olmuş bir başka dama giriyorsunuz. Tam karşıda
halen toprakla dolu bir bölüm karşınıza çıkıyor. Biraz uçta demirci ocağına
benzer çukur var. Yan odanın zulası gibi kullanılan dar mekanın küçük
percereleri dam ile birleştirilmiş. Aynı zamanda oradan giriş ve çıkış
sağlanmış. Ön kısımda şırahane var. Şırahaneye yakın bir yerden dikme giden
bir tıraz oyulmuş. Yakılan ateşle simsiyah olan tırazın ne işlev gördüğünü
anlamak için oraya tırmanmak gerekiyor.
Uzun uzadıya bu önemli yerde neler var diye anlatmayı gereksiz
görüyorum. Tırazlar Kapadokya'da çok eskidir. Güneş simgesinin yanındaki mekan,
Kutsal Ateş tapınağıdır. Bu tapınağın bir eşi Erciyas (Argios) Dağının Lifos
tepesindedir. Güneş tanrı adına yakılan ateş hiç sönmüyordu. Önceleri tepelerde
yakılan ateş sonraları meskun yerlere taşındı. Tapınaklarda ateşin sönmesinden
sorumlu muhafızlar bulunuyordu. şayet ateş, kazara söner şikayet söz konusu
olursa sorumlular idam edilirdi. Tapınağın içinde bulunan zula yeri ateşin
yakılcı etkisinden korunmak için yapılmış oluyordu.
Ben bazı bilgileri okuyucuya ulaştırmak için çok dikkatli davranıyor,
yazdıklarımdan emin olmak için de titizliklik gösteriyordum. Temenni kayasının
kutsallığını anlatırken ağır bir sorumluluk taşıdığımı anlıyordum. Ne var ki,
şimdi oldukça rahatım. Zira temenni de yıkık kayaların altında Anadolu’nun en
eski tapınağını da elimizle koymuş gibi bulduk. Müsaadenizle yine bir ismi
hatırlayalım. Araştırmalarımda bana kırık ayağıyla yardımdan yorulmayan değerli
insan Mehmet Esatoğlu'nun büyük katkıları oldu.
Sayın Esatoğlu'nun tabiriyle güneş kursunu keşke bana göstermesiydi,
diye aklıma geliyor. Ben sanki hep o simgeyi arıyordum gibi bir duygu
taşıyorum. Güneş deyip geçmek olanaksız, bir çok tarihi gerçekler onun içinde
gizli. Bundan böyle etrafa fazla bakmadan Kapadokya’da doğa fotoğrafları
çekmeye çalışacağımı biliyorum. Neden derseniz? Anlatayım: güneş tek başına bir
kaya yüzeyine ustalıkla oyulmuş ise, eski mekanların bulunduğu bir kesimde bu
anıtsal simge bozulmadan günümüze kadar gelmişse, tabiatıyla o da Ürgüp’ün tam
orta yerinde bir yerlerde bulunmuşsa bize bundan böyle dolaşmak değil, otürüp
araştırarak bir güzel yazmak kalıyor.
Yukarıda anlatılan 4 simge ayrı ayrı yerlerde olmasına karşın bir
bütünlüğü anlatmaktadır. Bu simgelerin ne zaman yapıldığı, kimler tarafından
kayalara işlendiği benim açımdan önem taşımıyor. 3000 yıldan fazla ise bizzat
tarihi yaşayan halk yapmıştır denilebilir. Eğer 500 ya da bin yıllıksa, adet ve
törelerine sadık eskiyi unutmayan halkın elinden çıktığını düşünebiliriz. Bence
gördüğümüz bu işaret ve damgalar Ürgüp tarihini berraklığa kavuştürüyor. İçten
ve inanarak söylüyorum, bu simgeleri Anadolu’nun başka bir yerinde 4 ünü bir
arada bulmak mümkün değildir. Eğer işin içinde Ürgüp'e uzak olmayan bir kesimde
çok eski bir Güneş gözlem evi varsa ki, onu da yazmış bulunuyoruz. Kalıtsal
altın değerinde beni oldukça heyecanlandıran muhteşem tarihi değerlerdir.
Eğer yetkileri olan bir yönetici olsaydım, yarından tezi yok bu tarihi
kesimlerde koruma amaçlı çalışmalara başlar, etrafı bir güzel temizler
işaretleri korumak için ne mümkünse onu yapar, gerekirse cam fanus içine alır,
turizm amaçlı değerlendirirdim. Değerlendiririm dedim ya, üzülerek söyleyeyim
yıllardan beri Ürgüp'te ben bu hassasiyeti göremiyorum, pek birşeyler
yaplacağına da inanasın gelmiyor. Neden? Derseniz anlatayım. Karahandere
mahallesinde bir kaya kilise var. Nevşehir'den inişte hemen sol tarafta
gözümüze çarpar. Dışarıdan görülen Fresklerin eğer dikkatli iseniz, her yıl
değiştiğini görür, neden açılmadığına bir türlu anlam veremezsiniz.
GÜNEŞ MİTOSU NEYİ ANLATIR?
Güneşsiz tarih yazarsanız yavan olur. İnsanoğlu dünyada var olduğu
sürece onu izlemiş, inançlarına onu katmıştır. O hayatın ebedi kaynağıdır. Onsuz
yaşanmayacağını biliyoruz. Tarihin akışı içinde inançlarımızı nasıl etkiledi
ona bakalım. İlk insanı uygarlığa taşıyan ateştir. Günümüzde bile Anadolu'nun
güneyinde bu inançın tüm canlılığı ile yaşadığı gözlemlenmiştir. Onlara
ateş'gede denir. Güneşi ilah yerine koyarlar. Eski Türk inancı olan şamanizmde
düğün duası bir yaşlı tarafından yapılır ve dua şöyle biterdi: “Alevli ateş
yak, yaktığın ateşin, kıvılcıları sönmesin, kışın oturduğun ev bereketli, yazın
oturduğun ev kutlu olsun". Yakut duası olan bu dilek şu an yazdığımız
yazıya umarım ışık tutacaktır. Havadar bir yerde yazlık bir odanın
sahanlığında görülen Ürgüp güneşi kabartması, müzelerimizde ve yazılı
belgelerde görülenlerden apayrı bir özellik taşımakta, bize Mısır tarihinde
gördüğümüz Ra'yı hatırlatmaktadır. Kanımca çimenli kayasındaki AMON-RHA, Temenni’de gördüğümüz İsis,
Osiris, Horus'u anlatan HAT-HORU tamamlamaktadır.
Biliyorsunuz Kadıkalesinin antik adı Katu-Gala'dır. Mısır piramitlerinde
Hattilerin adı Kheatu diye geçiyor. Biz bir Hitit kralının III. Hattuşili'nin
Ürgüp’lü olduğunu hastalığının Ürgüp Temenni tepesinde Middannamuva, isimli
bir doktor tarafından tedavi edildiğini 25 sayılı dergimizde ele almıştık.
III. Hattuşili 24 Hitit kralının 21 ncisi, büyük krallık döneminin 10
ncu kralıdır. Adı Hattuşili'dir, ama, onun takma adı, Katu-sar’dır. Sar burada
han anlamına geliyor. Bu ad başka krallar için kullanılmadı. Katu, Hatidir,
Katu ya da Hatti bir site şehirdir ve orası" da Urküp'tür. Ürgüp adı çok
eski olmakla birlikte, şehirlerin adı ve yeri bazen yanında bulunan kutsal
tepelerin adıyla hatırlanırdı. Örneğin, Kayseri için Kaisareia değil de, Argiosun (Erciyas) dibindeki
Eusebia gibi. Kapadokya tabletlerinde Hattilerin birbirine uzak olmayan
kesimlerde 3 büyük site şehirlerinin olduğu ve bunların Kuşar, Hatti ve Kaneş
adılarını taşıdığı yazılmıştır.
Kussar, Hatti, Kaneş
Anadolunun orta yerinde önemli site devletlerdi. Mezopotamya'da Sümerler, tüm
güçleriyle ilerde Anadolu'da büyük bir uygarlığın etrafı sarsacağını
anlıyorlar, ticaret kervanlarıyla burada neler olup bittiğini yerinde
izliyorlardı.
Bir başka uygarlık Mısır'da
başlamıştı bile. Oradaki uygarlığı yaratanlar, kablarına sığmıyorlar, dünyanın
neresinde üretim varsa ülkelerine taşıyıp para kazanmanın yoluna bakıyorlardı.
Ticaret hayatında dostluk önemlidir. Tarihi belgelerde M.Ö. 2500-2000
yıllarında Anadolu-Suriye yoluyla yoğun bir ticaretin olduğunu, her türlü gıda,
giyim eşyası, hayvan ve insan taşındığı yazılmaktadır. Gülek boğazından inen
yol, Halep, Hama, Kadeş ve Beyrut'tan Gazze'ye varıyor, oradan Mısır'a
ulaşıyordu. Ticaretin yoğun olduğu yerde insanlarla birlikte inançlar da
taşınır. Kutsal kitap Tevrat Hitit’lerden sıklıkla söz etmektedir. Öyle ki
M.Ö. 2000 başlarında Anadolu'dan Mısır'a gitmek için Suriye'ye gelen insanların
orada kutsal Ma ana (Kybele) ve fırtına tanrısı Telepinu inancını yaydığını
sadece Hititlerin barındığı Katu şehrinin orada da kurulduğunu yazıyor.
Uygarlığı kuranlar alelade
insan kalabalığı, değildir. Mısır’a Anadolu’dan insanla birlikte inanç
taşımışlarsa onlar boş dururlar mı? Onlar da devletlerinin etkilerini ve
sınırlarını genişletmek için her yola baş vurup ellerine geçen insanlara ilk
başta dinlerini öğretiyorlar, sonra da güçlerini kullanıp istila ettikleri
yerlere yöneltmek üzere görevlendirdiler. Mısır'la Anadoluda ortaya çıkan
inaçlara yönelik etkili psikolojik savaş M.Ö. 1296 yılında Firavun
II.Ramses'le Hititler'in güçlü kralı Muvatallis'le yapılan Kadeş savaşından
önceki yıllarda başladı.
Üç önemli Mısır simgesinin
Amon-Rha güneşi de dahil Ürgüp'te bulunması rastlantı olamaz. Anımsarsanız,
yine bir yazımızda III. Hattuşili’nin rahibe olan eşinin Suriye'ye yakın
yerdeki Hurri ülkesinden Anadolu'ya geldiğini yazmıştık. Çok kültürlü olan
Pudu-Hepa kralla evlenerek Hititlerin Tavananası olmuş, kendi inancı olan gök
tanrı inancını ısrarla Hitit halkı arasında yaymaya çalışmıştı. Anlaşılan odur
ki, Pudu-Hepa Mısır’lıların psikolojik savaşından etkilenerek eşinin kentine
İsis inancını taşımıştı.
Katu-Sar yani III.
Hattuşili'nin eşinin Anadolu’da bir dinsel kaynaşma başlatmasına rağmen,
inançların tümüyle değiştiği söylenemez. Olsa, olsa Anadolu, Asur, Mısır ve
Fenikeden kaynaklanan çok tanrı ve tanrıçalar inancı Temenni kutsal tepesini
bir buluşma noktası haline getirmiş, onlar burada bütünleşmiş olmalılar.
MAATNEFRURE
Kıralın eşi Hurri rahibesi
çok güçlü bir yapıya sahipti. Hem aklını hem de kadınlığını kullanarak siyasi
yönetimde söz sahibi olmakta gecikmedi. Mısırla yapılan savaşın barış
anlaşmasına kralla birlikte M.Ö. 1269
yıllarında damga bastı. Bu anlaşmadan sonra Mısırla Anadolu 70 yıllık bir sulh
dönemi yaşadı. Mısır kralı II. Ramses çok çalışkan akıllı bir kraldı, onun
zamanında Mısır'da bir çok su kanalı, tapınak, yol inşa edildi. Güçlü Anadolu
uygarlığı ile sürekli kavganın içinde olmak Mısır’ın yararına olmazdı. Aynı
şeyi Hitit kralı Katusar da düşünüyordu. Bunun sonucu olarak Hattuşili büyük
kızı Nefrure’yi Mısıra II.Ramsese eş olarak yolladı. Nefrure Mısıra saray
tarafından hazırlanan bir çok armağanla gitti ve büyük bir merasimle karşılandı.
Kıralın kızı oldukça alımlı ve güzeldi. O nedenle isminin önüne kutsal
Osiris’in refakatcisi anlamına Maat koyarak Maatnefrure olarak değiştirdiler
ve onu saraya başkadın yaptılar.
Ürgüp konum itibariyle hem
Anadoluda hem de başka uluslar için kutsallığından ötürü ziyaretgah hüviyetini
uzun çağlar korumuştur. Yer altı ve yer üstü sığınaklarının mükemmel olması,
yaşam bakımından sağaltıcı ve diriltici özelliğinden önem kazanmış, kral
erkanı, bilim ve din adamları, sanatkarlar zaman zaman oraya gönderilip
savaşların yıkıcı etkisinden korunmuşlardır. İnsanları yıkan yalnız savaş
değildir. Doğal afetler de vardır, hep olmuştur. Kayaların arasındaki bu site
şehir zelzele bakımından da değerlendirilmış Hitit'ler buraya
"Temelkaya" demişlerdir. Yemek kültürünü de göz ardı etmemek gerekir.
Doğal anbarlarda aylarca saklanan et, meyve, gıda türü besinler yemeğe içmeye
düşkün insanları tarih boyunca buraya çekmiş olmadır.
Yeniden tarihi konuya
dönerek bulgularımızı gözden geçirelim. Bir çok tarihi belgelerde Hitit kralnın
kızıyla birlikte Mısır'a gittiği yazılmaktadır. Bu konu kesinlik kazanmamıştır.
Kral olan damat kayınpederine bir mesaj gönderip: "sen de gel de, güneş
ve Gök tanrılarımızı hep birlikte burada analım" demesine rağmen Hitit
kralı ayaklarının şişliğini bahane ederek düğüne katılmamıştır. Kraldaki
hastalık aşırı et tüketiminden ortaya
çıkan gud hastalığıdır.
Uzun yıllar süren savaştan
sonra Anadolu'dan Mısır'a bir gelin gidip oranın başkadını oluyor. Ramses gibi
güçlü bir krala hükmetmeye başlıyor, onunla etraf susturulup tehlike
uzaklaştırılıyor, sulh sükun dönemi başlıyor. Mısır o zaman bir çok Anadolu
insana ekmek kapısı oluyordu. İnsanlar oradan edindikleri kültürel bilgilerden
de alabildiğine yararlandılar.
Maatnefrure isterse kral
karısı olsun, o Anadolu’nun taş gibi havasını yaşadı. Mısır’ın yaz sıcağı,
sivri sineği, kum fırtınası çekilir mi? Atalarının her yönüyle çok sağlam
dediği baba ocağı Temelkaya unutulur mu? İşte o kral kızı dirayetli kadın gelip
yazı burada geçiriyor, orada aslının orta Asyaya dayandığını öğrendiği Samaş
miti "Horus" güneşini Katu-Gala'da kayalara nakşediyor. Kısmeti
Mısır'da açılan kızın elleriyle yaktığı ocak kıvılcımı Ürgüp'te hiç sönmedi.
Görmek isterseniz, lütfen eski evlerin kapıları üzerindeki devinen güneş
motiflerine dikkatle bakın. Kral Ramses ölmüş (1232) oğlu Marneptah iktidarı
eline almıştı. Anadolu'dan kuraklıkla birlikte ağır kıtlık yaşandığı haberi
saraya ulaştı. Hemen gemiler yanaştırılıp hububat dolduruldu, hızlı bir şekilde
yardım eli uzatılmış oldu.
Aradan binlerce yıl geçse
bile iyilikler asla unutulmuyor.
1.Aksoy İsmet, Ürgüp
Dergisinin 17. sayısından 26’ ya kadar.
2.Akyıldız Erhan, Taş
çağından Osmanlıya Anadolu.
3.Şakir Cevat, Düşün
Yazıları.
4.C. Cream, Tanrıların Vatanı
Anadolu.
5.Strabon
6.Childe Gordon, Doğunun
Prehistoriyası.
7.Akurgal Ekrem, Anadolu
Kültür tarihi..
8.Gökovalı Şadan, Anadolu
mitolojisi.
9.Aksoy Nihat, (çeviri)
Antik Türkiye Roma .Baskılı
10. Heredot Tarihi.
11. Ohri İskender, Anadolu'nun öyküsü.
12. Eyüboğlu İskender, Anadolu Uygarlığı.
13. Şener Cemal, Türklerin Müslümanlıktan önceki Dini.
14. Childe Gordon, Tarihte Neler Oldu.
15. Childe Gordon, Kendini Yaratan insan.
16. Dinç Dilek, çağlar Boyu Boynuz Formunun Anadolu
Seramik Sanatında Kullanılışı.
17. Umar Bilge, Türkiye Halkının ilk çağ Tarihi.
18. Ansiklopedik Bilgiler.
19. Lloyd Seton, Türkiye'nin Tarihi.
20. Gimbutas Maria. The Language of The Goddes.
21. İskender Anadolu ve Mısırı istila edince, her tarafta farklı din
anlayışı vardı. M.Ö. 300'de
İskenderiye’de bir toplantı yapıldı. İki teoloji bilgini Yunanlı Timathes ile
Mısırlı tarihçi Manethon inançları kaynaştırmak için anlaştılar. Ürgüp'te
kayalara nakşedilen Hathor, İsis inancı imparatorluğun resmi inancı oldu.
22. Mandel
Gabriele, Mamma li Turchi, Lucchetti 1990 Bergamo.
İSMET AKSOY-2001
REFİK BAŞARAN'I ANARKEN
1947 yılında vefat edip Ayaş mezarlığına defnedilen
saz ve söz üstadı Refik Başaran’ın yıllarca orada kalması ve şimdiler de
hatırlanıp, kabristanının oradan alınıp, aile yurdu olan Ürgüp'e (Taşkınpaşa)
taşınması hem anlamlı, aynı zamanda düşündürücüdur. Böyle ünlü bir halk müziği
üstadının sağlığında çektiği sıkıntıları araştırıp yazan TRT sanatçısı
hemşehrimiz Gürbüz SAPMAZ’ın kaleminden "BAŞARAN" isimli kitabını okudukça
hayıflanıyoruz. Zira biz, sanatkarlarımıza, ozanlarımıza sağlıklarında hak
ettiği değeri veremiyoruz, aksine onu köreltmek için elimizden ne gelirse
yapıyoruz.
Aradan yıllar geçtikçe, onu
duyup dinledikçe değerini anlıyoruz. Öyle buyük ozanlar kolay yetişmiyor.
Refik Başaran hem sesi, kendine has üslubu, aynı zamanda zekası ile kişiliği
ile toplumun arasından çok nadir temayüz eden (çıkan) bir doğal sanatçıdır.
Onun derin bir kültürü,
yetiştiği müzik okulu yoktur. Ama o halk musikisinde bir çığır açmıştır. Repertuarı oldukça
zengindir. Bildiğimiz kadarıyla 200'e yakın eseri vardır. Bilmediklerimiz de
oldukça çoktur. Keşki zamanında gölge gibi izlenip türküleri, hayatı yazılmış
olsaydı, Anadolu türküleri ve de kültürü çeşitlilik kazanırdı. Şimdinin Taşkınpaşa'sı
eski çağların Damsa'sı (Dama-issa) "kutsal ananın yurdu" anlamında
söylenen, tarihe Antik Anadolu tarihine damgasını vuran, büyük Selçuklu
devletinin anıtsal mimari eseriyle değer verip süslediği bu köyden gelecekte
bu çapta değerlerin ortaya çıkarak hayatımızı etkilemesi beklenmelidir. Çünkü
orada çağların kültür birikimi vardır.
Dilden dile, kulaktan kulağa söylenen Ürgüp’ün otantik türkülerini
Başaran evrensel hale getirmiş, yurdun her tarafına yayılmıştır. Hayranları
günümüzde bile çoktur. Onun ses ve saz tavrı kendine has orjinalite
taşımaktadır. Eğer bir yerde orjinalite varsa etkilenme güçlenir, yoksa,
sanatkar çabuk söner ve unutulur..
içine kapanık, gelenekçi toplumlarda şairlerin, ozanların, ses ve saz
sanatçılarının yeniliğe açık çaba ve gayetleri toplumun soluk almasını
sağlamaktadır. Başaran’ın yaşadığı yılları bizler biraz gördük ve unutamayız.
O yıllarda gençler nişanlılarını anahtar deliğınden seyrediyorlardı. Tanışma
aşk evliliği söz konusu değildi. Evlenmek için anne, babanın yardımı gerekirdi.
Dünürcü evlilikte rol oynardı. Kadın erkeğin yanında değil, arkasında yürürdü.
Kızlar çar giyer, peçe takardı. Kadın sokakta erkek gördümü durur, önünden
geçemezdi. Kız evlendiği zaman gelin gittiği evde ses saklar arı vızıltısı bir
sesle konuşurdu. Hepsini sayıp dökmeyi gereksiz görüyorum. Aşkın sevdanın sözü
edilmez, edilemezdi. Bizim gençliğimizde
inkılaplar yeni yeni benimsenmeye, toplum aydınlanmaya yeni açılan okullar ve
eğitimle le başlamış bulunuyordu.
Mesleğim gereği halı ve kilimlerle uğraştığımdan, emek verilip
zerafetle dokunan el sanatlarını görünce Başaran’ın şu dizeleri aklıma gelir,
kendi kendime mırıldanırım.
Evlerinin
önü bir kötü yokuş,
Kız kurban olurum bu nasıl bakış
Halının üstüne döktilgün nakış,
İlmek çalan ellerine kurban olayım.
Ünlü ressam edebiyatçı Bedri Rahmi Eyüpoğlu'nun çok önemli
tesbitleri vardır. Anadolu'yu, insanımızı, folklorumuzu anlatırken der ki:
"Halk sanatında resimin yerini nakış tutar. çünkü bize suret çizmeyi
yasak etmişler, biz de bunun acısını dünyanın hiçbir yerinde bulunmayacak
kadar çeşitli nakışlar yaparak çıkartmışız". Ben Refik Başaran’ın söylediği türküleri de
nakışlara benzetirim. Bulunduğu ortam da hayat ve yaşam nasıl olursa olsun, o
sazı eline aldı mı aşkı ve sevdayı ilmik ilmik dokumakta dilediği gibi terennüm
etmektedir. O yaratılıştan gelen asli
görevini dar hayat çizgisinde başarmış nadir sanatçımızdır.
Saz çalmak, türkü söylemek
her kişinin yapıp başaracağı kolay iş değildir. Bir sanattır. Sanatı herkes her
zaman bir yerde yapamaz. Beceri, zemin zaman bu işte önem taşır. Sanat insanın
çok boyutlu düşünmesini sağlar. Ulu önder Atatürk'ün dediği gibi bir millet
sanatıyla yücelir, sanatçısıyla yaşar. Sanatçısı olmayan milletin hayat
damarları kurur. Sanatçısız çağı yakalamaya uğraşmak beyhudedir, yani boş uğraştır.
İSMET AKSOY-2001
ANADOLU'DA İLK ÖNCÜ VE ÖRNEK TURİZM KENTİ
ÜRGÜP'ÜN DÜNÜ VE BUGÜNÜ
Ürgüp 1950-1960 yıllarında durağanlıktan kurtulmak
için çıktığı Turizm yolunda kısa zamanda büyük başarılar elde ederek Anadolu'da
"Örnek Kent" imajı yarattı. Aydın kafalı hoşgörülü, bağnazlıktan ve
tutuculuktan uzak Ürgüp gençleri ve halkı kendilerine öncü olabilecek insanları
ve fikirlerini destekleyip onların arkasında kale gibi durdular. Tabii
desteklenen insanlar da işin önemine inandıkları için güveni hiçbir zaman kotüye
kullanmadılar. Gecelerini gündüze çevirip, bazen de asıl işlerini bir kenara
bırakarak, hep düşlerinde gördükleri "Turizm cenneti" Ürgüp'ü
yapmaya, yaratmaya çalıştılar. Bunda da büyük başarılar elde ettiler.
Nüfusu gün geçtikçe büyük şehirlere kayan, kayaların
arasına sıkışıp kalmış ve biraz irice bir köy görüntüsündeki bu kent bazı aklı
evvel kimselerin anlayışsız davranmasına rağmen, kurtuluşun tek çıkış kapısı
olarak turizmi seçmeleri ve o konuda yapılacak fedakarlıklardan kaçınmaması
Ürgüp yıldızının Anadolu'da parlamasına yaradı.
O zaman Ürgüp'e yolu düşen ilk öncülere halk son
derece samimi davrandı, onlara misavirperverlik gösterdi. Gerektiğinde onlara
rehberlik edip, Göreme'yi Üzengi'yi, peribacalarını varsa arabası ile yosa eşek
ve katırıyla gezdirdi, gösterdi, buna karşılık asla ücret talep etmedi, çünkü
kendilerine öncü olan sıradan insanlar değil, akıllı, bilinçli, toplumda saygın
kişilerdi. Onlar kurtuluşta turizmi tek çare olarak görüyorlardı ve Ürgüp o
yolla başarıya koşacaktı.
Ürgüp halkı gerek doğrudan gerekse dolaylı yoldan
kendilerine ulaşan mesajlara harfiyen uyup bir olmazı başardılar. Sonuçta neler
oldu? Neler olmadı ki…1960 yılında kurulan derneğin de tavizsiz çalışması
sonucunda şehrin sokakları yabancılarla doldu. Esnaf gelen yabancılara yönelik
işleri ekmek kapısı olarak görmeye başladı. Halk daha önce alıştığı çul, çaput
satışından halı, kilim, hediyelik eşya satışına yöneldi. Lokantalar ve onlara
göre hazırlanmış küçük çaplı oteller dolup taşmaya başladı.
Ürgüp civarında eski düzeni devam ettiren ve turizmin
ne olduğunu bilmeyen şehir, kaza, kasabalarda yaşayan halk, kalıplaşan ve adeta
donan hayatına, zamanın gidişine uygun şekil ve biçim verme sıkıntısı çekerken,
Ürgüp cıvıl cıvıl bir kent görünümü içindeydi.
Ürgüp'e yolu düşenler o yıllarda yerlaşik halka, şimdi
de olduğu gibi, hep şunu soruyorlardı: siz neden başkasınız? Gülüyor, eğleniyor
ve biz yabancılara bazı yerlerde gördüğümüz kaba ve katı davranışlarda asla
bulunmuyorsunuz. Bu halkın hemen bilmem nerede gördüğümüz şu şehrin ve köyün
halkından ne ayrıcalığı olabilir ki? Bize sormadıkları bir şey kalıyordu. Acaba
siz aydan mı geldiniz? Gerçi bu ay hikayesi o zaman çok şeyler kazandırdı.
Kapadokya'daki Volkanik Doğal güzelliklerin, Peribacalarının, konilerin
görüntüsü hep Ay yüzeyı diye tanımlanır olmuştu. İnsan oğlu henüz Aya
gitmediğinden çıplak gözle gördüğü ve biraz da bilimsel verilerle karıştırarak
Aydaki sarkıt, dikit ve derin uçurumların ancak Kapadokya'daki insanı hayrete
bırakan doğal oluşumlara benzeyebileceği düşüncesine değişmez bir teori
nazarıyla bakıyordu.
Gerçi, aradan yıllar
geçip insanoğlu bazıları hala inanmasa da, aya giderek orada kuru satıh, kum
yığınları volkanik kraterler görünce: "Yanılmışız meğer burası Kapadokya'ya hiç
benzemezmiş" dedi, ama Ürgüp bu imajdan sonsuza dek yararlandı. Ben bunları hep, halishane duygular içinde örnek
kent olma çabası içinde olan Ürgüp halkına yaratılışın ilahi katkısı diye düşünür, ona göre algılarım
DÜŞEN GÖLGE
Turizm Ürgüp halkına yeni bir dünya görüşü,
yeni bir perspektiv kazandırdı ama bu kentte doğup gelişen imaja bazen gölge
düştü. İyi giden işler aniden tersyüz oluverdi. Hiç hesapta olmayan zamanda
ortaya çıkan savaşlar bu sektörü etkiliyordu. İyi yönetilmeyen ülke insanları
sıkıntıya düşerse, yer değiştirmiyor, olduğu yerde kalıyordu. Cazibe merkezi
görünümünde ki kente dışarıdan semaye akışı oluyor, samimi duyguların yerini
para kazanma hırsı alıyordu. Arasıra politikacılarda bastırılamayan ilkel
duygular depreşiyor, halkın rahatına çomak sokma içgüdüsü ön plana çıkarak, bu
hengamede neyin nasıl oluştuğu kontrol altında tutulamıyordu. Yani bir yerde bu
işte öncü olanlar sözkonusu karmaşaya seyirci olmaktan öte, aciz de kalıyordu.
Dertlerimizi,
sıkıntılarımızı açıkca ortaya koymanın şu an bile inanın zorluğunu yaşıyorum.
Anlatırken, acaba kimler söylediklerimden, yazdıklarımdan alınır, hangi
dalları bilmeden sallarım, kimleri incitebilirim diye içim titriyor. Ben
yurdumun, ülkemin tanıtımında Ürgüp’ü bulunmaz nitelikte bir değer diye
düşünüp, onun üzerinde motivasyon geliştirilebileceği inancında yaşadım,
nacizane olarak ta hep bunun çabası içinde oldum.
Kişisel kırgınlıkları,
dargınlıkları bir yana bırakıp akıllı olalım. Nüfusu 14-15 bin sınırına
yaklaşan bu kentin halkı, yapıp yarattığı bir sektörün sağlıksız gelişimi
yüzünden açıkça sıkıntısını yaşıyor. Mega büyüklükteki dev oteller yüzünden
aile ekonomisine katkı sağlayan 75 pansiyonun kapısına kilit vuruldu. Şimdi
modasıl çoktan geçmiş, günün koşullarına uyması mümkün olmayan onca yataklar,
karyolalar, teçhizatların nerede depo edilebileceğini hiç düşündünüz mü?
Binbir emek ve milyarlar harcanarak yapılan BÜYÜK OTEL'e bitişik, bir
zamanların el sanatları çarşısı herkesin gözü önünde köhneleşip adeta tükendi.
Tabii burayı yönetenler köklü çözümler yerine kafalarına uygun değişiklik
yapmayı yeğlediler. Şimdi bu çarşı hem de Ürgüp’ün orta yerinde kaderiyle
başbaşa kaldı.
Bir zamanların alışveriş
merkezi durumundaki Ürgüp çarşısında yaprak bile zor kımıldıyor artık. Bilimsel
ve master turizm yapan devletten sertifikalı teşkilat, yani turizm acentaları
internet ortamında çalışıp, anlaşma ve akitlerine uyarak, şehirlerin dışında
gelişen mega büyüklükteki market, mağazalara özel alışveriş turları düzenleyip
keyiflerine bakıyorlar. Ürgüp çarşısı işsiz kalmış, esnaf sıkıntı yaşamış
onlara keder mi? Anlaşma ve akte uyulmaz, kazara birkaç müşteri kontrol dışına
çıkar, dilediği yerden alışveriş yaparsa tur operatörü işinden olur, olduğuyla
da kalsa iyi, ömür boyu iş bulamaz, çünkü güven çoktan kaybolmuştur. Farkında
iseniz, Ürgüp'te son yıllarda açılan yüz ağartacak gıda maddeleri satan süper
marketler teker teker kapısına kilit vuruyor. Bir çok genç iş bulabilmek için
kapı kapı dolaşıyor. Esnaf kendisinden beklenen fedakarlıkları yapmak şöyle
dursun, günü kurtarmak için çırpınıyor.
Yönetenlerin şikayeti
tükenir gibi değil, söyledikleri hep aynı. "Ne yapayım halkın
ilgisizliği", esnafın uzakta kalışı canımı sıkıyor, nedenini anlamakta
güçlük çekiyorum. "Ürgüp gibi özel konumu olan yerde yönetici olanlara
Allah yardımını kesmesin. Doğal olarak bu özel şehrin ağır misafirleri, tanıtım
ve kültürel çalışmaları olacaktır. Bu işlerde katılım önem taşır. Yapılacak
işlerde masraf gerekirse, pastadan pay alanlar güçleri nisbetinde yük
taşımalıdır. Bu yolda yapılacak davetlere çarşı esnafı duyarsız kalır, olumlu
yanıt vermezse, o zaman ne, olur? Ne olacak tüm yük taşıyabileceklerin üzerinde
kalır. Halkın seçtiği, ayrıca çok şey beklediği umutların yönü ve yüzü değişip,
varlıklıdan yana tavır konunca, halkın hep söylediği değişmez bir cümle ortaya
çıkar: "Bunu beklemiyorduk, sonuçta güvendiğimiz dağlara kar yağdı"
Birileri bu cümleyi ulu orta bir yerlerde söylemişse, etraftaki kulaklar boş
durur mu? Sözler taşınması gereken yere ulaşınca işin tadı, tuzu kaçar,
dengeler altüst olur, heyecanlar tükenir proje ve tasarılar ertelenir. Yani
herşey gelecek yaza kalır.
ÖNERİLERİMİZ
Açık hava müzelerinin
etrafında politik amaçla yapılan kayırılmış ticarethanelere, özel kredi imkanları
tanınıp yerleşim birimlerinin içindeki çarşı ve pazar yerlerine taşınmaların
özendirilmelidir.
Her fırsatta örnek aldığımız
Avrupa ülkelerindeki ticaret kuralları, esnafın geleceğinin güvence altına
alınması ilkesine harfiyen uyar. Aynı işi ve mesleği seçen ensaf belli
aralıklarla konumlandırılır ve kırıcı, yıkıcı rekabet yapmaları kesinkes
önlenir. Örneğin İtalya'da bir şehirde eczane açıyorsanız, bulunduğunuz yer
bir diğer eczaneden 17 işyeri uzağında olmalıdır.
Avrupa'da turizm şehir
içlerinde kurulmuş bir çok müzelerle yapılır. İlgi duyduğunuz bir müzeyi birkaç
saatte gezemezsiniz. Hem objelerin teşhiri, aynı zamanda dekoru İnsanı yormaz
dinlendirir. Tatil günleri ücret alınmaz. Gittiğiniz şehirlerde yapacağınız
alışveriş yemek, içmek ekonomiyi canlı tutar. Ürgüp merkezinde bir Kapadokya
tarihi müzesi kültürel açıdan gereklidir.
Son zamanlarda sıkca
duyduğumuz "köykent projesi" bir müddet bir kenara bırakılıp turizm
kenti projesi geliştirilmelidir. Halkla sermaye, otelle pansiyon elbirliği,
işbirliği içinde kaynaştırılmalı, halkın çıkarları ön plana alınmalıdır.
Oto yollar ve yollar şu an
ekonomiye en çok ve hızlı şekilde katkı sağlayan turizm birimlerine doğru inşa
edilmeli, kaf dağının arkasındaki umuda bel bağlanılmamalıdır.
Öncü turizm kentlerine
ayrıcalıklar sağlanmalı, yapılan işler iyi proje edilerek kurum ve kurullardan
geçirilip, bir daha yıkılmamak üzere kalıcı olması sağlanmalıdır.
Turizm beldelerinde peyzaj
mimarisi geliştirilmeli, estetik görünüm kazandırılmalıdır.
Ürgüp henüz bilinmeyen
tarihi değerlerle doludur. Örneğin Temenni ve Kadıkalesi başlı başına Anadolu tarihidir. Bu
kalelerin etrafındaki yıkıntı ve molozlar kaldırılıp yer altında bulunan tarihi
değer taşıyan yerler açığa çıkarılıp turizme kazandırılmalıdır.
Ürgüp'e hizmeti geçmiş ve geçecek konumda olan insanlara hep saygı
duyarız. Burada 1964-1966 yıllarında İstanbul'da 2 yıl haftalık "Turizm
cenneti Ürgüp" gazetesini çıkaran kalbi Ürgüp sevgisiyle dopdolu, değerli
insan Sami BİLGİN'in hizmetini ve çabasını anmadan geçemiyeceğim. Kendilerine
sağlıklı ömür diliyorum.
İSMET AKSOY-
2002
KIRLARIN KORUYUCU TANRIÇASINA ADANAN ÜRETİCİ KENT
“WİYANAVANDA”
Geçtiğimiz aylarda Ürgüp'e bağlı Aksalur kasabasının Doğu tarafında antik bir yerleşim
yerini bulduk ve basın yoluyla da bu yerin işlevini duyurmaya çalıştık. Söz
konusu yer tamamıyla terkedilmiş durumda idi. Anlaşılan odur ki, buraya ne bir
bilim adamı, ne araştırıcı, ne de turizmci hiç mi hiç uğramamış, yerin
fonksiyonel özelliğini değerlendirme yönünde çaba ve gayret sarf edilmemişti.
Hiç kimse uğramamıştı diyorum ya, bu biraz haksızlık olacak, zira yerleşim
yerinin oldukça geniş yüzeyinde arazinin delik, deşik edildiğini görünce define
avcılarının her yerde olduğu gibi, burada da büyük tahribat yapmaları bizi
üzdü. Yetkili kişiler olmadan bilinçsiz yapılan kazılar gelecek kuşaklara
aktaracağımız bir çok önemli bilgilerin üzerini örtmekte, bu yüzden tarihi
bilgiler kaybolmaktadır.
Erciyes'e yakınlığı dolayısıyla alışılmış Kapadokya kayalıklarından
biraz farklılıklar arz eden bu kesim, görünen odur ki, tarihin en eski
kavimlerine yurt olmuş ilkel insanın burayı seçmesinin nedenlerinden biri,
kaya katmanının tavan kısmına gelen yerin sert, altta da çamursu çökelti
tabakanın oluşu. Kapadokya’nın bilhassa Aksalur etrafındaki arazide bulunan bu
özelliğini araştırma yapan bilim adamları gözardı etmiş olmalılar Eski
kavimlerin bu arazi ve jeolojik yapısında kendilerine ev ve bark yapmaları
için alet ve edevat kullanmaları gerekmemiş. Sert zemin altında yumuşak
çökelti tabaka elle oyularak mağaralara istediği biçimi ve şekli vermiş.
Gördüğümüz kadarıyla Aksalur ve etrafındaki arazide bir çok ilkel mağara bu
tarz bir çalışmayla oyulmuş.
Gizlenmeye oldukça elverişli arazi benim anladığım kadarıyla buzul
devrinden başlayıp insanlar tarafından yakın zamana kadar barınak, anbar, ahır
olarak hep kullanılmış. Sorup soruşturduğumuz kişiler ömürlerinin bir kısmının
bu deliklerde ataları gibi harman ve hasat yaparak geçtiğini söylüyor. Düz bir
arazinin ortasına gizlenmiş gibi görünen antik yerleşim yerleri, orada buğday,
arpa, çavdar, yulaf, ızgın yetiştiren çiftçilerin köye hergün taşınma güçlüğü
nedeniyle barınak olarak kullanıldığı düşüncesini doğruluyor.
Çobanlar ormanlarla kaplı arazide Hitit döneminde zaman zaman görülen
kuraklıktan kaynaklar kuruyunca, açılan su kuyularının başını, koyun ve
sığırlarına "yatak" olarak kullanmışlar çoban deyip geçmemek
lazım. Anadolu’daki bir çok uygarlığa damga vuran onlardır. Anadolunun eski çağ
tarihi yazılırken bir çok belgelerde onlara rastlamaktayız. Hatti ve Hititlerin
menşei Orta Asyadan coğrafik ve toplumsal yaşamın zorluklarından bulunduklan
yeri terkedip batıya doğru göçen Kafkas ötesi çoban kavimlerine dayanmaktadır.
Bunlar aynı zamanda tarımcı topluluklardır.
Anlattığımız yeri Aksalur’lular değişik isimlerle adlandırmaktadırlar.
Bazen Alaçoş diyoş Alikoçaş diyenler var. Aluşaş dendiğini de duyduk. 1985-1990
yıllarında Ürgüp ve köylerinde geniş envanter çalışmaları yapan Ürgüp müzesi
müdürü K.T. Türkmen bu kesimde rastladığı siyah seramik parçalarına anlam
veremediğini bir raporunda belirtmiş. Siyah seramiklerin geliş yeri ve onu
yapan halkın orijini, tartışma götürmez bir şekilde bilim dünyasınca belirlenmiş
Arkeologlar eski ad, Melitene olan Malatya Aslantepe'de örneklerine
rastlamışlar. Kafkas ötesi çoban kavimlerinin üretip kullandığı çanak
çömleklerdir. Bunlar M.Ö. 3000-4000 yıllarında buradaki insan varlığının
kanıtlarından biridir. Hem de Türk soylu Asyatik bir ırkı, ya Oğuz yahut
Kırgız, Yakutlar olabilir. Bence Yakutlar olmalıdır. Rahmetli Türkmen, Aluşaş’ı
anlatırken, bizim rastladığımız şarapçı kent niteliğini gözardı etmiş, ama
eksik olmasın şunu belirtmiş: "Burası M. Önce 3000 yıllık bir Tunç çağı
kentidir." diyor.
Her nedense Bilim Dünyası günümüzde bile pek önem vermiyor ama
Kapadokya'da bilinmeyen büyük bir tarih var, adım attığınız yerde insanı meraka
sürükleyen yeraltı geçitleri, tırazlar (peyrek) galeriler, meskenler var.
Örneğin: Eski adı Sobeste olan Şahinefendi köyünün üst kaya kuşağında,
Karlık’ta, Yeşiloz'de Kavak ve Yeşilhisar köylerinde, Ihlara, Sofular
tarafında görünen ören yerlerinin kimliği hakkında kimsenin bilgisi yok ve şu
ana kadar da olmamış. Bilim adamlarınca bölgemizde en popüler tarih, Bizans
ve Hristiyanlık. Kanımca o yönde ünlenmek daha kolay oluyor. Yakın tarih
olduğundan bilgi ve döküman bulmakta zorlanıyorlar, yazdıkça da yazıyorlar.
Geçen yaz aylarının birinde Ürgüp'te Türkiye Kültür ve Sanat Vakfının
hazırladığı ve bir çok bilim adamının katıldığı bir toplantı yapıldı. Ben orada
Kapadokya'da rastladığım bir sembolü anlatırken; B. Umar ve Azra Erhat’ın
bilgilerinden yararlanıp Hititleri anlattım. Halen önemli bir kentte müze
müdürlüğü yapan arkeolog bir katılımcı, program sonucunda, A, Erhat’ın ve B.
Umarın güvenilir bir kaynak olmadığını, Hitit devletinin de bu yörede
kurulmadığını özene bezene anlatarak beni ikna etmeye çalıştı. Onunla fazla
tartışmadım, ne de olsa misafirdi. Bir hayli dinledikten sonra kendisine kısa
bir soru yönelttim.
Kapadokya’ya bundan önce hiç geldiniz mı? Bu bölgedeki
ören yerleriyle ilgili bir araştırmanız var mı? Beni sorguya çeken arkeolog
Ürgüp'e ilk defa geliyordu, henüz hiç
bir yeri görmemişti. Ben araştırmalarımda doğruluk payının yüksek olmasına
özen gösteren biriyim. Acaba ben mi yanılıyorum diye, zamanla dikkatle okuduğum
ve not tuttuğum kitapları yeni baştan gözden geçirdim. Madem araştırmacı
yönleriyle oldukça sivrilmış bu iki insanın bilgileri tutarsızdı, o halde,
yabancı yazarlardan "Türkiyenin Tarihi" adlı kitabın yazan Seton
Lloyd'un bilgilerine başvurmalıydım.
Ve öyle yaptım.
HATTİLER
1940-1955
yıllarında Kayseri'nin Doğusuna düşen Kültepe’deki Kaniş höyüğünde kazılar
yapılıyor ve burada bazı belgeler bulunuyor. Bu yazılı kayıtlar Asur ticaret
tecimenlerinin bıraktığı iş mektuplan, muhasebe kayıtları konşimonta türünden
şeylerdi.
Kaniş höyüğünün yıkıntıları arasında bulunan önemli bir yazılı belgede,
Komşu Mama kentinin yöneticisi Anum-Hirbi’nin Kaniş kralı Warsama'ya mektup
yazdığı görülüyor. Mektupta, Anum Hirbi çevresinden gördüğü yıkıcı düşmanlıktan
yakınıyor ve Warsama'nın kendisine yardım etmesini istiyor. Mektubun yazıldığı
zaman, Kanişin yıkılış dönemine rastlıyor ve o sırada Asurlulara ait yerleşimin
ortadan kalktığı görülüyor. Öyle anlaşılıyor
ki, Anadolu’nun bu önemli kenti politik ve askeri güç kullanımının sürekli
baskısı altında bulunuyor. Bütün bu karmaşa Mısır kayıtlarında Kheate (Katu)
Asur metinlerinde Hatti diye geçen devletin yıkılacağını ve yerine yeni bir
devletin kurulacağını haber veriyor.
Büyük mücadeleden sonra Hitit devletini Pithana oğlu Anitta kuruyor ve
o ana kadar bulunduğu Kussara’yı bırakıp Kaniş’i başkent yaparak oraya
yerleşiyor. Devlet kuruluş aşamasında büyümüyor. Bir sonraki kral Labama
"Bu I. Hattuşili’dir.", devlet sınırlarını etrafa doğru genişletmeye
başlıyor. Halkın o zaman konuştuğu yerel dil olan Neşaca’dır. Boğazlıyan
sonradan ele geçiriliyor. Yukardaki satırların yazarı Seton Lloyd'dur. Şu
halde benim söylediklerimin mesnetsiz olduğunu söyleyen müze yetkilisinin
araştırıcı yanı yok denecek kadar zayıf. Buradan çıkan özet şudur: Anittaş
zamanında Hititlerin güçlerini Kaniş üzerinde toplamış oldukları, bunun
sonucunda da devletin bize çok yakın olan bir yerde kurulduğu kesinlik
kazanıyor.
Devlet Anadoluda kurulmuş ya, şurada burada yahut biraz ötede ise ne
fark eder diye bir soru akla gelebilir. Çok şey fark eder ve etmektedir.
Karmaşık bilgiye sahip olan ehliyetli zannettiğimiz kişilerin araştırma
aşamasında Alaşar örneğinde olduğu gibi çelişkiye düştükleri ve yerin tanımında
zorlukla karşılaştıkları görülmüştür.
Burada, sağlıklı bilgiye ulaşmak için bir olayı dikkatle izlememiz
gerekir. Kayseri'nin doğusuna düşen Kültepede iki önemli yer var. Kaniş - Karum
yani dünyanın ilk mal birikiminin sağlandığı bir ticaret merkezi. Belgelerde
bir de wabartumlar var ve 10 tane olduğu biliniyor. Bunlar Kültepe'de bulunan
Karum kadar büyük değil, biraz küçük olan pazar yerleridir. Ben Ürgüp'te bu
wabartumun Temenni-Çimenli kayalıkları arasındaki yer olduğunu hep
düşünmüşümdür. 1940’dan başlayıp uzun yıllar Kültepe höyüğünde başarılı kazı
çalışmaları yapan ve bulgularını rapor halinde yayınlayan değerli bir bilim
adamımız var Tahsin Özgüç. Kazı raporlarının birinde henüz yeri tam olarak
bilinmeyen, belki de Anitta yazıtlarında adı geçiyor, bir şarapçı kent
Wiyanavanda'dan bahsediyor. şarapçı kentin yeri tam olmamakla birlikte
Kültepe’nin batısına düşüyor ama nerede olduğu bilinmiyor.
Ankara'da neşredilen Ürgüp dergisinde yazdığım bir araştırma yazısında
da Ürgüp'ün bir adının Osiana olduğunu, bunun sağlık, dirilik, sağlatıcı kent
anlamına geldiğini ve o zamanki Ürgüp'te şarabın hastalara tedavi amacıyla ilaç
olarak verildiğini yazmıştım. Tüm veriler Anadolu’da bağcılığın ve şarabın çok
eski olduğunu; antik çağ insanlarının bunu tüketip aynı zamanda
kutsallaştırdıklarını gösteriyor. M. Önce 4000-5000 yıllarında yazılı belgeler olmadığından, nasıl üretilip ne
şartlar altında tüketildiğini tam anlamış değiliz. Bu konuda en doyurucu
bilgiler bize okuma yazmaya önem veren Asur ve Hititlerin tabletlerinden
ulaşıyor. Eski çağda şarapla ilgili bilgimizin az olduğunu yazmam sakın sizi
yanıltmış olmasın. Anadolu’da yapılan arkeolojik kazılarda ortaya çıkan
objelerde bunlara içki sunum kabı anlamına Bibru Rithon, Libasyon deniyor, yer
altından müzecilerimiz tarafından bulunup teşhir ediliyor. şarapçılık yoksa
yalnız içki içimine göre hazırlanmış kaplar ne işe yarıyor diye sorarsak
mantık hatası yapmış oluruz.
Kültepe’de Hatti ve Hitit tarihini aydınlatan tabletler dikkatle
okunur ve değerlendirilirse, etrafımızdaki yerleşim birimlerinde neler olmuş,
bitmiş diye merak etmeyiz. Dikkat edilirse tabletlerin adı konmuş, çoktan
Kapadokya tabletleri denmiştir. Araştıranlar bilir. Sağlıklı bilgide tarihçiler
belgelerin hangi katmandan çıktığına dikkat ederler. Eğer yazılar derinden
çıkmışsa, bu bize daha erken dönemi anlatmış olur. Kültepe adından da
anlaşıldığına göre, bir yangınla kül olmuştur. Burada iki ayrı halkın
yaşadığını ilk başlarda yazmıştım. Yerli halk Kanişliler ve para kazanmak
hırsıyla, Anadolu’yu her fırsatta kervanlarla boydan boya bıkmadan usanmadan
kateden gözü açık Asurlu tüccarlar. Biz tüccarların orada bulunduğu zamana Asur
koloni çağı diyor ve Hitit öncesini hatırlıyoruz.
Mezopotamyadan da bize içkinin üretilip içildiğine dair bilgiler
ulaşıyor. Bir Sümer şiirinde biranın alkol derecesi ve etkisi vezin olarak
anlatılmıştır. "O bana en iyi birasından koyarsa" diye başlayan
şiirin daha sonraki metninde ayartıcı biraya karşılrk en iyi sütün ikram
edileceğinden söz edilmektedir.
Bilim Dünyası Asur-Kapadokya ilişkisinde başlangıcını M.Ö. 3000 olarak esas almaktadır. Öyle ise,
yer değiştiren, yük taşıyan kervanların geçtiği yerde canlılık vardır. Orada
diğer yerleşim bölgelerinden ayrı olarak değişik kazanç yollarının kapısı
çoktan açılmıştır. Bundan dolayı yeme, içme ağırlama kültürü, yani günümüzün
turizm hareketlerinin yaşandığı kent benzeri kalkınma modelinin antik kentleri
etkilemesi, yaşantıya ayrıcalıklar getirmesi doğal sayılmalıdır. Ticari
kaynaşmada en büyük etkenin altın, gümüş, bakır, seramik olduğunu biliyoruz.
Tüccar yalnız maden diyerek yola çıkmaz, insanların ihtiyacı içinde tarımsal
ürünlerin de yaşamak için elzem olduğu düşünülürse gidilen yerlerde pazarının
(wabartum)u olması gerekir. Nitekim bunun belirtileri vardır ve Kültepeden
Konya yönüne doğru 10 kadar olduğu bildirilen küçük çaplı pazar yerlerinin
amacı da budur. Kapadokya’da bağcılığın ve tarımın çok eskiden beri
yapılageldiğini bildiğimize göre, burada bizi ilgilendirecek bir belge de
yazılı olanlara bakmak yeterlidir sanınm.
Bulunan bu
belgelerin birinde tüccarlar bağ bozumundan mektup tarzında kayıt düşmüşlerdir.
Bağ bozumu deyin isterseniz orada biraz duralım. Bizim yaşımızda olanlar bilir,
eski bağbozumu günleri gençlerin damarlarından akan sımsıcak bir kan gibiydi.
Tüm komşu köylerden gelen davetlilerle yardımlaşa yapılan üzüm kesimi her zaman
aynı gün başlar, bayram havası içinde sona ererdi. Şimdilerde o adet ve töre
unutuldu, bir çok evliliklerin başlama tanışma yeriydi. Şimdi turizm için
tanıtım amaçlı yapılıyor, tabiatıyla yavan oluyor. Yazılı kaynaklardan antik
çağ Asurlu tüccarların da Kapadokyada yapılan bağ bozumu şenliklerine
katıldıklarını öğreniyoruz. Öğrendiğimiz bir şey daha var. Ürgüp'teki derin
vadilerde yetiştirilen üzüm kültürünün tarih uzantısı oldukça derinlere iniyor.
Belki 8000, belki 9000 yıl ama oldukça eski. Yabani bir üzümü bulup onu
yetiştirecek çeşitlendirecek şarap, içki yapmak için elverişli hale getirip ve
o kültürü gelecek kuşaklara aktaracaksınız. Pek de kolay başarı değildir bu ve
olmamıştır.
Kapadokya’daki doğa koşullarına uygun, Asur’lu, Mısır’lı, Urartu’lu,
Fenike’li tüccarların da zevkine tadına vardığı üzümü günümüzde bile yurdumuzun
başka kesiminde bulmak olası değildir. İnce kabuklu ve bol şıralı kara üzüm,
asmalık parmak üzümü, dirmit, gül, çavuş, karaburcu, heveng, keçi memesi
bunlar başlı başına bir kültürdür. Şiirlerinden içki alışkanlığı olduğunu
anladığımız tüccarların geliş ve gidiş yolları bellidir. O zaman dünyanın ilk
ticaret merkezine 3 yol kullanıldı. I. önemli geçit Gülek boğazından Ulukışla,
Niğde, Hodul’dan İncesu’ya inen yoldu. İikinci yol doğudan Maraş yolu, 3.ncüsü
ise Ceyhan, Zamantl, Yahyalı yolu idi.
Gittikleri yerlerde bile faaliyetlerini en üst noktada sürdüren, orada
ikinci bir evlilik yaparak ev ve bark donatan tecimenler sıradan kişiler
değillerdi. Okuyup yazmayı çok iyi bilen, bulunduklan çağı buluş ve
icadlarıyla etkileyen büyük bir ulusun, yollarda bellerde sürünen değil de,
tüccarvari yaşamayı bilen ve ona tam hakkını veren üyeleriydiler. Bu seyahat
anında nerde yenir, nerde içilir, hangi kentte dinlenilir onu çok iyi
biliyorlardı. Öyle anlaşılıyor ki, yol güzergahında sadece bağcılık şarapçılık
konusunda devleşmiş bir kent olan o zamanki adı Wiyanavanda’yı hiç mi, hiç
bırakmadılar. Alaşaş’ın mahsenlerde yaptıkları özel şaraplarını içtiler aynı
zamanda ülkelerine taşıdılar. Tarihçiler, bu arada G. Childe bu tüccarların o
zaman yalnız maden değil, Kültepe’den “SIVI” taşıdıklarını da yazmıştır.
Kapadokya
yıllarca rehberlik yapıp yol gösteren kişilere, yabancı turistler hep şu soruyu
sordu:
Burada çok eski çağlardan günümüzü büyük bir uygarlık yaşanmış. Bu
uygarlığın tarımda son derece başarılı olduğunu biliyoruz. Bağcılık var ve üzüm
oldukça bol, arasıra kayaların içinde oyulmuş şarap mahzenleri görüyoruz, ancak
çok az. Hayat yoğunluğu, eski kavimlerin içki alışkanlığı, tapınaklarda
kutsallık taşıması üretimle tüketim ortamının orantılı olmadığı intibaını
veriyor.
Asında varlığını hep düşündüğümüz üretici bölge
nerede. Buralarda tüketilen içkinin üretildiği yeri biliyor musunuz, bize bu
konuda bilgi verebilir misiniz? Tabii ki bu soru hep cevapsız kalmıştır.
Yazının cevap niteliğini taşıdığını
düşünmekteyiz.
HİTİTLER VE ŞARAP
Kültepe
ve etraftaki pazar yerlerinden Sümere taşınan herhalde su değildir. O zaman aydınlatma
için çoklukla kullanılan ızgın, bezir yağı olabilir. Bir çok çeşidi olduğunu
tabletlerden öğrendiğimiz şarabın ve biranın taşınması da göz ardı edilemez.
Yakın zamana kadar Ürgüp'te görülen pelte kıvamındaki şarabın sırf ticari meta
anlamında taşınma kolaylığı sağlamak amacıyla üretildiğini akla getirir. Yeri
gelmişken yazalım. Hitit ve Sümerlerin ortak diliyle şarabın adı Gestin'di.
Yerel dille "Karanum" diye söylenmiştir. Bira, Sessar ya da Kastı.
Wiyana daha önceleri konuşulan Anadolu diliydi. Bağ bozumunun adı Gestin -
Tuhsuvas diye söyleniyordu. Koloni çağında ve Hitit döneminde şarap çok
çeşitlendirilerek üretildi. Taze şarap, ekşi şarap, yıllanmış, tatlı, temiz,
saf, kuru ve keskin, kırmızı, iyi içimli ballı ve pelte karışık şeklinde üretilen
şarap kültürünün varlığı, bu konuda Anadolu'yu rakipsiz yapmıştır.
Ballı şarap denince aklıma
geldi. Yıllar önce Ürgüp köylerinin birinde ballı şarabın yapılışı hakkında
bilgiler edinmiştim. Araştırma sonuçları o alışkanlığın bize Hititlerden kalma
olduğunu gösteriyor. Hititler kuru üzümden de şarap üretmişler, kuru üzümden
fermantasyon yapmak zordur. Rakı kuru üzümden üretilir. Tabletler onlara ait
bir başka içki çeşidinden de söz etmektedir. Adı "Walhi" muhtemelen
biraz telaffuz değişikliği ile günümüzde bizdeki "rahı" olmuştur. Bu
içkinin de Anadolu menşeli olduğundan şüphemiz yoktur.
Aksalur’da terkedilmiş Antik
Alaşaş şehrinin terkediliş nedenini bulmak zor değildir. Çok eski çağlarda
yaşamış birçok uygarlıkların kaybolmasının nedenlerinden en başta geleni doğal
felaketler olarak karşımıza çıkar. Örneğin Mısır'da binlerce yıl hüküm süren
uygarlık kum fırtınasından, Mezopotamya çokça mahsul elde etmek için
bilinçsizce yapılan sulama ve gübrelemeden oluşan çoraktan, Kültepe ise yangından
tarihin derinliklerine gömülmüştür. Alaşaş’ta başlangıçta evlerde, daha sonra
da birleştirilmiş ve özellik kazandırılmış imalathanelerde günümüzdeki modern
sistemi aratmayacak şekilde üretilen bol içki çeşidine zaman zaman talep
azalmış olabilir. Anadolu'da Hitit uygarlığı büyüyüp geliştikçe bağcılığın ve
tarımın etrafa yayılmasından doğan rekabetin etkileri üretimi düşürür. Yangın
ve doğal afetlerin kayalık Kapadokya’da pek etkisi görülmez. Bazı yerlerde
uygarlık izleri yer altında olmasına karşın, Kapadokya’da aşınmadan ve
erozyondan etkilenen sert kayalıklar üzerinde devam ettirmektedir. Tek eksik
kazıya filan gerek olmadan çıplak gözle izlenecek bu yerlerde araştırma
noksanlığı olarak görülür. Asurlu kolonilerin orada meydana gelen kargaşadan
dolayı Kültepe’den ayrılmış olması burada gelişen şarapçılığı belli nisbette
azaltmıştır. Ama tüketmemiştir. Farklı kuşaklar edindikleri üretim deneyimini
daha uzun yıllar geç dönem Hitit beyliklerine, hatta Frig, Roma, Helenistik
döneme kadar sürdürmüş olabilir.
WİYANAVANDA
- ALUŞAŞ
Ala ya da Alu bir Hatti - Hitit Tanrıçasıdır. Kırların koruyucu
tanrıçası, şaş ise, taştır. Kültepe de bulunan bir tablette Hititlerin 1000
tanrısı olduğu yazılı. Yani o ulus bin tanrısı olan buna antropomorf
insanbiçimli tanrı inancı denir, öyle inanmışlar.
Taşların yanında bir çok bitki ve hayvan o tanrılarla birlikte
kutsallaştırıldı. Aslan, geyik, kartal, boğa inancın temelini oluşturdu. Ekmek
ve şarapta kutsaldı. Şarap yalnız evlerde içilmiyor, tapınaklarda tanrı ve
tanrıçaya adak olarak sunuluyordu. Buna Libasyon denir. Sunan kişinin görevi
(Sakilik) idi. Biz hala saki sözcüğünü kullanıyoruz. İçki sunumlarında
kullanılan libasyon kapları, kupalar çok değişik şekilde yapılmıştır. M.Ö. 3000 yıllarına tarihlenen kupalar
arasında altından, gümüşten yapılanlar vardır. İçki sunumlarında gaga ağızlı ve
hayvan şeklinde seramik kapıarın sıklıkla kullanıldığı görülür. Gaga ağızlı
içki testilerini Libasyon yani tanrılara içki sunumu sırasında ilk önce kralın
kullanması gerekiyordu. İçki alışkanlığının, her safhada varlığını Hitit
tarihinde görmek mümkündür.
Hititlerden günümüzü kalan
birçok kabartmalarda içki sunumunu tasvir eden kabartmalar var. Beni
meraklandıran müzikli ve danslı eğlence kabartmalarının yanında Peribacası
şeklinde şapkalı kolonilerin hep bulunmuş olması. Bunların kralın, ülkenin ve
kentin sembolü olduğu hep biliniyor. Bir çeşit resimli hiyeroglif yazısı ve
aynı zamanda kutsallık taşıyor. Hititlerin Huvaşı dedikleri Diorit taşları da
Kapadokya’da doğal şekilde oluşan kayalıklara uygun. Eğer bir şeyin ve
oluşunun nedeni tam olarak bilinemiyorsa, o kutsallaştırılır. Taşların
şaşırtıcı jeolojik yapısı ve şarabın aklı zorlayan kimyasal oluşumu konusunda
istenilen çözüm sonuçsuz kaldığı sürece o kutsallaştırılmış olmalıdır.
Şarabı üreten, içime
hazırlayan ve onu çeşitlendiren ustaların her şeyi rastgele yaptıkları
düşünülemez. "Bildiğin bir şey varsa, ne duruyorsun çabuk söyle"
diyen, bilime ilime son derece önem veren bu uygarlıkta devlet çıkarlarının her
şeyin üzerinde tutulduğu görülmektedir. Devlete ve tapınaklara ait olan yüksek
rütbeli bir subayın kontrolünde sürekli denetlenen şarap ve imalat bilgisi ordu
disiplinine uygun, büyük bir sır olarak saklanmıştır. O çağda Fenike ve
Mısırlı bilgi taşıyıcıların, casusların zararlı faaliyetleri gözönüne alınınca
her safhada gizliliğin önemi artar.
Burada bir noktayı gözden
kaçırmayalım. Aluşaş’ın yapısal konumunda devletin etkinliğini fark etmek zor
değildir. Şarabın başında olan kişi devlet yönetiminde oldukça etkindi. Bunlar
hanedan içinde sonsuz yetkiye sahip olduklarından, bazan sarayda huzursuzluk
yaratıyor, veliahtların yetkisini zorluyarlardı. Şarap kentlerinde oturdukları
saray tarzı evleri işgal edip kralı aşağıladılar, kente bu yolla ağır baskı
uyguladılar. Aluşaş’ın hemen tepesindeki düzlükte temel taşları fark edilen,
süslü kapı taşları kaçakçılar tarafından açığa çıkarılan konak tarzı ev,
yönetim binası olan yerdir. Yıkık binanın ortasındaki boşlukta gördüğümüz
mezarların Hititlerle ilgisi yoktur. Orada yaşayan ve yakın zamanda ölen
tarımcı topluluklara aittir. Hititlerde ölüler yakılıyor ve kemikleri kutsal
şarapla yıkandıktan sonra toplu mezarlara konuyordu.
Şimdiye değin farklı şekilde
söylenip durulan, adı üzerindeki karışıklığın hiçbir zaman ortadan kalkmadığı
antik Alaşaş, ya da Aluşar’ın adına isterseniz Hitit tarihini gözden geçirip
açıklık kazandırmaya çalışalım. Wiyanavanda M.Ö.2000’den eski olan Hatti dönemi adıdır ve Kafkas kökenli bir dilden
gelmektedir. Ala, Alu, Anu erken Hitit dönemine ait isimdir. Ala kırların
koruyucusu üretici tanrıçadır. Şar-ru-ma aynı görevi yapan daha sonraki dönemde
tarihe Dionisios olarak geçen şarapçı ilahtır. Alaşaş’ın doğal oluşumunda
etrafta bulunan kırmızı yani Ala taşları görmemezlik edemeyiz. Taşları
anlatırken yeni baştan şu tarihi bulguları gözden geçirelim.
"Çoğu zaman gökten
indiğine inanılan siyah bazalt taşlar resimsiz olarak bir simge şeklinde
şehirlerin giriş yerine konuyor, huvaşi denilen adak taşına tapınılıyordu.
"1985-90 yıllarında Ürgüp civarında envanter çalışması yapan K.T.
Türkmen’in kentin hemen girişinde gördüğü siyah taşın tanımı doğru, ancak
şehrin işlevsel yapısına uymamaktadır. Türkmen şehir girişinde şematik boğa
başlı bir bazalt taş gördüğünü, taşta sürtünme izlerine rastladığını ve doğal
olduğunu söylemekte, kendi kendine bir soru sormaktadır. "Acaba bu taşlar
Jupiter ve Tarhunza’nın, Teşup’un sembolü mü idi" şehrin içinde ne yönde
bir üretim amacı olduğu tanımı zorlaştığı sürece, buradaki kültün mahiyeti hep
soruya neden olur.
Tarih boyunca burada
kutsallık kazanan taş siyah değil, aladır. Şarabın da Kapadokya’ya has siyah
üzümden kırmızı olarak bolca üretildiğini düşünür ve her Hitit şehrinin kendine
has bir tanrı ve tanrıçasına adandığını anlarsak ki öyledir, şehrin adının
Alaşaş ya da Aluşar olması gerekmektedir.
Alaşar olarak adlandırılan
şehirdeki erkek tanrının adı da bolluk-bereket anlamında şar-ru-ma'dır. Antik
şarapçı kent Wiyanavanda'da üretilen alkol sözcüğündeki ilk hecede Asur
tanrıçası Al-u (El) kırların koruyucu tanrıçası Ala'yı, yine Hititlerin şaşşar
dediği bira içkisinde Aluşaş’ın kutsal taşını ve Alaşar'ın son sözcüğünü
bulabiliriz. Şarap sözcüğü de bolluk tanrısı Şarruma’nın ilk hecesi olduğuna
göre, bu kentin eskiliğinden asla şüphemiz kalmaz.
Benden Anadolunun günümüzdeki
sosyal yapısı ve İslam kimliği gözönüne alınarak şarapçı kent üzerinde neden bu
kadar durduğum sorulabilir. Tarihteki Anadolu uygarlıklarını tümüyle bilmek
istersek, hiçbir gerçeğin üzeri örtülmemelidir. Biz turizm yönünden işi ele
alıp tarihin ve uygarlığın beşiği Anadolu’daki sır perdesini aralamak için
uğraşıyoruz. Hitit tarihini ilgi alanı olarak seçenler belgeleri okuyunca,
alkollü içkilerin onları nasıl etkilediğini görebilirler. Krallarının bile
gençlik yıllarında tapınak ve panteon'da içki sunucusu (saki) olduğunu
anlayınca merakları dağılır. Belki merak edersiniz, bu kral eski krallık
döneminin beşincisi olan Hantili’dir.
Burada kayda değer birkaç
konuyu gözden kaçırmamamız gerekir. Hititler azınlıkta olmalarına rağmen,
Hattilerin arasına girip onların tüm değerlerine sahip çıktılar ve sonra da
teşkilatlanıp az bir kuvvetle kral Anitta önderliğinde Kültepe’deki Hatti egemenliğine
son verdiler. Hititler tarımcı topluluklardı, bağ, bahçe ve hayvancılığı çok
iyi biliyorlardı. Herhalde bu halktan bazıları şarap üretiminde de son derece
mükemmel bilgiye sahiptiler. Wiyanavanda kentinde becerileriyle göz
doldurdular. Bu kentte tüm selahiyeti üzerlerinde toplayıp, Hatti krallığına
kafa tutar hale geldiler. Şarapçı kenti korumakla yükümlü askerleri kullanarak
ani bir baskınla Kültepe'yi ele geçirip Hitit devletini kurmuş oldular.
Kültepe’deki evlerin
üzerindeki çatı kalaslarının tutuşup yangına neden olduğu teorisi de pek
tutarlı görünmüyor. Şarapçı kentte yönetimi elinde tutan ve Gal-gestin denen
asker sorumlu, Hitit protokol kurallarını zorlayıp idarecilerin arasında
üstünlük sağlamak için fırsat kollamışlarsa, şu halde ekonomik üstünlüğe sahip
bölgelerde zaman zaman ortaya çıkan isyankar davranış Kültepe'nin sonunu
hazırlamış olabilir. Gılgara denen kesime ilginin nedeni araştırmaların bu
yönde geliştiğini güçlendirmektedir.
Unuttuğumuz ve yazmadığımız
şeyler olabilir düşüncesiyle hatırlamakta faydalı olacak bilgileri biraz daha
gözden geçirip yazımızı sona erdirmeye çalışalım. İncesu barajının sağ
tarafında İncesu’dan Ürgüp'e yer altından gidildiği rivayet edilen ve adına
"Kırklar ini" denen geçidin asında Alaşara, ya da o taraftaki ordugah
Gılgara'ya çıktığını düşünmekteyiz. Ayrıca Alaşar’a giden yolun hemen önündeki
tepenin ve sol taraftaki harabe görüntüsünün o zamanki muhafız kıtalarına
göre hazırlanmış yerler olduğu kanaatindeyız. Buralardan Aluşar ve Gılgara
sürekli gözetlenip şehrin emniyeti sağlanmış olmalıdır. Kentte şarap üretildiği
sürece bu imalathaneler devlet için çok büyük önem taşıyordu. Çünkü sonradan
başkent yapılan Hatuşaş yönetici kadrosunun kaldığı tüketici kent konumunda
idi. Her türlü ihtiyaç şehrin dışındaki üretici bölgelerden sağlanıyordu.
Hatti,
Hitit ve Kapadokya kralları bağcılığın ve şarapçılığın korunması, bağbozumunun
düzenli ve gününde yapılıp kargaşaya meydan verilmemesi için zaman zaman
fermanlar çıkarıp orada çalışanları uyardılar. Ne zaman kaderine terkedildiğini
bilmediğimiz Aluşar’da çubuk izleri tarla ve tapan yapılırken, bir de kayaların
arasından çıkan kütük izleriyle arta kalmıştır. Ne var ki, Aksalur’lular şu
günlerde durumu fark etmişler ve Alaşar sahasının üzüm tarımı için son derece
elverişli olduğunu keşfedip yeniden çubuk dikimine başlamışlardır. Henüz yeni
yeşermeye başlayan çubuklar önümüzdeki yıllarda mahsulünü vermeye başlayacak,
yeniden bağbozumu günlerine dönmüş olacağız.
Anadoluda
dağların, tepelerin, belirli yerlerin kutsallığı inancı kesiksiz olarak
günümüzü kadar devam etmiştir ve ediyor. Bunu Alaşar’da da görmekteyiz.
Cumhuriyet kurulmadan önce inanç tepesi olarak tekke şeyhlerinin de kullandığı
bir bina önce taşları için yıkılmış, yıkan kişi aynı yeri rüyasında görünce,
gidip onu tekrar eskiye uygun tarzda yeniden inşa etmiştir.
Aksalur’da bulunan bu kentin
açığa çıkarılması, turizme hazırlarlanması, ayrıca tanıtılması için proje
safhasındaki çalışmalar ilerki yıllarda çok büyük çaba ve gayreti
gerektirmektedir. Dünyada eşi ve benzeri asla bulunmayacak olan bu kent,
yurdumuzdaki turizm sektörüne, şimdiden kestiremeyeceğimiz, bunu anlamaya
çalışırken de oldukça zorlanacağımız sonsuz faydalar sağlayacaktır. Yıllardan
bu tarafa şehirler arası rekabetin yıkıcı etkileri, Ürgüp'ün gölge kent
konumunda kalmasının istenmiş olması, Göreme örneğinde olduğu gibi, bizi hep
endişeye sevk etmiş aynı zamanda düşündürmüştür.
Ürgüp
Kaymakamı Sayın Necdet Türker, Belediye Başkanı Sayın Bekir Ödemiş, Aksalur
Eski Belediye Başkanı Mehmet Korkmaz ve Turizmci İsmet Aksoy Aluşar’da bir
inceleme anında. Hemen önlerindeki derin ve oldukça geniş mahsenlere adım başı
rastlanıyor ve tahminen 500 kadar olduğu sanılıyor. Dileğimiz bu orijinal
nitelikli yerin kısa zamanda turisme kazandırılmasıdır.
KAYNAKÇA
1. Aksoy İsmet; Ürgüp Dergisi, 17. sayfadan 27.
ye kadar.
2. C. Cream; Tanrıların vatanı Anadolu.
3. Childe Gordon; Doğunun Prehistoriyası.
4. Childe Gordon; Tarihte Neler Oldu?
5. Childe Gordon;Kendini Yaratan insan.
6. Gökovalı Şadan; Anadolu mitolojisi.
7. Lloyd Seton; Türkiye'nin Tarihi.
8.Aksoy Nihat(çeviri); Antik Türkiye, Roma
baskılı.
9.Dinç Dilek; Çağlar Boyu Boynuz Formunun
Anadolu Seramik
Sanatında Kullanılışı.
10.Tuna Turgay; Tutankamon.
11.Gimbutas Maria; The Language of The Goddes.
12.Özgüç Tahsin, Özgüç Nimet; Kültepe Kazısı
Raporu.
13.Eyüboğlu İsmet Zeki; Anadolu Uygarlığı.
14.Alp Sedat; Hitit çağında Anadolu'da üzüm ve
şarap.
15.Cevat Şakir; Düşün Yazıları.
16.Akyıldız Erhan; Taş çağından Osmanlıya
Anadolu
17.Mandel
Gabriele. Mama li Turchi. Lucchetti. 1990 Bergamo.
18.Strabon.
19.Herodot
Tarihi.
20.Ohri
İskender; Anadolunun Öyküsü.
21.Şener
Cemal; Türklerin Müslümanlıktan Önceki Dini.
22.Umar
Bilge; Türkiye Halkının ilk çağ Tarihi.
23.Akurgal Ekrem; Anadolu Kültür Tarihi.
24.Bilim ve Ütopya Dergisinin muhtelif
sayıları.
25.Hitit
Tarihi ile ilgili ansiklopedik bilgiler.
26.Türkmen Kemal Talih; Ürgüp. Bilinmeyen
Kapadokya’dan bir
Kesit
27.Hitit mimarlığı Wulf Schirmer.
28.Melaart James. Yakın Doğunun En Eski
Uygarlıkları.
29.Wabartumun
bir anlamı da misafirdir. Biz daha önce küçük
çaplı pazar yeri diye kayıt
düşmüştük.
30.Wiyanavanda
diye düşündüğümüz şarapçı kent Bohça köyüne sınırdır. Bu kesimde bir Hitit
yazıtı bulunmuştur. Kapadokya, Prof. Sözen M. sh. 188
İSMET AKSOY- 2002
KAPADOKYA’YI TANITAN ÜRGÜP HAN VE KONAKLARI
BİR SELÇUKLU HANI, ASMALI KONAK,
TARİHTE KAPADOKYA’YI VE ÜRGÜP’Ü TANITAN ÜNLÜLER VE PUŞUKEN
Hatırladığım
kadarıyla Ürgüp dergisinin 17 nci sayısından başlayıp 32 nci sayısıtna kadar,
tarihi devirlerde Kapadokya'da olup bitenleri araştırıp okuyucularımızıi
bilgilendirmeye çalıştık. Ünlü yazarlarımızdan Çetin Altan'ın da söylediği
gibi, her metrekaresi tarih kokan, adım başı eski kavimlerin izini taşıyan bu
bölgede yani Anadolu'da bitip, tükenmez kaynak var. Yeter ki araştırılsın ve de
yazılsın. Madem ki dergimiz yayın hayatına devam ediyor, madem ki bir grup
insanımız Ankara'daki derneğimizde tüm zorluğa
karşın Ürgüp" dergisinin yaşaması için çaba gösteriyor, elimizden
geldiğince bizler de bu çabaya katkıda bulunacağız.
Araştırıp sonra da onu yazmak sabır işidir. İlgi duyduğunuz konuya göre
bilgi edinmek için kaynak kitaplar bulacaksınız, yeni neşredilen yayınları
dikkatle izleyip gerekirse satın alacaksınız, hepsinden önemlisi, işinizden
artakalan zamanınızı bu iş için değerlendireceksiniz.
Ben zamana, zemine ülkenin sosyolojik yapısına uyarlanmış klasik tarih
öğretisine fazla ilgi duymuyorum. Klasik tarih anlayışında herkes aynı şeyleri
söyler. Örneğin; Türkler Anadolu’ya 1071 de yapılan Malazgirt meydan
muharebesinden sonra geldiler diye öğretilmişse, bilgi donuktur işin içinde
orijinalite yoktur. Oysa ben, ondan önce Türkler nerede idi, Anadoluya geliş
nedenlerini araştırmaya başladım. Bazı merakları dizginlemek zordur. Buna
takıntı da diyebilirsiniz. Benim tutkum Kapadokya'dır, mucizevi doğasıdır,
tarihidir. Araştırırken günümüzde ortaya çıkan bir takım gerçeklerle eski
oluşumları karşılaştırmaya çalışıp bir senteze ulaşmaya çalışırım. Bazıları
buna tarihin tekerrürü der, ama, ben cümleyi pek önemsemem.
Tarih, insanoğlunun yaşadığı mazinin yazımıdır ve okunması gerekir.
Okumayan, yazmayan ve onun üzerinde düşünmeyen insan içgüdüsünü zorlar. Karakteristik
yapımızdaki iç güdüyle rota çizmek, başka canlılara yarar, insanı bocalatır,
zora sokar. Yaşayan insan geçmişten ders alıp, ondan oldukça yararlanmalı,
deneyim ve tecrübelerle önünü görebilmelidir.
Bu defaki yazısında Saruhan kervansarayını, konumunu, Selçuklu
tarihini, Asmalı Konak dizisinin ışığında fazla derine inmeden, Ürgüp
turizminin geçirdiği aşamayı, Kapadokya'yı tanıtan tarihsel kişileri
araştırırken gözümüze takılan ve adı yazılan belgelere geçen 4000 yıl önce
Kapadokya’yı ve Ürgüp’ü keşfeden Sümerli Puşuken'i konu edeceğiz.
SARUHAN KERVANSARAYI
Biliyorsunuz
Ürgüp ve Avanos arasındaki Damsa çayının batı kesiminde Selçuklular zamanında
yapılmış bir büyük han vardır. Kral yolu ve ipek yolları üzerinde seyahat eden
tüccarların güvenliğini ve onların rahat bir ortamda alışveriş yapmalarını
sağlamak için yapılmış Selçuklu mimarlığının şaheserlerindendir. Hanların giriş
yerlerindeki işleme ve tezyinat, taş işçiliğinin Selçuklu'lar döneminde
tartışmasız doruk noktaya ulaştığını gösterir. Mesleğim gereği ben bu işçiliği
gördükçe üzerinde düşünür, yapanları rahmetle anarım. "Taş işçiliğinin en
başarılı örneği olan Konya'daki Karatay medresesine bir çok kereler gidip
doyasıya seyretmişimdir. Etrafında yapıldığı yıllarda yerleşim birimi olmayan
Saruhan kervansarayı tenha bir arazide Selçuklu Sultanlarından II.İzzettin
Keykavus 1219-1249 yılları arasında inşa edilmiştir. O yıllarda Selçuklu
yönetiminde bizim Temenni tepesinde kabristanı bulunan IV. Kılıçaslan
Rüknettin’de bulunuyordu. Bir rivayete göre Ürgüp'te öldürüldü. Tarih
araştırmacıları onun Ürgüp'te değil, Aksaray'da telle boğulduğunu yazar. İlk
önce zehirlenmiş, zehir etkili olamayınca yay kirişiyle boğulmuştur derler.
(Gordlevski. Anadolu Selçuklu devleti sahife 345.)
Anadolu'da 100 tane kadar olduğu bilinen Selçuklu Kervansaraylarında 9
saatlik yolculuk esas alınmıştır. Yani kervan 9 saat yürüyecek sonra bir yerde
konaklayacaktır. Deve yürüyüşüyle Nevşehir, Aksaray arasındaki Alayhan,
Kayseri'deki Tuzhisar Sultanhanı, Saruhana aşağı yukarı bu uzaklıktadır.
Kervansarayların yapımında yolcuların tüm ihtiyaçları gözönüne alınmıştır.
Büyük Sultanhanları da dahil, önce taç kapıdan eyvanlı bir avluya geçilir.
Avlu ortasında ya da kapı üzerinde bir mescid bulunur; avludan sonra ikinci
giriş kapısından Bazilika benzeri iç mekanlara girilir. Buralarda, aşhane,
hamam, hekimlik, nalbantlık, baytarlık, kocaman ahırlar, yatakhaneler, eğlence
yerleri bulunur. Sultanhanı'nın 2000 metrekare bir yere konduğunu öğrenince
yapının devasa boyutu anlaşılır.
O zamanlar zaruri bir ihtiyaçtan doğan ve Anadolu’ya gelip, ipek
yolunda seyahat eden tüccarların emniyeti ve korunması için yapılan bu anıtsal
yapılar, yerleşim birimlerinin hayli uzağında tenha yerlerde inşa edildiğinden
ekonomik değeri yok gibidir. Yüzlerce yıldan bu tarafa yıprandığından yeni
baştan onarmak oldukça pahalıya malolmakta, restorasyon için harcanan paraların
zannedersem getirisi bulunmamaktadır.
1950 yıllarından sonra Ürgüp'te başlayan yabancı turist akınında
rehberlik yaparken, turisti ilk önce Göreme'ye, Zelve'ye, Saruhan'a sonra da
Üzengi deresindeki güvercinliklere götürür oraları gösterir, o günkü turu
tamamlardık. Saruhan yabancılar tarafından fazla bilinmiyordu. Oraya götürmekte
amacımız, değişik zamanlarda Anadolu’da gerçekleşen antik değerde sanatsal
yapılar hakkında onların geniş bilgi edinmelerini sağlamak içindi. Rehber
kitaplarda, görmeye değer yerler hakkında bilgiler yetersizdi. Gelen turist
şimdikinin aksine, Ürgüp'te kaldığı sürece programı onlara yol gösterecek kişi
hazırlardı. Her yeri hayranlıkla gezen, durmadan fotoğraf çeken turist,
Sarıhanda dev yapıyı görünce susar, hiç ummadığımız sorularla daha sonra bizi
sıkıntıya sokardı.
Bu dev yapıt ne için yapıldı, iyi biliyor musunuz? Ürgüp ve Avanos
zannedersem buraya uzakta değil, gelen tüccar orada yapılan bir handa kalsa
daha faydalı olmaz mı idi? Yapı oldukça yıpranmış, burayı kimler ne için yıktı?
Sonuçta bu anıt ne için kullanılacak böyle bir projeden haberiniz var mı?
Bilgi dağarcığımız o yıllarda fazla olmadığından bizi ilgilendiren Selçuklu
mimarlığı (yine küçümsendi) şeklinde yorum yapardık. Durum arkadaşlar arasında
konuşulunca üzüntüye neden olurdu.
Aradan yıllar geçip yoğun turizm hareketlerinden doğan pastadan pay
almak ve daha çok para kazanmak için açıkgöz tüccarların şehir içinde işimiz
bozuluyor diye şehir dışına, tenha yerlere taşınıp, tıpkı Saruhan mimarisini
olduğu gibi kopya ederek ve devasa binaları yaparak, farklı ticaret yöntemiyle
şehirleri ıssız ve turistsiz bırakınca, Sultanhanlarının konumu berraklık
kazanmaya, anlaşılmaya başlandı.
İpek yolunda neler oldu? Yorum katmaksızın 1941’lerde yazılıp, uzun
yıllar Rusya'da okunduktan sonra 1988’de yurdumuzda basılan Gordlevski'nin Anadolu
Selçuklu Devleti adlı kitabından yararlanıp, bazı bilgileri müsaadenizle gözden
geçirelim: Yazar çoğu bilgilerde Ürgüp'lü tarihçi Ahmet Refik Altınay’ın
araştırmalarına yer vermiş, onları kaynak olarak kullanmıştır.
"Üretim yoğunlaşmakta, pazar büyümekte, hem üretimle, hem satışla
uğraşan tüccarlar da ortaya çıkmaktadır, kent yaşamı gelişmekte ticaret ve
zanaat kentleri büyümektedir. Devletin toprağı genişlediği ölçüde ticaret
büyümektedir. Devletin toprağı genişlediği ölçüde ticaret yükselmektedir. Selçuklular
ise, dünya ticaretinin temel kavşaklarını ele geçirme çabasındaydılar."
"Küçük Asya'ya her yandan tüccarlar akın ediyordu. Orta Asya'dan,
(bunlar belli ki Müslümanlardı) güneyden İtalyan'lar, Rum'lar, Arap'lar, İbni
Batuta Antalya'da Hristiyan tüccarlar görmüştü. Orta Asyalı tüccarlar Sivas'a
kadar gelince duruyorlardı. Burası merkez noktaydı. İtalyan'lar Orta Asya'lı
tüccarlar karşısında avantaj sağlıyordu. Küçük Asya'ya kuzeyden Karadeniz'den
de akın ediyorlardı. Trabzon, İstanbul'u Asya ile bağlıyordu. Moğol saldırısı
bir zamanlar hareket etmeyi güçleştirince Sivas'ta tüccarların kervanları
birikmişti. Sivas’ta tüccarlar iki kola ayrılıyorlardı. Bir kol kuzeye
Karadeniz'e, öbürü güneye Konya'ya yöneliyordu."
"Ticaret savaş sırasında sönüyor, yollar açılınca canlanıyordu.
Saldırıdan çekinen tüccar, baskıdan korunmak için tüm önlemleri alıyordu.
Tüccarlar uzun yola yalnız başlarına çıkmıyorlar, konvoylar kervanlar halinde
bir araya geliyor, bir kıdemli başkan "Bazarganbaşı" seçiyorlardı.
Yol arkadaşları ziyaret sırasında diğerini bekliyordu. Her yanda eşkiya ve
hırsızlar dolaşıyor tedbirsiz yolcuları gözlüyorlardı. Hükümet ancak büyük
yollar üzerinde düzeni sağlayabiliyordu.
"Sultanlar, feodollar doğrudan ya da dolaylı olarak ticarete para
yatıran herkes Kervansaraylar yaptırıyor, üzerine kazınan yazıtlarla inşa
ettirenin adını sonsuzlaştırıyorlardı. Aflaki, Ziyaeddin İsfahani'nin Sivas'ta,
Muineddin Pervane'nin Sivas ve Konya arasında Kervansaraylarından söz
etmektedir. En canlı ticaret hattı olan Sivas ve Kayseri arasında Abulfidan’ın
yazdığına göre 24 Kervansaray yer almıştı. Ülke küçük parçalara ayrılmıştı. Her
bölgenin yöneticisi engelsizce geçiş için sürekli armağanlar istiyordu."
"Tüccar, hakim olduğu Kervansaraylara gelen tüccara mal satmak
için Kervansarayı bekliyordu. Zira Kervansarayda palazlanan tüccar etrafa
dağıttığı
rüşvetle
her türlü hareketi serbestçe yapıyor, kanunlar onlar için etkili olamıyordu.
Feodolların çıkarını korumak için ücretli birlikler vardı.
“Kervansaraylar eğlence merkezi idi. Gelen tüccarı eğlendirmek için
eğlence düzenleniyor, çalgıcılar gösteri yapıyorlardı. Bir tür müzikli lokanta
olmuşlardı. Buraları inşa ettirenler buraları cami, medrese, yahut hastahane
ya da havuz olarak inşa ettirmemişlerdi. Kazanç sağlama düşüncesindeydiler.
Bazarganbaşı yoluyla karlarını yükseltiyorlardı. Ticareti eline geçiren gözü
açık tüccarlar büyük zenginlikleri ellerine geçiriyorlardı. Zengin tüccarlar
geçişi sağlamak için su yollanna köprüler bile kuruyorlardı. Yollarda seyahat
edenler kendilerini koruyan silahlı öncüler ve ekipler kiralıyorlardı.”
Söz konusu kitabın 215 nci
sahifesinde, Selçukluların ticaret çıkarlarını her şeyin üzerinde tuttuğunu,
soyguna uğrayan tüccarın zararının ya yerel vali, ya da devlet bütçesinden karşılandığı,
daha sonra da zararı veren kişiden tutarının geri alındığı yazılıdır. Ozan
Sağdıç’ın 1994'te hazırladığı Kapadokya rehberinde hanların hayır kurumları
olduğunu 3 gün konaklayan tüccardan ücret alınmadığını yazmıştır.
ASMALI KONAK TURİZMİ
Nerede
ise, bir yıldan bu tarafa, Ürgüp'te bir film çevriliyor ve bu filmin her
fırsatta Ürgüp’ü tanıttığı söyleniyor. İlk önce Mustafapaşa'da, sonra da Ürgüp'te yapılan çalışmalarla televizyon
dizisi hazırlayan Asmalı Konak çalışanları geçen hafta bize 37 nci diziyi
sundular. İlk başta yerel sosyolojik yapımız göz önüne alınmadan bazı bölümleri aşiret, intikam, başlık parası şeklinde
sunulunca ben bize uyarlanmamış diye baştan sona izlemedim. Hele bir ara bir
bölümünde tabancaların çıkarılıp ateş edilmesi, hiç hoşuma gitmedi. Ürgüp
turizm yönünden tanınırken, ya da tanıtılırken bazı imajlar geçmişte başarıyla
kullanılmıştır. Başta yörede kan davası yoktur. Aşiret, Ağalık, beylik
yüzlerce yıl önce tarihten
silinmiştir. Başlık parası evlenmelerde sözkonusu değildir. Açık söyleyeyim;
eşim bu filmi dört gözle beklemekte, ben seyrederken aynı heyecanı
duymamaktayım.
Ürgüp’ün bu filmle tanıtıldığını söylemek geçmişe saygıda kusur
yaratır. 1960-1985 Ürgüp’ünün hatırlanmasında fayda vardır. O zamanlar cadde ve
sokaklar yabancı turist kalabalığından geçilmiyordu. Sabah saat 8’de açılan
dükkanlar gece yarısından sonra saat 2 ye kadar harıl harıl çalışırdı. Her
lokantada eğlenceler düzenlenir, şevk, şamata yaşanırdı. Gurbetteki Ürgüplüler
ata yurduna arasıra ziyarete gelince, turizmle, ticaretiyle uğraşanlar
tanıdıklarıyla karşılaşma, konuşma sıkıntısı yaşar, arada kırgınlıklar olurdu.
Bunun acısını Sayın Albay Ali Akuzun yaşamıştır, hep anlatır.
1960'dan sonra Ürgüp dünyada tanınıp popüler olunca bir çok film
yapımcısı buraya akın etti. Başta Maria Callas, yönetmen Pier Paolo Pasolini
Medea filmi için, onların yabancı ve yerli bir gazeteci ordusuyla takip
edildiğini hiç unutmuyorum. Elimde mükemmel fotoğraf makinası yok, Maria
Callas’ın imajı bozulur diye o yıllar apar topar setlerden uzaklaştırıldığımı
ve çalıştığım Hürriyet haber ajansına, yeniden hızlı bir şekilde makinaya
sahip oluncaya kadar, haber ulaştırmakta güçlük çektiğimi hala anımsarım.
Görmenin, tanışmanın, konuşmanın hayal bile edilemiyeceği, Tony Curtis'in,
Charles Bronson'un başka çekimleri için gelip, Ürgüp’ü sanki evindeymiş gibi
günlerce dolaştığı hafızalardan silinmiş olamaz. Yılmaz Güney, yapımcı Halit
Refiğ, İsveçli eşi Eva Bender’in Ürgüp'te o yıllarda tanıştığı hala samimi
arkadaşları, dostları var.
Esasen Asmalı Konak Mustafapaşa'da başladı, değerli öğretmen rahmetli
Fuat Öztürk'ün evi popülerite kazandı. Henüz Ürgüp gibi yeterince tanınmamış
bu film Sinason'a çok yakışmıştı. İnsanlar konağı görmek için Mustafapaşa'ya
akın ediyorlar, orada aradıklarını bulamayınca, Ürgüp çarşısını dolduruyorlardı.
Ürgüp'te bireysel akıl hep öndedir. Kimileri bilmiyoruz hangi nedenle, Ürgüp’ü
önerdi. Şimdi gelenler çarşıya bile inmek zahmetine katlanmadan yeni konağı
görüp, çekip gidiyorlar. Yapacakta fazla birşey kalmıyor.
Dünyada ortaya çıkan yeni uygarlıklar, toplumsal ilgiden ortaya çıkan
televizyon, internet ve onun için hazırlanan programlar yer, belde, mekan
tanıtımında etkili olmuş görsel belgelerdir. Turizm ülkenin tanıtım zincirinde
önemli bir halkadır. İlk başta Ürgüp'te temeli atılan turizm sektöründe tanıtım
süreklilik ister, içinde olanlar bunun öncesini ve sonrasını pek düşünmezler.
Yeter ki reklam olsun derler. Tarih araştırmalarına ilgi duyduğumuza göre,
Kapadokya'yı kimler tanıttı, kitapların arasına dalıp onu bulmaya çalışalım.
PUŞUKEN
M.Ö.
5500-5000 yıllarında İran’ın batısına düşen Zagros dağlarının arkasına
yığılmalar başladı. İnsanlar Orta Asyadan batıya doğru göç ediyorlardı. Kimisi
bu dağların zorla aşılan derin vadilerinden, kimisi dağların kuzey kesimindeki
Hazar denizinin alt ucundan Dicle veFırat arasındaki mümbit Mezopotamya
ovasına inmeye başladı. Kuzeyden inenlerin bir kısmı Anadolu'ya geldiler.
Mezopotamya'da kalmak istemeyenler Mısır'a yöneldiler. Bu halkın ilk
Anayurdunda belli bir kültürü vardı. Yerleştikleri Dicle ve Fırat arasındaki
topraklarda yeni yerleşim yerleri kurup, zamanlarının en üstün uygarlığını
yarattılar. Kanallar, setler yaparak başarı tarım sistemi
geliştirdiler. Son derece zenginleştiler. Bu halk, Sümerlerdir. İlk yazıyı
onlar keşfettiler. Günümüzün çağdaş okullarına benzeyen okullar kurup eğitim
yaptılar, kütüphaneler kurup halkı okuttular. Matematiğin tüm inceliklerini
bulup ondan yararlandılar. günümüzdeki modern banka sistemini aratmayacak
bankalar kurdular. M.Ö. 3000-2500
Sümer kentleri fazla üretimden dolup taşmaya başladı. Tüccarın kazanç sağlama
isteğinin sınırı yoktu. Hep daha çok kazanabilmek için arayış içinde çaba
gösteriyorlardı.
Çok tanrılı inançları olan
bu halkın arasında anlatılan dinsel efsane ve masallardan da son derece
etkileniyorlar, Dilmun denen bir cenneti arıyorlardı. Orada ne ararsan vardı.
Doğa, hayat, ırmak, yiyecek, eş, bal, kurt, kuş akla ne geliyorsa hepsi orada
bulunuyordu. Dağlara, tepelere, ziguratlara çıkarlar, tanrılarını oralarda
kutsarlardı. Aradıkları kozmik bir dağdı. Dilmun'da o da vardı. O dağ etrafına ateş saçan baş
tanrı Enkinin dağı idi. Çok bilmiş Sümer bilginleri Dilmun cennetinin
Hindistan'daki Harappa'da olduğunu, ateşin de orada olması gerektiğini söyleyip
durdular. Erciyasın adı aynı yıllarda Hatti dönemindeki deyimiyle Harka
(Harkagios) tepesinde şimşekler çakan beyaz hırkalı muhteşem dağ anlamına
söylenir, kutsal bilinirdi. Dilmun, aranan cennet, Hapalla'da da olabilirdi.
Orası Konya’nın güneyine düşen şimdiki Mut'tu.
İnancı tam, gözü açık Sümerli tüccar yola çıktı. Amacı hem para kazanmak, hem de hayalindeki cenneti aramaktı. Uzun ve
meşakkatli bir yolculuktan sonra Kapadokya'ya gelince, Erciyas’ın ateşini,
beyaz gelinliğini görünce "tamam buldum" diyerek Neşa'ya (Kültepe)
yerleşti ve orada Karumu kurdu. Ev ticarethane yaparak evlendi. Asurla Hatti
ticaret ilişkisi başlamış oldu. Bu tüccarın adını ulu önder Atatürk'ün
yetiştirdiği, ünlü Asur ve Hitit uzmanı Muazzez İlmiye Çığ, Puşuken olarak
vermiştir. Ve doğrudur. Puşuken Kapadokya'daki Dilmunu halkına başarıyla
anlatmış, yüzlerce yıl süren Sümer, Hatti ticaret ağı Kapadokya'da
kurulmuştur. Bunlar Kayseri'den Konya'ya, Hapalla'ya uzanan Ürgüp'ü de içine
alan 50 adet küçük çaplı pazar yerleridir, Wabartümlardır. Ürgüp'te hala her
cumartesi kurulur. Yazılı tablet belgelerde adı geçen ve Kapadokya'yı ilk
tanıtan kişi M.Ö. 4500-4000 yıl
öncesi Asurlu Tüccar Puşukendir.
M.Ö. 281 Babilde bir Marduk Rahibi yaşıyordu. Adı,
Berossus'tu. O yıllardaki Büyük İskender askeri dehası sayesinde Anadolu'dan
başlayıp, Hindistan'a kadar birçok ülkeyi istila etmişti. Rahip din konusunda
çok şey biliyordu. İskender yönetimine yaranmak için Yunanca öğrenmeye çalıştı.
İmparatorluk sınırları içinde dolaşıp bilgisini yeni öğrendikleriyle zenginleştirdi.
Sümer ve Anadolu mitolojik öykülerini bozuk Yunancasıyla Helenceye uyarlayıp,
İskender’in adamlarına yaranmaya çalıştı. Kutsal kitapların yazımından çok
önce Sümerde bilinen Tufan öyküsündeki (Nuh) Ziusudra'yı Yunanca Xisouthros
yapmaya çalıştı. Marduk'u Zeus Enki'yi Kronos şeklinde uyarladı. Yarı balık
yüzer gezer bilge tanrı Oannes "Avanos" hakkında geniş bilgi verdi.
İskender’in adamlarına Siparda bir kil tablet kütüphanesi olduğunu bildirip
ortaya çıkarılmasını istedi. Yazdıkları Helen bilginlerinin eline geçip,
akademilerde ders olunca, çoğu Sümer ve Anadolu mitolojisine Yunanlılar sahip
çıktı.
Berossus'tan sonra Bodrum'lu
tarihçi Heredot, Amasyalı Strabon yazdıkları kitaplarda Kapadokya'yı da
anlattılar ve bölge hakkında geniş bilgi verdiler. Arab tarihçi Faslı İbn-i
Batuta Anadoluda gezerken Merkezi Kırşehir'de olan Ahi Loncalarına konuk oldu.
1327'de başlayan seyahati 3 yıl sürdü. Notlarında Selçuklular hakkında geniş
bilgiler verdi. Onunla ilgili metinleri Damat Mehmet Şerif Paşa 1917-19'da
Türkçeleştirdi. Anadoluyu ve Bölgeyi batılı gezginci Fellow ve Arundel'de
boydan, boya dolaştılar, gördüklerini yazdılar. Paul Lukas 1701'de Ürgüp'e
gelip gördüklerini ülkesinde yazınca ona kimse inanmadı. Peribacaları, volkanik
kayalar, evler hakkındaki yazılanları akıllıca uydurulmuş masallar diye
düşünüldü. Arkasından başka gezginciler gönderip yazdıklarının ne derece
gerçeğe yakın olduğunu öğrenmeye çalıştılar.
Kapadokya'yı ve Ürgüp'ü en
geniş şekliyle 3 cilt kitap yazan C. Texier isimli 1834-37 Fransız gezgin
anlattı, gravür çizimleriyle resmetti. Yazdıkları Fransızlar ve Avrupalılar
tarafından yıllarca okundu. Asia Minor adlı kitabında Ürgüp'ü anlatırken,
"Tabiat bir gezgine burası kadar ilginç bir manzara sergilememiştir, Ürgüp
ressamın fırçasına çeşitli tablolar sunabilecek tek yerdir, vadinin içine ve
tepelerin yamaçlarına yapışmış Ürgüp, bakışlara şaşkınlık veren ilginç şehir”
diye hayretini ifade eder. Mükemmel bir araştırmacı olan Texier, Anadolu'daki
Hitit uygarlığını keşfeden ilk gezgindir.
Burada Hamilton ve
Jerphanion'u da anmamız gerekiyor. Dağcı olan W. Hamilton çok kereler
Kapadokya'ya ve Ürgüp'e gelip Erciyas dağına tırmandı. Jerphanion 1900'lerde
Kapadokya'yı uzun süre gezip tüm kiliseleri resimledi ve onları bir kitapta
topladı. Kapadokya'nın kaya kiliseleri hakkında yazılmış en kapsamlı bir kitap
onun eseridir. Bir kopyası da Ürgüp Tahsin Ağa kütüphanesindedir. Ürgüp
sözcüğündeki güb, Sümercede "gidip durulacak yer" diye geçer. O zaman
ticaret için ur, kale şehir, cennet diye düşünülen Ürgüp'ün antik değeri daha
iyi anlaşılmış olmaktadır.
Kaynakça:
1.Aksoy İsmet, Ürgüp Dergisi 2 nci sayıdan 32
ye kadar.
2.Gordlevski: Anadolu Selçuklu Tarihi, 1988
Ankara
3.Çığ Muazzez İlmiye: Bilim ve Ütopya Dergisi.
4.Ansiklopedik araştırmalar.
S.Günaltay Ş. Tarih, İstanbul 1939.
6.Sözen Metin. Kapadokya, (Şahenk)
7. Samuel Noah Kramer. Sümerler, 2002,
İstanbul.
8. Sağdıç Ozan. Kapadokya, 1994 Ankara.
İSMET
AKSOY-2003
Hint Avrupa Dilinin Doğuş Noktası
Çatalhöyük'ten Günümüze Kapadokya ve
Ürgüp'te Yaşayan Canlı Tarih
TOHARİLER VE KUMANLAR
Ünlü gazeteci Melih Cevdet Anday 1979'da
Kapadokya'ya geliyor ve Derinkuyu'da bir Rum evinde yaşayan aile ile konuşuyor.
Evin hanımı "Rumlar gidince bu eve yerleştik" diyor. Anday soruyor,
"sizin eviniz nerede?" kadın, "eski evimiz şu idi" diyor.
Anday tekrar soruyor, "siz buraya nereden geldiniz?". Kadının verdiği
yanıt oldukça ilginç: "biz hep buradaydık." Derinkuyu'lu bu ninenin
çok şey ifade eden cümlesi, tarih yazarak bizim 1071'den yani Malazgirt meydan
muharebesinden sonra Anadolu'ya gelip yerleştiğimizi kanıtlamaya, göz
boyamaktan öte bizi uyutmaya çalışanlara verilmiş en okkalı yanıttır.
"Biz hep buradaydık."
Ulu önder Atatürk'ün desteğiyle Almanya'da tahsil
görüp günümüzün en önemli Sümeroloji uzmanı olan M.İlmiye Çığ, Sümer ve Hitit
tabletlerindeki tarihi gerçekleri gördükçe, asyatik kavimlerin binlerce yıldan
bu tarafa Anadolu'da varlığını belgelerden izledikten sonra dayanamamış 1071'de
geldik diyenlere, "yutturmaca" diye kestirip atmış.
Derinkuyu'lu nine kromozomlarını oluşturan
DNA'sının içten ve derinden gelen sesini yansıtmış ama uzman M.İlmiye Çığ,
okudukça okuyup, tam söylenmesi gereken bir zamanda "yutturmaca etmeyin,
biz çoktandır buradaydık" deyivermiş.
Bu konuda en iyi dersi ben zannedersem babamdan
aldım. Bir gün bizim 1071'den sonra
Anadolu'ya gelip yerleştiğimizi söyleyince "Olur mu öyle şey, şu
tarlamızdan çıkan yontulmuş taşlara niye bakmıyorsun? Onlar bizim buradaki
varlığımızın bir çok binli yıllara dayandığını gösterir" demişti.
Bizim en büyük noksanımız okumadığımızdan ayrı,
zemin, zaman, mekan araştırması yapmadığımızdan kaynaklanıyor. Eğer birileri
çıkıp "biz hep buradaydık" diyorsa, bu cümledeki gerçek pay oranının
yüzdesi araştırma yapmak için iyi bir neden olabilir. Belli bir mekanda oturup
sadece yazmak yetmez. Eğer gezmez iseniz ve klasik araştırma yöntemiyle
kaynakları kullanarak bir eser meydana getirdiğinizi düşünürseniz, sonuçta
yazdıklarınızı bizzat siz anlamakta güçlük çekebilirsiniz.
TARTIŞMALI BİR ANADOLU DİLİ
Şu ana kadar yaptığımız araştırmalarda ve
yazılarımızda tam berraklığa kavuşamayan bir konu var ve bu konu tüm dünyadaki
tarih uzmanlarını alabildiğince meşgul ediyor. Milattan önceki çağlarda
Anadolu'da almanca benzeri bir dil konuşulmuş bilimsel anlamda buna Hint-Avrupa dili deniyor. Bu dil bir bakıma
Latince, günümüze kadar Yakındoğu'da yani Anadolu'da, yahut etrafındaki
haritanın hangi noktasından kaynaklanıyor? Tam bilinmiyor, ya da bilindiği
halde bir takım tabular çöker diye üzeri hep küllenmek isteniyor, Avrupa'da
gelişmiş ülkelerin tümü Anadolu'dan dünyaya yayılan biraz değişikliğe uğramış
bir çeşit latince konuşuyorlar. Bu dilin yunanca, italyanca, fransızca,
ingilizce, almancayla bağlantısı var, ama en çok ta almancaya yakın.
Söz konusu bu dilin Anadolu'dan Harran'dan ya da
tarihteki Luvi Ülkesi Komana'dan biraz daha yukarı gidersek, Turhal civarında
antik Taha'zimuna'dan diğer ülkelere yayılmışsa ne fark eder diyebilir miyiz?
Böyle bir tartışmanın dışında kalır konuyu araştırıp, irdelemezsek, ata
yadigarı Anadolu toprakları üzerinde teknolojik devrimin en üst noktasına
erişmiş, son derece gelişmiş yabancı ülkelerin doymak bilmeyen hırsına ve
harsına uğrayacağız ve bizi ülkemizden silmeye, yok etmeye çalışacaklardı. Uzun
uzadıya anlatmaya gerek yok. Tıpkı İstiklal Savaşında olduğu gibi. Yukarıda
anlatılanların ışığında bir antik dil Hititçe nasıl çözüldü? Müsaadenizle ona
bakalım.
1906 yılında Boğazköy'de başlayan kazılardan
sonra, Viyana'da Asuroloji dersi veren bir Çek bilgini Bedrich Hrozny, kazıdan
ele geçirdiği bir kil tabletini çözmeye çalışıyor, bu cümle Hititçe aynen
şöyledir: "NİNDA-AN EZZATENİ WATARRA EKUTTENİ" anlamı: Ekmeği
yiyeceksiniz, suyu içeceksiniz. İlk cümledeki ninda, Sümerce bir idogram ve çoktan
çözülmüş. Ekmek yani "Ezza" sözünü Çek bilgin ingilizce to eat,
almanca essen yemek fiili ile karşılaştırıyor. İkinci cümledeki
"watarra" nın sözcüğü de ingilizcede water, almanca wasser zaten var
ve tıpatıp benziyor. Hititçe de içmek anlamındaki fiil, Latincede "aqua"
sözü ile karşılaştırılınca tabletteki dil çözümü Hrozny tarafından
tamamlanıyor. Bu buluş o zamana kadar ele geçirilen tabletlerin çözümü için çok
önemli ve büyük yankılar uyandırıyor.
Ferdinand Sommer ve ekibi Johannes Friedrich, Hans
Ehelolf gibi isimler Hrozny'in açmış olduğu çığırdan bir çok bilim adamı
yürüyüp çalışarak Hititçenin çözümünü disiplin altına alıyorlar. O zaman harp
yılları var ve bu konuda çalışan ve önemli bilgilere ulaşan Albrecht Goetze
Amerika'ya kaçıyor, bişldiklerini orada öğretiyor. Ulu önder Atatürk o zaman
boş durmuyor, Almanya'dan atılan birçok değerli bilim adamlarını
üniversitelerimize alıyor. Bunların arasında Anadolu ve Hitit konusunda uzman
Prof. Bossert var. Hans G.Güterbock var, onlarda okullarda Türk uzmanlar yetiştiriyor.
Hitit uygarlığı nerde başlamış, nerde bitmiş hem
dil, hem de arkeolojik bakımdan bazı bilgiler gün ışığına çıkarılıp çok yol
alınıyor ama işi başlatanlar ve aydınlatanlar yabancılar olduğu için, Hititçe
Almancaya ve latinceye benziyor diye Anadoludaki Hitit uygarlığının varisi
artıyor.Almanlar onların batıdan Anadoluya gelip yerleştikleri konusunda ısrar
ediyorlar.Diğer ülke bilginleri de tabiatıyla boş durmuyorlar, onlarında
kanıtları, tezleri ar. Onlarda, "Hayır
yanılıyorsunuz, onlar Kafkas kökenli bir halk ve Asyadan Anadoluya
ulaştılar" diyorlar. İşte o zaman karışıklık ve karmaşa başlıyor ve hala
devam etmektedir.
Tartışmalara devam edile dursun, eğer Hititler
Asya kökenli bir halksa, işin içinde onların uygarlık kurdukları bu çekirdek
bölgede biz Türkler varız.Varızda, gel görki üniversitelerimizde cilt cilt
kitap yazan ve akademik kariyeri olan Prof.lerimiz, çoğu tutucu, durmadan
yazıp, çiziyor ve onlar hep 1071'deki Malarzgirt savaşlarından sonra Anadolu'ya
indiğimiz konusu üzerinde ayak direyip ahkam kesiyorlar. İşi bilenler,bu konuda
uzmanlaşanlar tabletleri okuyup çözen bilim adamları yutturmaca yapmayın, biz
hep buradaydık diyorlar.
KAPADOKYA
VE ÜRGÜP
Tamamı tamamına 50 yıldan bu tarafa
gözlemlerimize, Ürgüp'teki yüzeysel araştırmalarımıza dayanarak durmadan
okuduğumuz tarihi bilgilerin ışığında, bizimde söyleyeceğimiz Sayın M. İlmiye
Çıg'ın, ya da Derinkuyulu ananın söylediğinden farklı olmayacaktır. "Biz
hep buradaydık."
Ürgüp'ün tarihi zenginliği son yıllara kadar bir
nebze bile araştırılmamış diyoruz ya, öyledir.Okuyup gerçekleri yakaladıkça,
şaşırmamak elde değildir. Bir atasözüyle bunu şöyle anlatabiliriz. Biz bir
takım gerçekleri gökte yani ulaşamadığımız yerde arıyoruz, ancak onu yerde ve
ayaklarımızın dibinde buluyoruz. Hitit uygarlığının odak noktası Ürgüp,Niğde ve
Kayseri'deki Kültepedir. Pithana oğlu Anitta halen var olan Hatti devletini
yıkıp, yerine yeni bir devlet kurmak istiyor. Geceleri Kültepe'ye baskınlar
düzenleyip kısa zamanda savaşı kazanarak Kaniş'te Hitit devleti kurulmuş
oluyor.Daha önceki tarihsel konuları içeren yazılarımızda bunu hep anlattık
ama, o kavmin dili konusunda yapmak zorunda olduğumuz araştırmayı okurlarımızla
henüz paylaşamadık.
Hititler Hint-Avrupa dil ailesinden olan, Neşaca,
Luvice, Palaca konuşuyorlardı. Akadca ve Hurricede biliyorlardı.O çağda Sümerli
tüccarların Anadolu'ya taşıdıkları dil olan Akadça, ticari amaçla konuşulup
yazıldı. Luvice,Neşaca ve Palaca karıştııldığı zaman, fonetik olarak kelimeler
birbirine benziyor, aksan bakımından biraz değişiklik ortaya çıkıyordu. Yöresel
farklılıklarda değişimde bir başka unsur olarak gözönüne alınması gerekir, 20
farklı dilin konuşulduğunu belgelerden anlıyoruz. En çok konulşulan dil o zaman
Neşaca ve Luvicedir. Hititler eski bir Anadolu dili olan Hatticeyi de
unutmadılar.
Hitit tarihi henüz tam anlamıyla çözülmedi. Bunun
nedeni, Anadoludan yurt dışına taşınan
ve değişik ellerde biriken şifresi okunmamış tabletlerdir. Son yıllarda
bunların çözüldüğünü bilgi ve belge olarak bizlere ulaştığını görüyoruz. Yazılı
belge ve kaynaklardan en son elimize ulaşan bilgilerle şimdiye kadar sözü
edilmeyen, aramızda şu an yaşayan Ürgüp'e 25 km.ötede dipdiri bir halkın öz be
öz Türk Tahar halkının ve Toharcanın unutulan bir dille bağlantılı olması son
derece heyecan vericidir. Olasılıkla Toharca, Anadolu'nun yerli halkı
Hattilerin'de en çok konuştuğu bir dil olmalıdır. Anladığımız kadarıyla
bağlantısı çok çok eski devirlere uzanmaktadır. Cesaretle
söyleyebiliriz,Toharca bir bakıma Almanca ve Avrupa dillerinin temelini kaynağını
oluşturmaktadır. Geçen yıllarda Ürgüp'ün Yeşilöz eski adı Tahar olan bu köyde
Almanların o köyün adet ve törelerini
film yapıp kendi halkına televizyonlardan sunması boşuna değildir.
Hatırlanırsa eğer, o köyün önünde "Gözetle" denen dünyanın en ilginç
doğal ziguratı olan tepenin üst kesiminde rastladığımız Güneş Gözlemevini
dergimizde yazmış, bu yerin tarihsel uzantısınında M.Ö. 4500'ler olduğunu
belirlemiştik.
İsterseniz, araştırmalarımızın temelini oluşturan
bilgilere nasıl ulaştık ona bakalım. Ürgüp'ten çıkıp Başköy üzerinden
Kayseri'ye giderken, 25 km.ötede sağ tarafınızda 1950 metre yüksekliğindeki bir
dağa rastlarsınız. Burası Hodul'dur. Dağın üst kesiminde kocaman bir tümülüs
göze çarpar ve eski çağda bu dağı kutsal bildiklerini hemen anlarız. Bu
tümülüsün Hodulda dul ve kutsal tanrıçayı anlatır.Dağın etrafındaki küçük
tepelerde de yığma mezarlar vardır. Ancak hazine avcıları Hodul'un üzerindeki
dev tümülüs dahil, tarih, bilgi, belge düşünmeden yıllar önce bu tepeleri
hallaç pamuğu gibi atmışlar, kendi muhteşem tarih objelerini çoktan Avrupa
müzelerine göndermiş olmalıdırlar.
Dağın eteğindeki düzlükler güneyde antik Katakka
Komana, Roma döneminde Kysistra olan Yeşilhisar'a, batıda derin bir vadinin
Karlık vadisinin üzerinden bir hatla kuzey yönünde Ürgüp Avla dağını
oluşturur. Avla dağından biraz güneye
yönelirseniz, Şahinefendi köyünün eski adı Sobese, tam karşısında Ay deresine
ve arkada Kavak köyü kayalıklarındaki harabelere ulaşırsınız. Kavak köyünün sağ
kesiminden ovaya inen derin vada, dünyanın en eski tarihini sinesinde saklar.
Arı peteği şeklinde oyulmuş Erdemesin Komana'sı, Kapadokya'da tek kelimeyle
olağanüstüdür. Ancak bakımsız ve son derece ihmal edilmiştir.
Anlatmaya çalıştığımız bu kesim çözümlenmemiş
tarih hazineleriyle, ören yerleriyle, kaya yazıtları ve kabartmalarda dahil
dopdoludur. Yeşilöz ve hemen yamacındaki tarihsel bütünlük sınırı içindeki
Karlık (Karluk) kaya kuşaklarındaki ilginç oyma mekanlarıyla size "ne olur
beni çabuk anlayın, geç te kalmayın" dercesine bakıp durmakta, ancak çok
bildiğini zanneden kişilerin olur olmaz tahminleri yüzünden karmaşa
oluşmaktadır. Tarihsel adı birilerini rahatsız etmiş olmalı ki, Tahar, önce
1961'de Beydeğirmeni'ne, sonra da olmadı
denerek, 1963'te Yeşilöz'e çevrilmiştir.Şimdi anlayacağınız gibi bu eylem son
derece tarihsel yanılgı olarak karşımızda durmaktadır. Adı değiştirilen sadece
bu köy değildir. Tam Hatti ismi olan Soveşe, Şahinefendi'ye; Damsa,
Taşkınpaşa'ya; Sineson, Mustafapaşa'ya; Aravan, Ayvalı'ya; Mimison, Bahçeli'ye
dönüştürülmüştür. Açıkça yer adları değiştirilerek tarihsel bilgilerin göz göre
göre yok olmasına bir bakıma çanak tutulmuştur. Bu bizim en büyük ayıbımız
olarak kalacaktır.
Tahar ve Karlık arazileri ignimbrid nitelikli
plato bitişik olduğundan, Karlığında benim doğduğum köy olması nedeniyle, o
kesime ben sıkça gidiyor, araştırıyor ve okuyarakta yıllardan bu tarafa, bir
sonuca ulaşmaya çalışıyordum. Her iki köydeki yapıtlar özellikle Tahar'da
olanlar beni hep düşündürdü. Yazılan tarihi bilgilerin o kesimdeki arkeolojik
yapıya asla uymadığını gözlemledim. Neler var?diye sorulabilir. Köyün
kesimindeki kuşakta direklideki meander, yani spiral kaya kabartmalı tapınak,
köylüler burası için Saba melikesi Belkıs'ın sarayı demektedirler. Hangi çağdan
kaldığı bilinmeyen kaya kuşaktaki konutlar, harman yerinin bulunduğu düzlükte
adımbaşı rastladığımız obsidyen kesiciler ve siyah seramikler, ayrıca tarihi
bakımdan son derece önemli ören yerinde çokça çıkan siyah taştan yapılmış el un
bulgur değirmenleri, kaya kabartmalar ve Sarıkaya'da yazıtlar, devrentin biraz
ötesine açılıp zamanla soyulan tümülüsteki görkemli lahit ve hepisinden
önemlisi eşsiz mimari örneğiyle galerili ve Sivastika motifli ve dev boyutlu
Theodora Kilisesi ve etraftaki ne zamana ait olduğu bilinmeyen tümülüsler.
Bunlar tümüyle ve kesinkes tarih bakımından çok
çok eski devirlere uzanmaktadır, araştırılması yapılmamış, yazılmamıştır.
Tahar, Karlık, Kavak bu köyün birinde dünyaya geliyor ve ve gözlerinizi açınca
etrafta her biri bir devri anlatan mağaralar, tapınaklar, mezarlar görüyor ve
hiç kimse daha önce buralarda yaşayan kavimler hakkında en küçük bir bilgi ve
belge veremiyor, daha da kötüsü ölünceye kadar da meraktan kurtulamıyorsunuz.
Buna düpedüz cahillik, cahil bırakılmak
denir. Başkaları araştırma yapmadu, yazmadı diyerek biz duracak değiliz.
Elimizden geldiğince araştırıp bazı gerçekleri yakalamaya çalışalım da gelecek
kuşaklar okusun ve faydalansın.
Tarihsel belgelerde en çok Karlık adına
rastlamaktayız. Yazılı tarih kayıtlarında yurdumuzda Karluk, Karlık, Karlı
köylerinin 22 tane olduğu her ne kadar karla ilgili olsa bile, mühim kısmının
Karluk Türklerine ait bulunduğu yazılmaktadır. Bu adlara uygun köyler Buhara ve
Belh havalisinde de vardır. Ve bu ilişki Ürgüp'te ki Karlık köyünün tarihine
ışık tutacak nitelikte bilgilerdir. Karluk Türkleri ne zaman Anadolu'ya ve Ürgüp'ün bu kesimine gelip yurt tutmuşlar?
Bu soru araştırmaya değer nitelik taşır.
Fazla net ve doyurucu olmayan tarihi kayıtlarda
Karlukluların göçleri ve akınları yani savaşlarıda anlatılarak Anadolu'ya geliş
tarihleri belirlenmeye çalışılmış izninizle ona bakalım.
Kara hitay'lıların Türkistan'a hakimiyeti ve
Sultan Sancar'ın tarih sahnesinden çekilişi, nihayet şarkta Türk-İslam
nizanının bozulması ile tabi yalnız Oğuzlar değil, diğer Türk kavimleri ve
bunlar arasında Karluklular, Kıpçaklar, KAnglılar on ikinci asrın ikinci
yarılarında Irak, Suriye ve bilhassa Türkiyeye gelip yayılmışlardı. İslam
tarihçileri Karluk Türklerinin Asyada bulundukları zamanı, geniş bir anlatımla
onların ne gibi zorluklarla karşılaştıklarını, neden göçe mecbur kaldıklarını
her fırsatta yazmaktadırlar.
Tabiatıyla bütün bunlar yazılı bilgiler olduğundan
araştırma merakı olmayanlar bunları temel ve değişmez nitelikte bilgiler olarak
benimser, okudukları ile yetinerek ınancını da kolay kolay değiştiremez. Ortada
son derece çok uygarlık kalıntıları olduğundan, bizim araştırmalarımızla
yazarların bilgileri pek uyuşmuyor.
TOHARLAR
NEREDE ?
Ürgüp'ün hemen önündeki Avladan başlayıp
güneydoğuya uzanan bu tarihsel bölgede yaşayan Karlıklılar ile bilgi tamam da,
biraz ileride yaşayan Tahar halkı ile ilgili kanıtlar nerede, onların tarihi
yok mu farzediyorsunuz?
Söz konusu kitaplarda onu tüm araştırmamıza rağmen
bir türlü bulamıyoruz. Yani Taharlar yok. Dağa, taşa imza atan bir halkı
yakınçağ tarihçileri ortadan silmişler. Üstelik onların adını ve sanını, her
nedense görmek istememişler ve orayı 1961 yılında Beydeğirmeni yapmışlar.
Selçuklular devrinde tarih yazanlar öz be öz Türk
olan bu halkı araştırırken, onların kökeninin Anadolu'da çok derinlere doğru
indiğini görünce hata yaparız korkusuyla fazla kurcalamadan Anadoluda bu kadar
eski olan halkı ya Ermeni ya da Musevi belki de başka bir kavim diye Taharları
Türk ırkının dışında arkaik özellik taşıyan bir halk olarak yazmışlardır. Tarih
yazarlarından Urfalı Matheu bunlardan birisidir. Onun bilgilerinin şaşmaz
olduğuna inanan, Selçuklularla ilgili kitap yazan tarihçiler ne yazıktır ki,
Taharlar sözkonusu olunca suskun kalmışlardır.
Tahar ya da Tohar adına tarihin neresinde, nasıl
rastlıyoruz ona bakarak bilgileri açığa çıkarmaya çalışalım. Selçuklularla
ilgili tarihlerde dikkatle izlediğimiz bu halkın adı Danişmentliler, Kıpçaklar,
Kumanlar olarak geçiyor. Tarih fazla yer
almayan Toharlar Orta Asya göç haritaları üzerinde belirlenmiş. Ortada ili halk
var Karlıklılar ve Taharlar, şu anki Ürgüp'te olan birliktelik, Orta Asyada da
sürmüş. Asyanın oldukça doğusundaki ırmak boylarında Sarı Irmak ile Gök Irmak
arasında yaşayan Karluklar, daha sonra Toharların oturduğu bölgeye, Balkaş gölünün
güney kesimindeki Yedisuya gelmişler, oradan aşağı inerek Anadolu'ya bu iki
halk gelip yurt tutmuşlar. Bir bakıma kader birliği etmişler.
Selçuklu devri tarihi yazarları onbirinci asır
olarak belirledikleri Asyalı,Türk göçünün on ikinci asırda da batıya doğru
sürdüğünü, bunlardan bir kısmının Kıpçakların Tuna havzasına, doğudakilerin din
olarak İslamı seçtiklerini, batıdakilerin ise misyoner papazların gayreti ile
Hristiyanlığı geçtiklerini araştırmışlar. Burada bir şeyi daha öğreniyoruz: Hristiyan kaynaklarının bu
Kıpçakların "Kuman" olarak adlandırdığı gerçeğini. Kuman adı eski
çağlara yönelik tarihsel çözümleme için unutmamız gereken bir özellik taşıyor.
Bu konuda ünlü yazar Fuad Köprülü, Kuman ve
Kıpçaklardan söz ederken, bir gerçeği de itiraf ediyor, "O devirlere ait
tarih ve lisanı vesikaların azlığı ve eski tarihçilerle coğrafyacıların
dolambaçlı müphem, kesin olmayan ifadelerin karşısında şu arzettiğimiz
hülasanın layıkıyla açık mükemmel olmadığını biliyoruz" diyor.
Yine bir başka tarihi bilgide 1071’le tezat
oluşturan F. Köprülü'nün yazısı dikkatimizi çekiyor. 1040'larda yani 1071'den
önce Bizans içinde yaşayan Kıpçakların Yahya Bey Yağıllı (yahyalı) önderliğinde
Suriye'den başlayan bir hareketle Komana'yı işgal edip Anadolu'da Bizansa
rağmen, Danişment Türk Devletinin çoktan kurulmuş olduğunu okuyor, anlıyoruz.
Bizanz daha Türkler Anadolu'ya yerleşmeden önce gelişen bu milliyetçi akımı ve
hareketi durdurmaya çalışıp, Toharları Anadolu'nun, değişik yerlerine göçe
zorluyor. Yine tarihi vesikalara bakalım: "Bizans daha çok eski tarihlerde
birlikte yaşayan Kumanları dağıttılar. Nedeni, onların kimliklerini hatırlaması
oldu. Oturdukları yere Kuman ili deniyordu. Hristiyan kaynakları bu Kıpçaklara
Kuman adını veriyor iki adın da aynı kavim olduğunu biliyorlardı."
Korama,
Tumana, Tuvana, Komana tarihteki Kapadokya kentleridir. Ürgüp'ü de içine alır.
Bıze uzak olmayan Toros yükseltilerinin duldasındaki Komana'nın eski adı Hitit
kaynaklarında "Kumanni" diye geçer. Dünyanın en eski dinsel
merkezidir. Tarihi belgelerde burasının tanrıça Hepat adına kurulmuş rahibeler,
rahipler şehri olduğunu anlarız. Aslında
iki Komana vardır. Burası Yeşilhisar'da daha az önem taşıyan Erdemesin vadisinde olandır. Hepat inancı
Çatalhöyük'teki şişman ana tanrıçayla eştir.
Taharlar,
Toharlar hakkındaki bulgularımız oldukça ilginç ve doyurucu. Bizzat yerinde
Toharistan'da inceleme yapan gezgin araştırmacılar, 1980 yılında Almanlar yol
yapımı için Orta Asya'ya gidip buralarının M.Ö. 5000 yıllarında bile ticari
bakımdan faal olduğunu, tüccarların dolaştığını izlediler. Chilas yakınında
M.Ö. 2000'e tarihlenen iki okçunun durduğu iki tekerlekli araba tasviri
bulundu.
İpek
yolu konusunda kitap yazarının zaman bakımından farklı olmakla birlikte,
aynen Prof. Fuat Köprülü'nün tesbitleriyle
eş anlam arz ediyor. "Tarihte burada Tien-~Shan'ın güneyinde, batıdan
bilinmeyen bir yerden gelen, Hint- Avrupa dili konuşan bir halkla
karşılaşıyoruz. Toharlar, onlarda Orta Asya'da sık sık karşılaştığımız hem
geldikleri yer, hem de tarzları açısından tartışmalı pek çok kavimden
biridir." Diyorlar. Gerekçe hep aynı ve değişmiyor. Eski yazarların
çelişkili kayıtları bu karışıklığa yol açıyor.
Bazı önemli kaynaklar yukarıda verilen bilgileri
tamamlar niteliktedir. Tohar dilini araştıran J.P. Malory, M.Ö. 5000 ile 3.bin
yıl arasında Hint-Avrupa dilinin Avrasya'da Anadolu'da konuşulan bir dil
olduğunu bazı kanıtlarla okuyanlarını aydınlatıp Anadolu tarihinin önünü
açıyor.
Toharlar,
Orta Asya'da Yueçiler, Sakalar olarak ta bilinir. M.Ö. 2000'de kuzeybatı Çin'de
Hsiungnu'ların kabile dayanışması sonucu, büyük bir savaşa katılıp
yeniliyorlar. Gidebilecekleri yer Wu'sun topraklarına gelerek orada bulunan
ırkdaşlarının yanına, yani Toharistan'a yerleşiyorlar.
Chilas'ta
Tohar'ları ilgilendiren antik araba benzeri tasvirleri Yozgat'ta ve neo-Hitit
hieroglif yazılarıyla birlikte, Malatya'da Aslantepe'nin giriş kapısındaki
kabartmalarda da görmekteyiz. Yozgat'ta ki arabanın tekerlek üzerine gelen
kafesin peribacası şeklinde süslemeleri dikkat çekicidir.
MİTOLOJİDE TOHARLAR
Hittit
tarihi kayıtlarında Malatya yakınlarında
Gürün'ün adının "Togarama" olduğunu burada yaşayan halkın Maraş
bölgesinde (Kummuhi) ye doğru uzanan sahada, olasılıkla Kizzuvatna'da ki
Komana'ya kadar yaşadıkları anlatılmaktadır. Komana, Hititlerde Kummani olarak
anılan kutsal kenttir. Şişman tanrıçanın kült merkezi dinsel ayinlerde Hitit
kralları tarafından ziyaret edilirdi. Tarihte Mursilis II'nin bir seramoniyi
yönetmek üzere oraya gittiği kaydına rastlıyoruz. Fraktin ve Sirkeli'de ki kaya
abideleri buradan Suriye'ye giden önemli bir ticaret yolunun varlığını
gösteriyor. Kom bizim dilimizdir. Doğrudan kumdur. Kehanete ve sihire önem
veren Hititler Komana deyince, "Sihir ana" diye anlıyorlardı. Ayrıca
Hitit tarihinde iz bırakan kabartmalarını Fraktin kayalıklarında gördüğümüz
III.ncü Hattuşili'nin eşi, Hurri'li Patu-Hepa bu kentlidir. Kent eski Anadolu
tarihinde Hatti'lerde bu kutsallık taşıdığından etrafta yaşayan birçok kavim
burayı istila etmeye çalıştılar. Bunlardan biri Karadeniz bölgesinde egemen
olan Kaşgarlar'dır. Kumanlar'la akraba oldukları Hazar-Pontus ilişkisiyle
kesindir.
Hitit
krallarından Il nci Tuthalia, takma adı Tahar'vaili sona gelen vadili, burada
Tahar vadili anlamı çıkar, onun zamanında Komana kentini ele geçirme isteği
mitolojik kayıtlarda sıkça geçmektedir. Hepat kızdığı sevgilisi Teşup'u yok
etmek istemektedir. Kummiya denen kutsal bir kentten söz edilir. Teşup'u yok
etmek İllikum'un görevidir. Yazı bir buyruktur. Onu saman çöpü gibi ezme
yükümlülüğü vardır. Orası tanrıçanın en büyük dinsel merkezi Komana, Korama da
(Göreme) olabilir. Komanalılar o devirlerde kutsal ateş dağı anlamındaki
Tohar'ı (har, ateştir) görüp kutsamıştır. Sümerde de benzer sözcük hur ya da
kur'du. Kor da aynı anlam taşır. Ugarit'te bulunan yazılı tabletlerde desürekli
Thor'el adında bir tanrıdan söz edilmiştir. Bu tanrının Anadolu'da ki
Hint-Avrupalı fırtına tanrısıyla ilişkisi ve bağlantısı vardır.
Buradan
Sümerlerle Anadoludaki Toharlı yani Komanalı tüccarların yoğun ticari ilişkisinin
ve bağlantının da M.Ö. 3200 yıllarını çok aştığını görmekteyiz.
Halen
dar ama oldukça güzel bir vadinin ucunda yaşayan, yıllar önce de bilimsellik
kazanmış olduğu anlaşılan bir dili konuştuğu rivayet edilen Tahar'ın adını
andığımız yerde Amazlı'lar da yaşardı. Koyun güney batı kesimine düşen Karlık
vadisinin sonunda
ve
Damsa çıkışlı Devrent'in hemen uç kısmında yerleşik olan köy halkının 13.üncü
yüzyılda Suriye'ye gittiği anlatılır.
Amaz'ın anlamı: Kutsal kayam, kurtarıcı kayam, temel kayam olarak geçer. Amazon
Hititlerin Kargamış'tan yaydan tanrıça rahibeleri ve fedaileri idiler. Onların
da inançla ilgili kargaşa ortamı yaşadıkların, ayrıca zemin mücadelesine
girişip, Kizzvatna' da ki Komanaya hucum ederek kendilerine hasım Taurilerin
(Tahar) cesetlerini dağdan aşağı yuvarladıkları mitolojik efsanedir.
Amazonların görevi, erkeklerin sıkça savaşa gitmeleri durumunun doğuşundan M.ö. 8000'lerde bile Anadolunun yoğun
ticaret hareketlerine sahne oluşu, onların devrentlerde acımasız muhafızlık
görevi üstlendikleri tezi önemsenmelidir. Eski çağlardan başlayıp yakın zamana
kadar, Devrentçilik meslek olarak biliniyordu. Osmanlılar hac yolunu korumak ve
geçişi sağlamak için 1691-1700 yıllarında 1100 kadar haneyi, Danişment, Çöplü,
Köşeli, Okcu aşiretinden Suriye'ye yolladı. Geçen yıllardan aile adı
"Ürgübi" olduğunu öğrendiğimiz, Medinede yaşayan bir ailenin 7-8
kuşak öncesi Ürgüp'te yaşayan akrabalarını aradıklarına bizzat şahit olduk.
Amazdaki kutsal kayadan göçen halkın da köyü terkediş nedeni yıllar önce
Anadolu'dan götürülüp, orada ekonomik bakımdan zenginleşen varlıklı ailelerle
ilgilidir.
Amazdan
göçen Taharldarın etimolojik durumu araştırılmalıdır. Kendilerine özgü bir dil
konuştuğu bilinen halkın dilinin araştırılması tarihe ve bilim dünyasına katkı
sağlayabilir.
Bazı
kaynaklarda Amaz'ı burç olarak, bazılarında ise bilinmeyen bir dilden Ay
kadınları anlamının çıktığını görmekteyiz. Hemen ilerideki Söveşe'deki Ay
deresiyle Taharların sınır bağlantısı vardır. Burç adı olarak altı köşeli Zühre
ya da Venüs yıldızı olarak geçer.
Yakınlarında
dünyanın en eski kayadan oyma Güneş gözlem evinin olması anlatılanların
doğruluğunu kanıtlar. Güneş Gözlem evinde Kosmosu simgelemek için, kutsal
bilinen sokarların üzerinde keklik simgesi kullanmıştır. Keklik Sümerde
cinselliği ve gücü anlatırdı. Hattilerin boğa inancından doğan ve evrensel
dinleri etkileyen Komana ve Korama'dan etrafa yayılan üçlü teslis sembolu
birleştirilince yıldız oldu. Bilimsel adı "Hexagramm" olan bu idol,
Luwilerin en önemli simgesinden biri idi. Altı köşeli yıldızıHititçe adı Nahita
olan Niğde ve Ürgüp'te, Hünkar Hacı Bektaş Veli dergahında ve Selçuklu eserlerinin kapı girişlerinde hep
görmekteyiz. Komana devamı bu duvar süslemesi, yine belli bir çizgide
Anadolu'da binlerce yıldan bu tarafa kutsal olarak bilinmiş yaşatılmıştır.
Madem burada Niğde'yi andık, insanı adeta büyüleyen Niğde Eskigümüşkent'i
Kapadokya'da görülmeye değer bir beldedir. Halkına sorulursa, kaya mağaralar
daha 50 yıl önce onların obası, yurdu ve evi olduğu gerçeği apaçık görülür.
Tarih
kitapları Hititlerin Hebron'da çok eski çağlardan beri yaşadığını yazmaktadır.
Onların orada neden bulunduğu tartışma konusu olmuştur. Araştırmalarımızda
Tevratın da ilk başlarında bir Anadolu lisanı olan Toharca ile yazıldığını
öğrenmiş bulunuyoruz. Burada yadırganacak bilgi yoktur. Dinsel merkez
Komana'nın ayrıca Hitit uzmanlık okullarının yoğun olarak bulunan kesim olması
nedeniyle Luwili rahip ve rahibeler kültürlerini Suriye, Filistin ve Mısır'a
taşımışlardır. Tevratın hezkial bölümünde İsrail oğulları anlatılırken,
Anadolu'dan Togarma denen bir yerden çarşıya atların ve katırların getirildiği,
ayrıca Seba'soslu tüccarların kendi müşterileri olduğu bazı metalar, baharat,
kıymetli taşlar, altın, gümüş vesaire değiş-tokuş yapıldığı anlatılmaktadır. Bu
tüccarlara Raema'lı da denir. Anadolu taharlarının her konuda dahiyane
buluşları olduğunu, aynca demirin Kizzivatna'daki bir bölgede işlendigi M.ö. 3200 yıllarına tarihlenir, ayrıca
şunlar anlatılır: Toharlar bronzdan nal, toka, atın başlık takımını, yuları
yapıp başka ülkelere sattılar. Yakın zamana kadar, Toroslardaki Taharana
Faraşa'da demir madeni vardı. Pulat demiri diye ün kazanan demir aranılan metal
idi. Faraşa demir madeni Roma ve Bizans zamanında da işletildi. Zamanımızda
bile, Avrupada çelik üretenlerin Tohar ya da Tahoma adını kullandıklarını
görüyoruz. Taharların dahiyane buluşları olduğundan söz etmiştik. Bazı belgeler
onları Tahi'a, dae, dahi olarak da tanımlamakta, tarih öncesi çağlarda
Bahtiyari havalisinde Horasan'a ve Hazar denizi kıyılarından Kırım'a kadar
yayıldıklarını, çinlilerin dışarı atılmışlar anlamına onlara Part'lar
dediklerini öğrenmekteyiz.
Kanımca
Tahia halkı, yani Kumanlar, Kıpcaklar daha da ileri giderek Avrupa içlerine
doğru yayılmış olmalıdırlar.
Kapadokya'da
yaygın olarak karşılaştığımız Hitit Hiyeroglif yazıtlarını yazanların
Kizzivatna’da Komana, yahut hemen ötemizdeki Katakka, Kavak vadisi Komana
merkezli Luwilerin yayılma alanlarının tüm Torosları içine alan Çukurova,
Arzava, Nahita (Niğde) Karaman, Can Hasan, Antalya yöresi, Komana'dan başlayıp
Çatalhöyüğü'de içine alan bölgede uygarlık kurduklarını rahatlıkla
söyleyebiliriz. James Melaart tarafından, ona, Çatalhöyük hafiri denir. M.ö. 8000 yıllarına tarihlenen günümüzde
bile, canlılığını sürdüren Kilim dokumacılığının izlerinin Çatalhöyük'te
bulunması, Hititlerde "Kilam" pazarı bayramının varlığı, bizim ortaya
koymaya çalıştığımız, "Biz hep buradaydık" tezini doğrular.
Çatalhöyük uzmanlar tarafından bir yıldız olarak tanımlanmaktadır.
Çatalhöyüklüler, aynı zamanda ticaret yapmışlar, ürettiklerini uzak ülkelere
taşımışlardır. Orta Asyadan inatla Anadoluya göç ettiklerini ileri sürdüğümüz
Kuman ve Kıpçak Türklerinden Taharların Çatalhöyükle bağlantılı olması, bizi
buzul çağına ve hatta biraz da öteye taşır. Komana, Korama, Tumana ve Tuvana
gibi yerlerden ticaret yapmak için diğer kavimlerle temas kuran bu halkın gidiş
geliş rotası ve göç yerleri oldukça tartışma yaratmaktadır. Bir kısım bilginler
gördüğümüz gibi, Kuça'da ki yazılı buluntulara, Kyzilin duvar resimlerine
bakarak onların Hint-Avrupalı yani Anadolulu, belki de Doğu Avrupalı bir halk
olması gerektiğini sürekli tartışma konusu yapmışlardır. Araştırmalarımız bizim
hep burada olduğumuzu kanıtlar nitelik taşıyor. Tohardin, Yeni Sey, Gansu'da
33000 yıllık Aurignac kültürüne ait üst Paleolitik dönemin başlangıcına ait,
kadın ana, benzeri heykelin bulunması, oralarda Moğol ve Tunguz halklarının
yaşadığını, Sibiryanın soğuk ve çorak topraklarındaki zor hayat şartlarına
dayanamayıp, göçe mecbur kalarak, daha ılıman olan Anadolu steplerine, Toros
vadilerine (Avrasya) ya inerek, Anadoluda göçebe
kavimlerin
tarih öncesi zamanlarda görülmüş olması tarihi realite olarak karşımızda durur. Bir gerçeği gözardı edip şunu da
lütfen unutmayalım. Modern Arkeolojide araştırma analizleriyle tarihsel ölçümlemeler,
ekonomik bilgiler ve üretim, tüketim, zanaatkar durumları, hammaddenin geldiği
kaynaklar, kişilerin fiziksel yapıları,
hastalıkları, bazı durumlarda akrabalık ilişkilerini tesbit etmek zorluk
taşımıyor.
33000
yıl önce Anadoluya akan bu kavimler başlangıçta kayalık yerlerin bulunduğu
yüksek yerleri seçmişler, coğrafik şartlar degişiklik gösterdikçe sonraları da
Tahar, Karlık, Şahinefendi, Soğanlı gibi vadilerin dipkısımlarına inip köyler,
kentler kurarak oralarda yaşam sürdürmüşlerdir. 1960'dan sonra Japon
bilimadamlarının Ürgüp "Avla dağı" teraslarında, Karain ve Karlık
arazisinde, erken Neolitik döneme ait mikrolidleri araştırıp, bulmaları ve
Eğrim dağının arka kısmına düşen bir sahada obsidiyen atelyesinin varlığı, yine
biraz ilerde, Damsa barajının batı kesiminde teraslarda kayadan oyna Avla dağı
yerleşmesinin tarafımızdan görülmesi, Anadolu tarihinin namütenahi zenginliğini
ve üstünlüğünü belirler.
Çatalhöyük,
Şar Komana, Korama arasında hem arkeolojik sahaların benzerliği ayrıca
objelerin sanki bir elden çıkmışcasına uyum sağlaması, aynı üretim tarzıyla
yapılmış olması, eski çağlara uzanan tarihi olgulara ışık tutmaktadır. Önemli
bir tanesi Sivastika haçıdır; Kapadokya kayalıklarında yaygın olarak görülür.
Türklerde yön ilkesini belirleyen ve Çatalhöyük, Canhasan, Hacılarda bulunan
normal haç yani çarkı felek simgesi, spiral ve sarmal motiflerin varlığı ta
eski çağlardan Roma ve Bizans dönemlerine dek sürer. Şahinefendi köyü
mozaikleri M.Ö. 8000'lerden başlayan Korama, Nissa, Kapadokya uygarlık
uzantısının bizzat kendisidir. Son zamanlarda bulunan mozaiklerdeki Sivastika,
köyün antik adıyla yani Sobe'se ile alakalıdır. Tam anlamı su'asti, suyun
ucundaki şehir, diye anlaşılır. Su, Anadolu'da hep su olarak söylenmiş öylece
günümuüze gelmiştir. "Asti" Hint Avrupa dilinde şehir, canlı,
hareketli yer kelimesinin karşılığıdır. Bu simgenin Anadolu'dan tüm evrene
yayıldığını zannediyorum. Anadolu halklarının da da sıklıkla görülen ucu kıvrık
haçın bir başka bilimsel adının "Tohar Sembol" olması, isabetli bir
araştırmanın içinde olduğumuzu bize hatırlatır.
Kutsal
kitap Thorada yazılması zor devir diye düşündüğümüz M.Ö. 1200-800 Hititlerin
son dönemlerine ait Ürgüp-Niğde merkezli Taballar ve onların Gök isimli
beyiyle, ilgili, onu yerin dibine indiren taşlamalarda, onların birçok dağın
bulunduğu ülkeden gelen, İsrail üzerinden geçen Togarma evi adamları olduğunu
anlatır (Hezkial bölümü).
Tabalların
Gök adlı kralının adı Kıpçaklarda görülen yaygın isimden biridir. Zaten onların
adı bir taştan, gök renkli yakut taşından kaynaklanır. Ayrıca onlara kuşlar da
denir. Herhalde tarımda sıklıkla kullanılan güvercin gübresi elde etmek için,
kuş beslemeleri ve Kapadokya da geliştirdikleri güvercinlikler yüzünden
olabilir. Taharda gördüğümüz güvercinlikler tarihin en eski güvercinlikleridir.
Tıpkı Hitit mimarisinde gördüğümüz evler düzenindeki olarak giriş kapısı üstten
aşağı iner. Togarama evi adamlarını anlatan kutsal kitap nesebi kayıp ve hiç
bir kayıtları olmayan birçok ailenin kendilerinden dışlanmasını, kutsal olan
yiyecek ve içecek türünden bazı şeylerin onlara verilmemesini istemiştir (Ezra,
bab 2). Her konuda, özellikle, savaş konusunda uzman olan bu halkın zaman zaman
İsrail'i etki altına aldığını, ülkenin her bölümüne güney ve kuzeye
yerleştiğini, inançlara yonelik ahlaksal öğretilerde ilk teolojik bilgilerin
Anadolu'da formüle edilerek, dinlerin temelini oluşturacak bilgilerin kutsal
kitaba aktarıldığını görüyor ve öğreniyoruz. Dinler
tarihinde arasıra karşımıza çıkan Tohardinin de bu olması gerekir. Eski adını
Anadoluda yaşayan Toharlardan alan Ürgüp'e bağlı (Yeşilöz) Tahar köyünde adı
Theodora kilisesi, ucu kıvrık Sivatika'nın ve direkli denen Girit'teki M.Ö.
4500- 3500'e tarihlenen uygarlık kalıntısı benzeri spiral sarmal galaksi
döngüsünü, bilimsel adı: Thor'ei, keklikli içinde kosmos ve şans getiren
Sivastikanın olması hafife alınacak şeyler olamaz. Bütün bunlardan orada
karşılaştığımız Güneş gözlemevinin varlığından Sirius yıldızı bilgilerinin
Komanalı ve Koramalı Tahardan tüccar ve ticaret anlayışıyla Orta Asyaya,
Tohar-el inancıyla Sümere, savaşkan ve eğitici insanlarla Filistine gittiğini,
bilgilerin Afrikada Doğonlara ulaştığı gerçeğini anlarız.
Küçük Asya'dan, yani, Anadoludan, siyahi bir
ırk Foggaraların, diğer adı, Gramantlar olarak geçer. Onların 4 atla çekilen
savaş arabaları olduğu yazılır.
M.Ö. 5000-1000 de göçtükleri son olarak ta
Libya'da Fizan'da görülüp, kayboldukları yazılıdır. Tahar halkının bazılarının
siyahi bir ten yapısına sahip olması, binlerce yıldan bu tarafa karışan,
kaynaşan Anadolu insanın günümüz fiziksel yapısını oluşturmuştur.
ÇELİŞKİLER
VE GERÇEKLER
1071'in çelişkili Selçuklulara yönelik tarihi
bilgilerine bakarak araştırmayı derinleştirdikçe, bir anlamda en altta
aklımızın ucuna bile gelmeyen Anadolu tarihinin arkaik özelliklerini öğrenmek,
bana son derece keyif veriyor. Değerli tarih uzmanı M. İlmiye Çığ'ın 1071
masalı benzetmesinin asla sapmadığını hayretle görüyoruz. 1071 varsa eğer, 1059' da
Anadolu' nun tam ortasında Danişmentler nasıl devlet kuruyor? Bizans kralı
Konstantin 1050 de nasıl İstanbul'da cami yapımına izin veriyor?
Selçuklu
tarihi uzmanı ünlü Rus yazarının verdiği bilgiler daha da doyurucu,
Gordleveski: "Küçük Asya'da Türk boyları Selçuklulardan çok önce
sekiz-onuncu yüzyılda da Anadolu'ya yayıldılar" diyor ve ekliyor
"Küçük Asyanın Türkleşmesi Oğuzlardan çok önce başladı. Kalaç, Karluk,
Kangıl, Kıpçak boyları çoktandır ülkenin yerli nüfusundan sayılarak benimsendi.
"Bizans tarih yazan Prokopios İ.S. 5.nci asırda Anadoluda Sibirlerin
"Safir Yakut" savaşkan halk olduğunu icadlarıyla savaş oyunlarında
hep galip geldiklerinden söz ediyor. Daha başka ve ilginç kanıtlar gösterip,
bir yığın sorular aklımıza gelebilir. Büyük İskenderin de çok sevdiği Nizip'in
Kavunlu köyü yakınındaki Zeugma' da diğer lejyonların yanında yakutlardan olan
iskit Lejyonu vardı. Belkis Harabeleri olarak bilinen bu yerde Roma dönemine
ait bir çok mozaikler bulunup Gaziantep müzesinde sergilenmeye başlandı.
Anadoludan Suriye'ye giden tüccarlar geçiş yolu olarak Hititlerden yakın zamana
kadar Kargamış'ı ve Zeugma'yı kullandılar. İlk Hitit krallarından I.nci
Hattuşili, (İ.Ö. 1650) ilk iş olarak oranın güvenliğini sağladı. M.Ö. VIII yüzyılda Doğu Anadolu'da,
Urartuların Çavuştepesi de Asyaya açılan Gürpınar ovasını ve ticaret yollarını
denetleme konumuna sahip bir yerdi. Anadolu'dan gelen İskit askerleri yolu
açmak için aşağı kaleyi talan edip yolun bağlantısını sağladılar. Madem
Anadoluda Türk yoktu da, İskitler nereden, nasıl çıktı?
Tahar
köyünün yamacında ve Akcaviran köyünün batısına düşen bir yerde insanların
(belki 10 bin,20 bin yıl da olabilir) kurcaladığı bir ocak var. İlk başta
burada neler olmuş, bitmiş anlamazsınız. Köylülere sorarsanız size hemen
söylerler. Tandır kapağı ocağı. Anadolu' da hep tandır vardır. Taharlılar
oradan tüm Anadolu'ya kapak üretip,
ticaret becerilerini gösterdiler. Tahar ve Kavak köyü arazileri bitişiktir.
Kavak köyünde Karlık' ta da biraz farklı ve üstten girişli kaya yüzeyinde
oyulmuş bir Hitit sarayının olması, Yeşilhisar Komanası için söylenen Katakka
isminin bu köyle bağlantılı olması ihtimalini güçlendirir. Komanada yani
Erdemesin' deki antik Kysistra kentinin yukarı uçtaki evleri, Çatalhöyük’te
J.Melaartın belirlediği gibi, bal peteği mimari tarzıyla oyulmuştur. Ayrıca
bizim hep düşündüğümüz ve sürekli yazdığımız eski kavimler, Peribacalarını
kutsallaştırdılar ve onu adak taşı Huvaşi olarak benimsediler, fikrinin
Erdemesin'deki Kabristanda günümüzde bile yaşadığını görmek çok ilginçtir.
Burada mezar taşlarının hemen hepsi, ikinci bir taşla kalpaklı hale getirilmiş
ve tam bir Peribacası yapılmıştır.
Yaşayan
birbaşka adet, al renkle ilgilidir. Çatalhöyük’te M.Ö. 7000' de yaşayanlar evlerinde hep kırmızı aşı boyası
kullandılar. Günümüzde ise Anadolu "Al" renkle yatıp, onunla kalkar.
Gelin allı duvakla evlenir. Kilimlerde al renk hakimdir, al kurban kanı uğur
getirsin diye alına sürülür. Türkülerde, halaylarda al sözü hep geçer, Ürgüp'ün
Allılar, yeşilliler, morlular halay havası Çatalhöyük le tam bir benzerlik
gösterir. Çünkü bu antik sahada hakim rengin al olmasına rağmen, duvar
süslemelerinde yeşil ve mor'un da çokca kullanıldığı görülmüştür. Al renk,
Ennik dediğimiz "Rubia Tinctorum" adlı bir bitkidir.
Bu
yazıyı yazmaktaki amacımız günümüz Tahar halkıyla, tarihteki Hint Avrupa dilini
konuşan Toharlar arasındaki ilişkinin boyutunu araştırmaktır. Ben arkeolog
değilim, bu yazıda zaten arkeoloji yazısı değildir. Hepsi kaynaklara dayanan,
amatör zevkle fotoğraf çekiminde görülen şeylerin birleştirilip yazılmasıdır,
bir bakıma yazılımıdır. Tahar köyünün tarihi önemini köylüler zaten
bilmektedirler. Her yıl oradaki antik ören yerinde yemekli ve eğlenceli bir gün
düzenlenir. Programı düzenleyen o köyde geçen yıllarda kurulan Yeşilöz köyü
dayanışma derneğinin yöneticileri, bunların arasında aynı zamanda Nevşehirde ve
başka kentlerde araştırma görevleri var, geçmişteki Taharlılarla, günümüzdeki
Yeşilözlü Taharlıları, bağdaştırıp "Taharlılar tarih içerisinde köklerinin
orta Asya' daki kültür alanlarından yani M.Ö.
700-100 lerden geldiğini, madencilikte son derece usta olduklarını, Osmanlı
devletinin onları ülkenin değişik yerlerine dağıttığını yazmışlardır. Biz kimin
onları dağıttığını yazdık. Herhalde daha derinlere inmek onların bilgilerinin
boyutunu aşmış olmalı. Ürgüp'teki ticaret odasını neşrettiği Ticaret
gazetesinin Ağustos 2001 ve 50 nci sayısında Karlık köyüyle ilgili bilgilerde
Karain, Tahar, Karlık tarihinin bütünlük arz ettiğini ve bu kesimdeki tarihin
kesinlikle buzul çağına uzanması gerektiği bilgisini vermiştim. O taraflarda
yol yapımı ve Devrentlerin genişletme çalışmalarında bir çok harabenin göz göre
bilinçsizce ortadan silinmesi bizim yüreğimizi burktu, ama ne yazık ki, kimseye
de söz dinletemedik.
Bütün
bu yazdıklarımızdan şunu anhyoruz. Ürgüp Hodul dağı merkezli bir kesimde bizim
henüz içimize sindiremiyeceğimiz kadar Büyük bir Kapadokya tarihi yatıyor. Adı
Kummiya, Komana, Kıpçak, Karlık, Saplit, Kuş ne olursa olsun bu bir Tahar
kültürüdür.
Oldukça
zor şartlar altında hayatiyetlerini binlerce yıldan bu tarafa kesiksiz olarak
sürdürüp,ticaret, tarım, hayvancılık gibi işleri başarıyla yaparak, aynı
zamanda dünyayı boydan boya katedip Kapadokyada kazandıkları kültürü uzaklara
taşıyıp, günümüzün bilgi kaynağının temelini Çatalhayükte, Alacahayük'te,
Aşıklıhöyük'te oluşturmuşlardır. Bazı tarihçilerin Saka boylarından diye
yazdığı Anadoludaki Tahar kültürüne ışık tutan şeyler, kayalara, taşlara
oyulmuş simge ve sembollerdir. Onlar hakkında kutsal kitapta ve İmparator
Agustus zamanında Roma çağında yazılmış önemli belgelere rastlıyoruz.
Ancak
o bilgiler Bodrumlu tarihçi Heredot, Amasyalı Strabon, Bizanslı tarihçi
Prokopios'la hiçbir zaman tam netlik kazanmamış, aksine üzeri örtülü bir
gizlilik taşıyıp, Hitit Kapadokya tabletlerinin bulunduğu 19 ncu yüzyıla kadar
esrarını korumuştur. Seramik yazıtların çözülüp okunmaya başlanmasından
sonradır ki, Tevrattaki Hititlerin Anadolu'daki uygarlık kuran bir halk olduğu
anlaşılıp, detay bilgilerde Komana halkından bilgilerin yanımda onların
Kuştaşbi, Targu, Gök gibi kralların adlarını da dil bilimciler çözmüşlerdir. M.Ö. 5000 e tarihlenen Komana ve
Koramada konuşulan ve Neşa diliyle akraba olan Luvi'ce yani Toharca yazıtlarını
ve metinlerini Henrich Otten ve Emmanuel Laroche, 1959 da toparlayıp
yayımlayarak bilim dünyasının dikkatini çektiler.
Bilgilere
ulaştıkça, okuyup öğrendikçe bir soru aklımıza takılabilir. Peki Anadoluda
konuşulduğu bilinen halkının hala varlığı söz konusu olan Toharların diline ne
oldu da konuşulmuyor? Elbette unutulmuştur. Taharları anlatan bazı metinler
Toharca elyazmaları ve belgelerin orta Asyada M.S. 1900 yıllarında bulunduğunu
biliyoruz. Araştırmacıların nereden gelip, nereye yerleştiklerini tartıştıkları
çinlilerle beraber yaşayan bu halka yapılan baskılardan dillerinin ortadan
silindiği sonucuna varmışlardır. Arkeologların kopyalayıp çözmeye çalıştığı Sarıkayalardaki
yazıtın Toharca olması gerekir. Yurdumuzdaki uzmanların şu ana kadar
okuyamadığı yazılar, dış ülkelerde de tam anlaşılmamış, orada bilinmeyen bir
Kapadokya dili olduğu söylenmiştir. Osmanlılar tarihi bir yanılgıya düşerek,
onları Kapadokyadan yurdun değişik bölgelerine göçe zorlamış olabilirler.
Yurdumuzun neresinde Tahar yerleşimleri var, doğrusu merak ediyorum. Belki de
baskılar sonucu Amazdan göçen en son küçük gurubun, şu an izi bulunamıyor,
Hititçeyi aynı tarihi dönemlerde gittikleri ülkeye taşıdıklarını orada dilin en
son kalıntılarının başka dillerin etkisiyle ortadan silindiğini de
düşünebiliriz. Selçuklu döneminde yaşayan Anadolu erenleri Mevlana Celalettin,
Hünkar Hacı Bektaş-i Veli, Yunus Emre, Taptuk Emre daha başka din, alim ve ulemaları
Kıpçak, Kuman bağlantısını, kendileriyle kan bağı yakınlığını, Bizans
baskısının nedenlerini çok iyi bildiklerinden, farklı dini inançlara sahip bu
halkı yeni baştan kazanıp Anadoluda Türk bütünlüğünü sağlamakta
zorlanmamışlardır.
Ka,
hecesi eski dillerde sağlam yer, zemini anlatıyor. Eğer Taharka dersek,
kayalıklar arasına yerleşen ve orayı yurt tutan bir halkı ve onların mekanını
anlarız. Katakka da aynıdır. Yeşilhisar Komanasının yerleştiği vadinin kayalık
uzantısında ve başındaki yerdir. Hattilerin Kheatu adlı kutsal anasını ve
günümüzdeki eski bir yerleşim yeri olan Kavak köyünün bulunduğu tarihi
kesimidir. Bir de piramitleriyle ünlü eski Mısır'da 25. nci sülaleden Tahar'ka
adlı M.Ö. 689-663 5.nci kralı vardır.
isim tam Anadoluyu çağrıştırır. Kapadokyanın her devirde tam anlamıyla ticaret sahası olması,
tüccarın tüm engelleri aşarak, biraz zor da olsa, Asyaya, Sümere, Avrupa ya,
Fenikeye ve Mısıra mal taşımaları, Asur ticaret kolonilerinin Kültepe Karumunda
ki yerleşmelerine benzer bir hayatın Mısırda yaratılarak, sivrilen ve sevilen
bir aile ferdinin kral olup Mısırı yönetmesinden doğal ne olabilir ki? Üstelik
orada da Kuş'ilerin olduğunu unutmayalım. Şarlı yani Komanalı Şar'ri Kuş'şuh
da Kargamışlı bir kralın adıdır.
Arpalar frig iken,
Ören şehir iken,
Hudul billur bağ iken,
Karaburcu çubuğunun dibinde,
110 yaşındaki oğlum,
Soğuktan buydu,
Yaşamını yitirdi.
Taharılıların dilinden düşürmediği bu bilmece
nitelikli ve mitolojik karakterli "Hamtraş" adlı deyim, orada uzunca
ömür süren temizliğine son derece düşkün önemli bir kişiyi ve oğlunu
hatırlatır. Onların Hitit krallarından Tahar'vaili ailesinden başkası olmadığı,
Tahar halkının Hititlerde en yüksek makama erişen krallarını şiirle
ölümsüzleştirdiğini, anısını günümüzde bile kesiksiz yaşattığını ve canlı
tuttuğunu görmekteyiz. Hitit geleneklerine göre ölen bir kralsa eğer, onun
kabri doğduğu belde idi ve orada kutsallık taşıyan bir tepeye ve kesime
gömülürdü. Başkentlerde mezar görülmemesinin nedeni budur.
Çok değil, daha 30-40 yıl önce koyun ve
keçilerin bacağındaki incikten çıkarılan bir kemikle aşık oynardık, evimizde
tandır vardı. Evlerimiz sedir ve seki tarzıyla oturuma hazırlanmıştı.
Annelerimiz saçına eline ayağına al kınalar yakardı. Yemeklerimiz çamurdan
yapılan kap, kacakla pişerdi. Halı kilim dokunacağı zaman, dağdan, taştan kök
boya sökerdik. Yağmur duasına Hodula gider, Allahtan rahmet diler oradaki
yatırın ruhuna fatiha okurduk. Bağbozumuna hep birlikte çıkar, getirdiğimiz
üzümleri şırahanelerde ayakla ezerdik. Sokularda bulgur döğer, elimize geçen
yumurtaları tokuştururduk. Bu yaşam tarz Kapadokyadaki Çatalhöyüktete ve
Hititlerde aynen yaşandı. Bütün bunları dikkatle izleyen ve araştıran ingiliz
arkeolog Colin Renfrew, dayanamayıp, meslektaşlarına "yazdığınız ve
yaptıklarınız tümüyle yanlıştır. Hititlerin Anayurdu Orta Anadolunun ta
kendisidir. Onlar kesinlikle başka bir yerden göç etmediler, aksine hep burada
yaşayan yerleşik bir halktı." diyerek bizim de aynen düşündüğümüz gibi,
tarihçilere unutamayacakları bir ders vermiş oldu.
Tarih öncesi çağlardan günümüze, Anadolu mis
gibi Türk kokuyor. Araştırınca adım başında onlara rastlıyorsunuz. Simge ve
sembolleriyle, Hititlerin Hurri, Şerri boğalarının alnındaki muska motifinden
esip ve Tahardaki gözlem evinden doğarak Siriusu anlatan ana tanrıçanın altı
köşeli Tarık yıldızıyla adı da biz Türkleri çağrıştıran, Hitit kralı
Tarku'muvanın mühüründe gücün, iyiliğin ve doğurganlığın Hiyeroglifi üçgen
teslisle, Selçuklu Anadolu anltlarında 6-8-5 köşeli yıldızlar ve kanımızm rengi
Albayrak üzerinde durmadan dalgalanan Hilal ile, hep var oldu ve var olmaya
sonsuza dek devam edecektir.
Hititlerde toplu olarak yağmur duasına çıkılan
ören kentin adı, Sippa'lan da, bu isim bana at, eşek, katır yetiştiren becerili
bir yerleşim birimini düşündürüyor. Zaten Taharlılar tarım, ceviz, arıcılık
konusunda uzmanlar. Şimdi 5 km. ötedeki kendi köyümKarlıkta bana soracaklar:
Yaptığm bu araştırma ile bizde mi Taharlı olduk? Avcılar bilir, her yamacın
kekliği biraz farklıdır. Nerede ucu kıvrık Sivastika varsa, Almanca "Haken
kreuz" bilimsel adı, Tahar Sembol, bilin ki orası Tahardır. Ben o simgeyi
Karlıktaki üst kaya kuşaktaki bir mağaranın giriş kapısında gördüm.
Biz araştırmıyor, okusak ta fazla üzerinde
düşünmüyoruz. Bunu ben söylemiyorum. Eski çağlardan günümüze Anadoluda yaşamış
ve halen yaşayan ırkın günümüzde bilimsellik kazanmış adı: Homo Tauri'kus"
ya da, "Ön Asya" ırkı olarak tanımlanmaktadır.
KAYNAKÇA
1. Aksoy İsmet, Ürgüp Dergisi, 2. nci sayıdan
34 ncü sayıya kadar.
2. C. Cream Tanrıların Vatanı Anadolu
3. Childe Gordon. Doğunun Prehistoryası,
Kendini Yaratan İnsan,
Tarihte Neler Oldu?
4. Gökovalı Şadan. Anadolu Mitolojisi.
5. Lloyd Seton. Türkiyenin Tarihi.
6.Aksoy Nihat. Antik Türkiye. Roma baskılı
(çeviri)
7.Dinç Dilek; Çağlar Boyu Boynuz Formunun Anadolu
Seramik Sanatında Kullanılışı.
8. Gumbutas Maria. The Language of The Goddes.
9. Akurgal Ekrem Anadolu Kültür Tarihi.
10.Melaart
James;Anadolu'da Bir Neolotik Kent: Çatalhöyük.
11.Umar Bilge; Türkiye Halkının İlkçağ Tarihi.
12. J.P. Mallory. Hint Avrupalıların İzinde.
13. Aktüre Sevgi. Anadoluda Bronz çağı
kentleri.
14. Köprülü Fuat. Türk Edebiyatında ilk
mutasavvıflar.
15. Turan Osman: Selçuklular Tarihi
16. Örs Hayrullah; Musa ve Yahudilik
17. Uhlig Helmut. İpek Yolu.
18. M. İlmiye Çığ. Bilim ve Ütopya Dergisi,
Muhtelif Yazıları
19. Alp Sedat. Hititler, Hitit çağında Anadolu.
20. Herve Rousseau. Dinler Tarihi ve Sosyal
İncelemeler.
21. Strabon ve Heredot Tarihi.
22. Şener Cemal Türklerin Müslümanlıktan önceki
dini.
23. Gordlievski: Anadolu Selçuklu Devleti
24. Georg Ostrogorsky: Bizans Devlet Tarihi.
25. Günaltay Şemsettin. Yakın şark Anadolu.
Ansiklopedik Araştırmalar.
Kapadokyadaki Kavak (Katakka) Karlıktaki
oldukça eski kayadan oyma sarayları Hitit kralları kullandılar. Oradan din
merkezi Komanaya gidip ayinlere katıldılar. Haşin bir yapıya sahip Tharvaili
kral olmadan önce zıpkıncıbaşı babası Zuru ile birlikte sürgüne yollandı
"Hamtraş" deyimindeki donma olayı o zaman yaşanmış olabilir. Hodul
dul kutsal bilinen Tahar soyundan Komanalı Halise Kadının (rahibe) mezarının
bulunduğu 1950 metre yüksekliğindeki dağdır. Anadolu her devirde statik toplum
yaplsına sahiptir. Göçlerle bu topluma başka kavimlerin zaman içinde karışıp
kaynaşması normal kabul edilmelidir. Her dönemde farklı gerekçelerle devlet otoritesi
halkları yer değişimine zorlamış olabilir. Örneğin, Damat İbrahim Paşa 1728'de
Fraktin'de yaşayan Karacakurt ve Deliler oymaklarını Nevşehir'de mecburi iskana
zorlayıp Muşkara'yı canlandırmaya çalışmıştır. Z. Korkmaz; Nevşehir Y. Ağızları
s. 10.
26. Türkmen Kemal Talih. Bilinmeyen
Kapadokyadan bir kesit.
İSMET AKSOY 2003-2004
FOTOĞRAFÇILARIN UĞRAK YERİ
KAPADOKYA VE ÜRGÜP
Üçüncü jeolojik devirde yani günümüzden 60-65 milyon yıl önce dünyada
bir hareketlenme oldu. Bu olayın bilimsel adı Alp sistemidir. Yerküre sıkıştı
ve Toros sıradağları yükseldi. Yükselen kesimde volkanik faaliyetler başladı.
İrili ufaklı bir çok tepeyle birlikte
Erciyes ve Hasan Dağı söz birliği etmişcesine küllerini gökyüzüne
savurdular, günümüzde doğanın volkanik mucizesi olan Kapadokya’yı meydana getirdiler.
Dünyanın hiç bir köşesinde eşi ve emsali bulunmayan yöre, gerek amatör,
gerekse profesyonel anlamda fotoğraf
çekenler için bitip tükenmez bir kaynaktır. Biraz zahmet çekilerek turizme
henüz açılmamış gidilmeyen kesimlere doğru yürünürse, anılarda sürekli iz
bırakacak insanı büyüleyen doğal manzaralarla karşılaşmak her an mümkündür.
Kapadokya’da fotoğraf çekmek ve büyüleyici doğal güzellikleri yakalayıp
arşivlerini genişletmek için yola çıkan
fotoğraf tutkunları yola çıkmadan önce meteorolojiden haftalık hava raporu
konusunda bilgi edinmelidirler. Zira kurak yaz günleri dışında Kapadokya'
da ışık her zaman uygun durumda
olmayabilir. 1000-1500 metre yüksekliğe
erişen ve doğal güzelliği barındıran vadilerde
yürümek yağmur ve çamur yüzünden zorlaşır. Üstelik bölge bazı yıllar
müstesna karlı kış havasını tümüyle yaşar.
Burada kış mevsiminin de kendine özgü güzellikleri vardır. Güneşin
farklı şekilde yansıdığı volkanik arazideki sarı, mor, kırmızı renkleri
beceriyle kullanacağınız objektifler belirler ve bu şekilde umulmadık
fotoğraflar ortaya çıkar.
Şurası unutulmamalıdır, çok önemlileri dışında Kapadokya’da vadiler ve
SİT alanlarının tümüne arabayla ulaşmak mümkün değildir. Bölgenin
bilinmeyenlerle dolu olması fotoğrafçılar açısından bulunmaz fırsattır.
Yöreye yeni giden fotoğrafçıların değişik ve orijinal anlamda
kompozisyon yakalamaları istenirse, yol ve iz olmayan derin vadilerden çıkış
zorluğu, zamanlama işini alt üst edebilir. Bir kaç saat diye tasarlanan vakit,
eğer sabahleyin yola çıkılmışsa karanlıklara doğru sarkar. En başta çarpıcı güzellikler
o vadilerde insana zaman mefhumunu unutturur.
Derin vadilerde zevkle
fotoğraf çekerek doğayı tümüyle yaşamak istiyorsanız bir arkadaşınız olsun.
Çıkış yolu zorlukla bulunan vadilerde yorgun olmak pek işe yaramayabilir.
İşinizi çabuklaştırmak isterseniz, yöreyi iyi bilen rehber nitelikli gençlerden
faydalanabilirsiniz. Son yıllarda fotoğraf sanatına ilgi, turizmi tüm
yoğunluğuyla yaşayan Kapadokyalı sanatseverler arasında da bir hayli artmıştır.
Eğer mümkün olur, gruplar halinde yola çıkılırsa özel gösteri programları
düzenleyerek "Bilinmeyenler" onlardan öğrenilebilir. Bu kişiler
çalışmalarınıza az da olsa katkıda bulunabilirler.
Kapadokya'nın fotoğrafçılar
için zenginliğini anlamak için yörede yaşayıp amatör olarak fotoğraf
çalışmaları yapan arkadaşların şu sözü gitmeyenlere
bir fikir verebilir: "Ömür biter, Kapadokya bitmez."
İSMET AKSOY- FOTOĞRAF DERGİSİ sayı 24, Nisan Mayıs 1999
ANTİK ÇAĞLARDAN GÜNÜMÜZE ÜRGÜP MUTFAĞININ SEÇKİN YEMEKLERİ, HATTİLER VE "MAN-TU"
Anadoluda
herhangi bir kesimin ve yerleşim yerinin konumunu ve antik çağ tarihini
araştırmaya kalkarsanız çok büyük güçlüklerle karşılaşırsınız. Bulunduğunuz yer
kültür merkezlerinden uzaksa, araştırmalarınıza temel olacak kaynak bilgilere
ulaşmak güçlüğü vardır. Bunun yanında yerel halkın sosyolojik yapısı yeni bilgi
ve bulguları benimseyip onun gerçekliğine tam sahip çıkacak düzeyde değildir.
Hepisinden önemlisi çevrenin dokusunda görülen tarihe, ışık tutacak antik
bulgular konusunda halkın bilgisi, bilimsel araştırmalara uyum sağlamaktan
uzaktır, ya da öyle olması istenmiştir. Yani çoğu araştırmayı kolaylaştıran
değil, çetrefil hale sokan, halkın kendi inançları doğrultusunda yapılmış,
yaratılmış masalsı rivayetlerdir. Gezip dolaştığınız yerde onlara binlerce yıl
önceki bilimsel verilerin en dişe dokunanını anlatmaya kalkarsanız
beklemediğiniz bir tepki görebilirsiniz. Bu tepki bazen umulmadık yerden, çoğu
bayağı okumuş insanların farklı görüşleriyle ortaya çıkar ve yaptığınıza,
araştırdığınıza nedamet duyar "bırak eskisi gibi kalsın"
diyebilirsiniz.
Son zamanlarda turizme gönül vermiş insanların Anadolu'nun
geçirdiği dinsel evreleri bilerek ortaya koyduğu "inanç turizmi"
çabasının yayın organlarında gördüğü beklenmeyen tartışma, bu konudaki
aczimizi, sıkıntılarımızı, bünyedeki rahatsızlığı açığa çıkartıyor. Aklıselim
insanların ülkeye bir şeyler kazandırmak için çaba ve gayretini toplumun en
hassas olduğu bir konuya doğru çeker ve tartışmaya
açarsanız, bünyede rahatsızlıklar ortaya çıkabilir. Hele bu işte turizm
sözkonusu ise, tartışmalarla yabancı geliyor diye milyonlarca yıl önce oluşmuş
doğa harika1arı peribacalarının varlığından rahatsız olan katı ve dar görüşlü
insanların durumuna düşersiniz. Bazı bilgilerde ölçü ve kıyaslama olmalıdır.
Ben yıllar önce Avrupa'ya gittim ve oradaki yerleşik halkın Anadolu'dan giden
misafir işçilere inançları ve töreleri doğrultusunda yaşamaları için hazırlanan
kolaylığı görünce şaşırmadım desem yalan olur. Tanıdık arkadaşlarım gittiğim
şehirlerde bana oradaki kültürel çalışmaları, ibadet özgürlüğünü ve inşaa
etmeye başladıkları mescit ve camileri övünçle gösterdiler. Örneğin Viyana'da
henüz bitmemiş Tuna nehri kenarındaki Büyük cami beni oldukça etkiledi.
Turizm günümüde tarım ve sanayi düzeyinde eşdeğer bir sektör olmuştur,
şu an ülkemize on milyon turist gelip 8 milyar dolar bırakıyor. Bir çok insan
bu sektörde çalışarak ekmek parası kazanıyor. Ayrıca bizler bu işi tam 50
yıldan beri yapıyoruz, gelişip oturmuş bir başarılı sektör var ortalıkta,
turizm olgusuna sırtını dönmüş yerleşim yerleri bir kaç yüzyıl geriden giderek
çağın olanaklarından yararlanmak şöyle
dursun, bir ilkelliğin içinde adeta bocalıyor, varlık gösteremiyor. Bunu
anlamak zor değildir. Turizm'e inanmış Ürgüp'ü ve farkını basit bir
karşılaştırma her zaman ortaya koyar. Turizme bir kültür alışverişidir. Kültürü
gelişen halkın kişiliği de değişir. Kişilikli insanlar ne yaptığını bilen,
aklıselim kitlelerdir ve zaafiyet göstermezler. Ürgüp aydın ve çağdaş
insanlarıyla Anadolu'da önder bir kenttir. Umarız savsatanın ve katılığın
dışında hep önder kent olmaya devam edecektir.
YEREL
TARİHİMİZ
Geçen
sayımızda okuyuculara bıkkınlık yaratabilir düşüncesiy1e tarihi
araştırmayı bir kenara bırakıp, birazda güncellik taşıdığı için Refik Başaran'ı
anmıştık. Ürgüp Dergisi bizim için bir hazinedir. Bunu anlamak için
yüksekokullarda okuyan öğrencilerin bitirme tezlerine temel olan bilgilerin
araştırılma aşamasında, neşredilmiş eski sayılarının bulunması isteği yeterli kanıttır.
Birçok gencimiz dergiden yararlanıp, hazırladıkları tezlerini yüksek puan
alarak, okullarını başarıyla bitirmektedirler.
Ben hep yazıyorum. Kapadokya ve
Ürgüp muhteşem bir tarih hazinesidir diye. Tarih yazılırken ilk önce
Kapadokya'yı kim anmışsa, onu iyilikle yad etmek lazım. Bir çok tarihçiye göre
Kapadokya adı M.Önce 800'de başlar. Yani bu bir Phryg adıdır ve ondan önceki
dönemleri güya kapsamaz. Oysa bir bilgin Kayseri Kültepe'de bulunan Asur
ticaret kolonilerine ait tabletlere ve Hitit yazılı belgelerine "Kapadokya tabletleri" diyerek bir tartışmaya nokta
koymuştur. Bölgeyi tam anlamamıza yarayacak olan bu ad, ilk başlarda Katupatuk,
Katpatuk, Kappadokya şeklinde zaman içinde değişerek günümüze ulaşmış oldu.
Biz Kadı kalesi denen tepenin antik çağda Katu-Gala olduğunu yazdık, durduk. Bu adla
birlikte Kapadokya hakkında doyurucu bilgi verilmediğini düşünerek, yeni
araştırmaların ışığında Ürgüp tarihinin
ne kadar eskilere uzandığını anlatmak bakımından, bilgilerin yeniden
gözden geçirilmesi gerekiyor. Biz Anadolu'nun yerli halkına Hattiler, M.Ö.2000
yıllarında Kültepe'de temeli atılan uygarlığa Hitit'ler diyoruz. Mısır
kayıtlarda hattilere Kheatu denmektedir. Okunurken bu kelime dilimizde Ka-tu
olur. Antik dilde Ka; yüce ruh, yeryüzü ve sunmak, an , gökyüzüdür. Tu; Asya'da
Anadolu'da tarihe dağ ilahı olarak geçmiştir. Katu ilahi öz, mabet, balkovanı,
inşaa etmek anlamına antik dillerde yer almıştır. Yazıp çizerek tarihçiler
şimdiye kadar Hatti sözcüğüne bir açıklık getiremediler. Bizce Katupatuk'daki ilk heceyle yani katu sözcüğü
ile Hatti uyum sağlamaktadır. Pa, ev ve kale anlaşıldığına göre, tu hecesiyle
birleştirilince, zaman içinde buralarda yurt, yuva kurmuş Asyalı bir halkın
düzenini ve ülkesini anlarız. Türkçemizde yer alan kavil, kaya, kainat
sözcüklerinde yer alan ka hecesi bize birşeyler anlatır zannediyorum.
Kadı
kalesiyle ilgili Ürgüp halkı arasında yaptığımız bir araştırmada bu kalenin
kadınlara ait bir kale olduğu, çok eski zamanlarda Kayseri kralının kızı
"Cihan Ebru"nun orada oturduğu hikayesi günümüze ulaşmıştır.
Hattilerdeki yer yüzünün dağ hakimesi Katu'vana ile Cihan ve ebru uyum
sağlamaktadır. Politeistik çok tanrılı inançta Katuwana'nın sembollerinden biri
Gökkuşağı ve onun renkleri idi. Burada biz ebruyu renk yumağı sembolü olarak
anlayabiliriz.
"Ah
bir kalemiz olsa, hükümranlığımızı ve sınırlarımızı genişletebiliriz."
diyen "Bizim kalemiz taştan ve
kayadan" Kültepe'yi kastederek "Düşmanımızın ki kumdandır."
Diyerek bulundukları yerin korunaklı olduğunu anlatan, "Biz bir kaleden
öbür kaleye yeraltından kutsal geçit yaptık, kalemizi de onardık" diye
övünen Hitit kralları hep Ürgüp'teki kaleleri anlattılar. Tarihle ilgili
araştırma yaparken, orijinal bilgi ve bulguları değerlendirmeye çalışıyoruz.
Klasik tarih hemen herkes tarafından bilinen, yazılandır. Klasik tarih
bilgisiyle bir yere varmak olanaklı değildir. Avcılık, atıcılık, yerleşik
düzen, taş devri, tunç çağı, Hatti, Hitit, Phryg, Roma, Bizans, Selçuk şeklinde
yazar, işi bitirirsiniz. Oysa biz yöremizi ve kentimizi ilgilendiren belgeleri
derinlemesine irdelemek için çalışıyoruz.
"MAN-TU" NEYİ
ANLATIR
Bir yazımızda Antik çağda
Ürgüp'ün orta yerindeki kaya kütlesinin adının "Tumanna"dan Temenniye
dönüştüğünü yazmıştık. Ayrıca Çimenli kayasının pazaryeri çıkışına doğru sol
uçta bir Güneş diski kabartmasının varlığından söz etmiştik. Bir de Kadı
kalesinin sol tarafındaki camiye yakın kayada kırmızı aşı boyası ile
resmedilmiş ilkel tarzda ejderhanın öldürülüş sahnesi vardı. Temenni kayasının
ön yüzündeki boynuz ve ay sembolünden yola çıkıp, Ürgüp'te sonsuz bir tarih
zenginliği olduğunu, burada yaşamış olan kavimlerin Anadolu'da yaratılan
uygarlıklarda etkin rol oynadıklarını anlatmaya çalışmıştık. Tumanna bir dağ
tanrıçasıdır. Kadı kalesindeki Katu ananın zaman içinde değişip kaynaşmış bir
başka adı. Arkeolojik çalışmalarda bulunan Hitit tabletlerinde Anadolunun bin
tanrılı bir ülke yazıldığını biliyoruz. Buna antropomorf yani insan biçimli
tanrılar inancı denmektedir.
Eski
çağ inanışına göre ilahlar insana benzeyen varlıklardır. Onlardan daha kuvvetli daha güzel, ebedi olarak temayüz ediyorlardı.
İnsanlar gibi bazıları erkek, bazıları
kaldın olan ilahlarda sevinç ve elem duyar, yaşamak için yer, içer evlenir ve
çocukları olurdu. Hiddet ve şiddetleri, hırs haset ve intikam hisleri
insanlardan kat kat fazla idi. Kendilerine dinamizm ve gençlik veren
"nektar" hayat suyu içerlerdi. Nektar denilen içkinin adı
"baal'su" diye geçiyor. Ağaç ve kabuğundan söz edilen bu içkinin
Meyankökü ya da bal şerbeti olduğunu düşünebiliriz. Mapravaş denilen etli bir yemekleri vardır.
Assur kayıtlarına göre Ur ve Ninova'da tanrılara sunulan özel bir yemek
olduğundan söz edilmektedir. Bunu anlamak zor değildir. M.Ö.3000-2000
yıllarında Anadolu'ya gelen Assur ticaret kolonilerinin bizlere öğrettiği
kutsal Aşşure yemeği bu özel yemekten birisidir. Asur sözcüğü iki s harfiyle
yazıldığı zaman Aşşur diye okunur. Anadolu çok tanrı inancındaki sunum
yemeklerinde farklılıklar ve ayrıca da vardır, olmalıdır. Kutsal günlerde
tanrılara sunulan 180 çeşit ekmek olduğu düşünülürse, bunun içinde mayalanıp
biraz bekletilen ekşi ekmekte var, kutsal yemekler genellikle unlu maddelerden
yapılan ve hazırlanan yemeklerdi. Yukarıda
anlatmaya çalıştığımız, ne zamandan beri yapıldığını tam bilmediğimiz
mutfağımızın en değerli yemeklerinden biri olan Mantı olamaz mı?
Kayserililerin
her fırsatta kendi mutfaklarının başlı yemeklerinden biri olduğunu öne sürüp
ona sahip çıkmalarının, bir zamanlar Ürgüp'ünde Kayseri iline bağlı kazalardan
biri olduğunu nazara alarak mantı yemeğinin doğuş yerini tam belirlememiz
gerekiyor. Yemek deyip geçmeyelim. Bu büyük bir kültürdür ve uygarlıklardaki
zenginliğin bir başka ölçü birimidir. Araştırmacı yazarlarımızdan İsmet Zeki
Eyüboğlu, Asya insanının yoğurt dışında yemek yapımında fazla usta
olmadıklarını yazmakta, aksine çok eskilerden günümüze Anadolu mutfağının
zenginliğini anlatırkende pilav, kebab, köfte, dolma, baklava, kadayıf, keşkül,
şerbet, muhallebi, çorba, revani, güllaç, kaygana, salata, peynir, zerde gibi
yiyeyek ve içecek türündün yemeklerin Asya Türkçesinde olmadığı gibi, Asya
Türklerince de bilinmediğini yazar. Bizim araştırmalarımız, yukarıda çeşitlere
katılmayan, ancak hayatın her safhasında Anadolu'da her zaman zevkle yenilen
birkaç önemli yemeğin tarih uzantısını araştırmak ve kaynağını bulmak
olacaktır.
Çocukluğumuz Ürgüp'e bağlı Karlık köyünde geçti.
Annem bize sık sık çeşitli mantılar yapar, evin bir köşesinde iki taş arasına
yapılan ocakta bir kaç çıtırgayla çabucak pişirilen mantıyı önümüze koyardı.
Diğer yemekleri yaparken biraz zorlanan annem oldukça beceri ve zaman yemeğini
yaparken yorulmaz, güçlü kuvvetli olmamız için bu yemekleri yemenin gerekli
olduğunu anlatmaya çalışırdı. Mantının günümüzdeki kadar ün kazanmadığı o
yıllarda, bizim evde yapılan mantılar, etli, yuğurtlu, yalancı, tıktık,
peynirli, mangır, erişte, peravu diye söylenirdi. Annem bazen çokça yapar,
güneşte kurutur, beklenmeyen konuklar gelirse, çabucak önlerine getirirdi.
Benim tercihim pilavla turşudan yanaydı. İlkokula gidip aklımız ermeye başlayınca,
mantı adının nereden kaynaklandığını, neden mantı dendiğini araştırmaya
başladım. Mantının giyilen manto ile bağlantısı var mı? Neden aralarında söz
benzerliği var, giyilen şey yenir mi? Benzeri sorulan sorulara verilen yanıtlar
"biri yenir, öbürü giyilir"in ötesinde değildi. Yalnız bazı yaşlılar
peravunun mantıdan çok daha eski olduğunu atalarından duyduklarını
söylüyorlardı.
Ticaret ve iş
için Kayseri'ye sık sık giden babamın o yıllarda tanıdığı dostlarına kuru üzüm,
köftür, kurutulmuş mantıyı armağan olarak götürdüğünü ve oradan pastırma, sucuk
getirdiğini çok iyi hatırlarım. Madem köyümü ve anamı anlattım, araştırma
merakımın nereden kaynaklandığını ve bulunduğumuz yerde verilen tarihi
bilgilerin çarpıklığını ve berraklık kazanamadığını anlamak açısından hayatımın
akışını etkileyen bir kısa konuşmayı buraya aktarmakta bir sakınca yok sanırım.
Bir gün, "Ge1 bakalım, okulda neler öğreniyorsunuz? Bana biraz anlat"
diyen babama, "çok şeyler, örneğin bizler Anadolu'ya 1071 yılında yapılan
bir savaştan sonra yerleşmişiz." Babam hiç tereddük etmeden
"olamaz" deyip bana karşı çıktı ve nedenini anlattı. "Bak
evladım kirizme yaparken, evimizin önündeki şu tarladan çıkan yapı taşlarını ve
yerin altından çıkan kaya damlarını anlamaya çalış, burası bizim mezar tarlamız,
800-900 yıllık bir geçmişi olabilir mi? Burada binlerce yıllık bir tarih var,
tabii gelmiş olabilirler, Asya'da türk dolu. Ama biz çok önceden
buradayız." Babam haklıydı, çok geçmeden hemen üzerimizde bir başka tarla
sahibi tarlasını düzeltirken, içinde yüzlerce hayvanın barınabileceği devasa
bir ahırı ortaya çıkardı.
Mantı ya da Mantu nedir? Ona bakalım. 27.
Sayımızda bir Hitit kızı Maatneferruden bahsetmiş, M.Ö. 1269 yıllarında
Mısır'la imzalanan barış anlaşmasından sonra III. Hattuşili'nin (Katusar)
kızını eş olarak II. Ramses'e yolladığını yazmıştık. Mısır sarayında
başkadınlığa yükselip sarayda söz sahibi olan Neferure'nin Anadolu'yu
unutmadığını, oradan baba yurdu Ürgüp'e gelip yazı burada geçirdiğini ve oradan
Amon-ra ve Horus Güneş tanrı inancını Anadolu'ya taşıdığını anlatmıştık.
Taşınan sadece Horus Güneşi değildi elbette. İsis ananın "Hat-hor"
simgesi de vardı.
Dostluklar
ve ilişkiler hep aynı samimi duygular içinde sürüp gitmez, inişli çıkışlıdır.
III. Hattuşili'nin kızı ölmüş ve antik Ürgüp'te onun bıraktığı sıcaklık çoktan
sönmüştür. Nitekim o zaman ki tarihi kayıtlar incelenirse ilişkilerin iki ülke
arasında bir hayli zayıfladığı görülür. Dinine ve ibadetine son derece bağlı
yerel halk, Amon-ra inancını tam benimsemiyor, taşınmış inanca zayıf
yaklaşıyordu. Belli bir zaman üstünlük kazanan Mısır inancına karşı halkın,
Hatti dönemindeki Tuman ve Tumanna inancına sımsıkı sarıldığı görülür. Tumanna
yüce ana, Tuman ise erkek tanrıdır. Biraz lokalize olmuş bu tanrılar aslında
Anadolu'nun Güneş tanrısıdırlar. M.Ö. 1200'lere gelindiğinde İsis inancı adeta
unutulmaya başladı. Ürgüp eski günlerine dönünce kayalara oyulmuş güneş diski
kabartmalarına, Tuman'ı ters çevirip, biraz da iğneli, "Man-tu"
demeye başladılar. Tarihi terimlerde Güneş simgesine "Mentu" denir.
Man ve Tu'nun çok eskilere uzandığı biliniyor. Bu inancın uygarlık
merkezlerinin dışında kalan bölgeleri de etkilediği görülür. Bu ara Ürgüp'te
görülen A-Mon-Ra'daki Mon, Man'ın Mısırcasıdır. Tu yerine Ra denilerek iki ayrı
ilahı birleştirmiştir.
Anadolu, Mısır,
Mezopotamya'daki dillerde kelime normları aralık kazandırılıp manada bütünlük
sağlanmasına çalışılmıştır. Ürgüp adının yapısal özelliğide buradan
kaynaklanır. Ur ve Küp, Ur sonradan oluşan yer. Küp, kutsal yer, ev, mekan
anlamındadır. Ur kelimesinden farklı anlamlarda çıktığı görülmektedir.
Türkçemizde kalenin de Ur diye söylendiği görülür. Ayrıca antik çağlarda gür
akan kaynak sularına Ur'a denmiştir. Bir de Ur denilen köpek cinsi vardır.
Bizans döneminde söylenen Prokopi adında anlam kaybı vardır. Bizansta
Anadolu'da kurulan Hitit dönemine ait en küçük bir bilgi olmadığı görülür. Bu
isim eskiden benzetilerek aktarılmış olabilir. Sami dili Akadça ile Brü
latincede sertleşir ve Pro olur. Kopi'nin anlamı kopyadır. Arasıra Brüküp olarak
verilen eski Ürgüp adı doğrudur. Bizansta Ürgüp için söylenen Prokopi'nin
Procoupe olması gerekir, Ürgüp kopya şehir değil, kayadan oyulmuş antik
evleriyle küp şehirdir, buradan tarihte kurulmuş ilk kutsal kent anlamı
çıkıyor.
Man, tu, pro, kheatu, vine bize latin dilini
hatırlatmakta ve Anadolu'da bir zamanlar konuşulduğu bilinen bu dilin
Avrupa'daki dillerle bağlantısı ilgimizi
çekmektedir. Bilhassa M.Ö. 2000'den önce Hattiler ve Hitit dilinde
latince kelimeler alabildiğine çoktur. Çek bilgini Hrozny'de Hititçeyi Almanca
ile karşılaştırıp çözmüştür. Bazı dil bilginleri Hititçenin kökenini
Karadenizin kuzeyine düşen Ukrayna'da aramışlar, sonuçsuz kalınca işi Harran'a
götürmüşler, burada da yeterli kanıt bulamayınca, başlangıcın yerli halk
Hititlere dayandığı ilkesine sessiz kalmışlardır.
Tarihi kayıtlar, Kayseri, Nevşehir arasında 2 Hitit
hieroglif yazıtı ve anıtı bulunduğundan söz etmektedir. Şu halde bu bölgeyi biz
çekirdek ve merkez bölge diye boşuna anlatmamışız. Zaten Temenni kayasının ön
yüzündeki bereket boynuzunun üzerine konan ayın anlamıda bunu doğrular. Hangi
tarihlerde Ürgüp'te yaygın olduğunu tam tespit etmekte zorlandığımız Çimenli
kayasındaki disk benzeri Güneş formunu bir zamanlar Ürgüp'ün her tarafında
yaygın olması gerekir. Bu disk bazen farklı anlayış içindede oyulduğundan
monoteistik tek tanrı inancı benimsenince, varlığından son derece rahatsız olan
kimseler onları silmeye çalıştılar, yani yok ettiler. Elbette kaybolan sadece
güneş kursları değildir. Tarihimizi, geçmişimizi anlatan en küçük kırıntı bile,
nerede ise kazınıp kaybolmaya yüz tutmuştur.
Güneş disklerinin yanında Temenni'deki antik
mabette kayaların altında nerde ise tükenip bitmiştir. İnanın bir zamanlar yola
kadar uzandığı görülen antik kutsal eşikte olanları yazsak, kitaplıklara zor
sığar. Burada ilkel hayatın kıskacından bunalıp sürekli kavga eden, çatışan
insanın akıllı liderler önderliğinde, uygarlığa yürüdüğü, devlet kurarak
hayatına çeki düzen verdiği görülür. Hitit kralları Halentuva evine çıkan eşik törenine önem verdikleri
için "Merdiven Büyüğü" diye anılırlardı. Soframızdan eksik
etmediğimiz iştahla yediğimiz mantı yemeğinin ünü esas yapıldığı yer olan Ürgüp
sınırının dışına taşıp, hali hazır turizm tesislerinden dünyaya yayılınca, bir
arştırma bizi nereye kadar götürecek ona bakalım.
İlk çağ insanı avcılık ve atıcılık yaparak karnını doyururken, kaynaklarda.
meydana gelen daralma sonucu arayışlara girip tarım üretiminde yeni keşiflerde bulundu.Yabani şekilde yetişen
buğdayı, çavdarı, arpayı kültüre alıp
tarlada tahıl üreterek çoğalttı. Bunu yapan Anadolu'lu kadınlar Germir, Einkom,
Emmer denilen buğdayı tarihte yani
M.Ö. 7000 yıllarında yerleşik (nedense
bu konuda bilim dünyası susar) Kapadokya'daki Çatalhöyük'te ve Hacılar'daki
karbonlaşmış şekilde bulunmuştur. Tarımda yapılan bu keşife tarihin dönüm
noktası demek gerekir. İnsan yetiştirdiği tahılı sert taşların üzerinde ezerek
un yaptı. Bulduğu ateşte pişirip ekmek yaptı, onunla yetinmedi undan çeşitli
yemekler hazırlayarak çoluk çocuğunu aile bireylerini doyurdu. Buğdayın
keşfinden günümüze mutfak kültürüne durmadan zenginlik kattı, bin bir çeşit
yemek ortaya çıktı. Bazılarını yemesek bile adını duyunca iştahımız kabarıyor.
Sanki dün yapılmış, yeni öğrenilmiş, mutfağımıza sanki yeni girmiş gibi tüm
dostları birleştiren, kaynaştıran, uzakları yakın eden ve midemize bayram
yaşatan Ürgüp'ün mantı, peravu, aside, pilav gibi tarihi yemeklerinin kökü
kökeni nereye uzanıyor araştıralım.
Aslında Kadı kalesi, Çimenli ve Temennisiyle çağdaş eskilikte olan bu
yemeklerin tarihi Ürgüp'te binlerce yıl derinlere iniyor. Şimdi önümüze konunca
nasıl iştahla yiyorsak, Ürgüp'te M.Ö. 3000 ve 2000 yıllarında yaşamış
hemcinslerimizde öyle yemişler, yani bir bakıma Mantı davetleri vererek,
bayram, seyran etmişler. Bizi burada meraklandıran şimdi kullanılan ve mantıya
lezzet katan "domates sosu" yerine hangi sosun kullanıldığıdır.
Madem bayramdan söz açtık, yeri gelmişken yazalım. Hititlerin bir önemli buğday bayramı var. .Bayram durup dururken yapılır
mı? Bir amaca ve gerekçeye dayanmalıdır. Zafer kazanırsınız, kültürel toplumsal
başarılarınız olur ve arkasından bayram
gelir. Hititlerin varlıklarının devamını sağlayan, onları diri ve güçlü kılan
buğday ve un bayramının adı "Ezen-şe"dir. Ayrıca
"An-tuh-sum-sar" denilen soğan, "Ezen'in bu" denilen meyve
bayramları vardı. Bütün bunlardan çalışkan olduğunu anladığımız bu halk
buğdayın, arpanın, çavdarında Anadolu meşeeli olduğunu bilerek bayramını
yaptıklarıdır. Anadolu'da özel günler hep yemekle anlam kazanır. Ürgüp, mantı
günlerini çok çok erken yaşamış ve halen yaşatıyor. Yurdumuzun birçok yerinde
farklı yemeklerin şöleni hep yapılır. Örneğin, bir yerde keşkek, bir başka
yerde pilav, çorba topluca yenilen yemeklerdir. Insan kendi başına da yer içer
doyar ama toplu yemeklerdeki amaç, bir yerde manevi doyuma ulaşmaktır. Aynı
zamanda kaynaşmaktır.
Dünyaya
ayak basan insanoğlu, bir yaratanın olduğunu düşünerek din mefumuna inanmış,
onu kutsarken de mutluluğunu ifade, şükran anlamında yiyeceğini yanında taşıyıp
onu paylaşmıştır. M.Önceki çağlarda dini törenlerde yemek ve içki sunumunun
zenginliği, günümüz yaşantısına uymasa da paylaşımın en güzel örneğidir. Insan
biçimli birçok tanrılara inanan ilkçağ toplumları onları memnun edebilmek için
her birine farklı nefasette yemek, içki sunumu yapınca,günümüz Anadolu mutfağı
zenginlik üstüne zenginlik kazanmıştır. Yemek kültürü onu hakkıyla yaşayanların
erişilmez üstünlüğüdür. Hala elle kaşık kullanmadan ilkel şekilde yemek yiyen
insanların ne doğru dürüst yemeği, ne de kayda değer bir kültürü olamaz ve
olmamıştır. Atalarımızla ilk önce tahta, sonra gümüş ve altın kaşıkla yemek
yedikleri için övünç duyuyoruz.
Bayram törenleriyle ilgili tarihi belgelerde
Hititlerin tanrılarına etleri yenilen hayvanları kurban ettikleri, un ve unlu
maddelerden yaptıkları ekmek ve yemek çeşitinden ayrı, süt, peynir, yoğurt,
üzüm, incir,tereyağı, zeytinyağ, bal ve şarabı adak olarak sundukları
yazılıdır. "Ezen-şe" buğday bayramı herhalde buğdayın hasat zamanı
yapılmış olmalıdır. Bizdeki harman sonu olabilir. Hitit yazılı kaynaklarının
konusu genel anlamda din üzerinedir. Belli ki Anadolu'da karşılaştığımız
tanrıya içten bağlılığın ve din tutkusunun temelinde Hitit töre ve inancının
mirası bizi derinden etkilemiştir. Etkileyen yalnız din duygusu değildir. Halen
konuştuğumuz dilimizdeki birçok kelimenin o çağdan bu tarafa Türkçemize
karıştığından doğru, dürüst bilgiye bile sahip değiliz.
Çok tanrılı inançla yaşayan Hititlerin
Halentuva denilen mabetlerinde ve Panteonda başta fırtına tanrısı olmak
üzere, binlerce tanrıları olmasına
rağmen, çok sık ibadet yapmadıkları biliniyor. Bir yıl içinde 27 önemli bayramları
olan bu halk sadece bayram günlerinde dinsel görevlerini yerine getirdiler.
Bayram günlerinde Halentuva evindeki merasimi çoğunlukla krallar
yönetmişlerdir. Bayram günleri kralın geçeceği yollar süsleniyor, aileler o gün
için hazırladıkları yiyecek, içecek türünden ne bulmuşlarsa onları merasim
yerine taşıyordu. Sunu yemek1erinin öncedenhazırlanmış "Takdim
meydanı" na ve kurbanların nereye, nasıl ulaşacağı sıkı bir kurala
bağlıydı. Takdim meydanı bize Anadolu'daki günümüzün meydan sofrasını
hatırlatıyor. Kurban etlerinin bir kısmının yakıldığı, arta kalanının köle ve
esirlere dağıtıldığı biliniyor. Tabii ki uzun bir töreni gerektiren bu özel
günlerde orada bulunanların yiyip içmesi doğaldır. Günümüzde türkülerle
söylenen semahtaki Hal lokması deyimi, bir yerde Halentuva törenlerinin
kesinkes bize uzantısıdır.
Hititler temizliğe son
derece önem veriyordu. Güsül abdestinin onlardan günümüze ulaştığı ve islam
inancında katiyetle uyulması gereken bir temizlik kuralı olması dikkat
çekicidir. Hitit bayramları o gün hangi tanrı ve tanrıçıya, yönelikse, mevsimin
önderi kral, küçük kentlerde prensesler, secde ederek işe başlar, halk onu
izlemekle yetinirdi. Yağmur duası geleneği de pek değişmedi. Yüksek tepelerde
kuraklığa karşı yapılan dua, günümüdekinden çok az farklı idi.
Yakın çağdan başlayıp Mantı teriminin ve bir
önemli yemeğe ad olan bu kelimenin kaynağını izleyip, çokça çalışarak, ne
zamandan beri Anadoluda konuşulduğunu araştırıp sonuca yaklaşmaya çalıştık.
Anladık ki bu kelime tam manasıyla antik bir değer taşıyor ve aynı zamanda
Anadoluda yaşanan din inancıyla, kaynaşıp karışmış. Anadoluya akan kafkas ötesi
halkların göçü M.Ö.9000 lerde başlayıp Selçuklulara kadar sürüp gitmiştir.
Hititler de göç eden kavimlerden birisidir. Onların göç tarihinin başlangıcı
M.Ö.4500 uzun yıllar Anadolunun, belli kesimlerinde yaşayıp, siyasal nedenlerle
savaşarak, ileride doğacak en büyük uygarlığın temelini atmışlar. O devirlerde gelen kavimlerin
içinde Kırgızitler, Safirler ve Turkomenler de var. Yani A'mon, ya da man. Bu
kelimenin doğuş yerinin Asya olduğundan şüphemiz yok ve olamaz. Yapılan
arkeolojik kazılarda bulunan ilk insanların kutsadığı sonsuza kalacak taşların
adı, Men-kü taşıdır. Asya türkçesinde bu Ben'gü olmuştur. Turcomende gördüğümüz
Tu inancı, asyatik kalkların en eski inancıdır, tepe ve doruk halkı ve onun
kutsadığı tanrısıdır. Ka'yı daha önceki satırlarda yeryüzü ve sunmak şeklinde
vermiştik. M.Ö.3000 yıllarında Men inancını biz yukarı Mezopotamya'daki
Harran'da, Amon'u Mısır'da görüyoruz. Tarihler Men'tu'yu harp ilahı olarak ta
veriyorlar. Tanrı adları yer ve mekana göre isim değişikliğine uğrarlar.
Aslında geç Hitit dönemindeki savaş tanrısının adı Zababa'dır. Hititler bir çok
tanrı önünde şarap sunumu yaptıkları halde, savaş tanrısının önünde bunu
yapmadılar. Demek ki burada savaş yapmak için "ayık kafa" kuralı
geçerlidir.
Man'hir de Asya'da taş devrinden kalma boğa şeklinde bir anıttır.
Phyrgya panteonunda İ.Ö. birinci bin yılın ikinci yarısında, Man tanrısı
oldukça önemli bir tanrı idi. Ankara'da Hacı Bayram camisinin yanındaki Agustus
tapınağı bir Men tapınağının yerine kuruldu. Genellikle A'Man tanrısı
heykellerinin baş kısmında koç boynuzu ve yanında duran bir kuzu görülür.
Ürgüp'te bıyığı terlemeye başlamış gençlere "Koçum" denir. Bu deyim
başka yerlerde fazla söylenmez.
Binlerce yıl önce Asyadan
başlayıp, batıya doğru uzanan Men-tu inancı Roma
ve Helenistik dönemde de Anadolu'da tapım gördü. Man mabedinin bir diğeri
Yalvaç'tadır. M.Ö. 2000 ve daha eski çağlarda, Ürgüp Temenni tepesinde
rastladığımız Tuman'na ya da Mantu Yunan mitolojiside kehanette bulunan
(Tresiasın-zı) şeklinde verilmektedir. Bu bize önemli bir tarihi olguyu
hatırlatır. Çimenli'de gördüğümüz Mantu
güneş diski ve Temenni antik çağ kaya
mabedi, o zaman Mısır ve Asurda önemli şehirlerde görülen kehanet
merkezlerinden biridir ve belki de çok
büyük önem taşımış olmalıdır.
Biliyor ve okuyorsunuz, kehanet merkezleri
uygarlıkları derinden etkiledi. Hitit. Kralları dini görevlerine gösterdikleri ilgiyi bu merkezde çalışan
(Ucmas) denilen kahinlere gösterip, darda kaldıkları zaman onların bilgisine
başvurdular. Yeri gelmişken yazalım. M.Ö.3000'den başlayıp 2000 yılına kadar
devam eden Asur ticaret kolonileri çağı, Anadoluyu sosyolojik ve ekonomik
bakımdan bir hayli etkiledi. Mezopotamyalı tüccarlar bu bölgede yoğun ticari
faaliyette bulunarak karum iş merkezlerini kurunca Anadolu'nun yerli halkı
Hattiler tüccarlığın bütün inceliklerini öğrenmiş oldular. Politik ve sosyal
kaynaşmadan doğan kargaşadan kaçan yabancı tüccarlar buradan gidince yerli halkın dış ülkelerle bağlantısı sona ermedi.
Katuanalı diye verdiğimiz halk yani Ürgüp halkının ticareti Suriye üzerinden Mısır'la
yoğunluk kazandı. Ürgüp'lü tüccarlar Şam'ın üst kesimindeki El-Mişrife' deki
yerde Katn'a ait tüm Hititlerin
yerleştiği bir geçiş şehri kurdular. Orada yaşayıp ticareti meslek edinen aşağı
Mısır topraklarında zorla serbest bölge yerleşimleri kurarak mücevher taşı
ticareti yapan Hattili ve Anadolu'lu bu halkın adı da Mantualar'dır. Öyle
anlaşılıyor ki bu tüccarların adıda durup dururken oluşmadı. Bir bakıma bunlara
"mantıcı" demek lazım.
Gittikleri yere Anadolu'lu Hattilerin
kutladığı buğday "Ezen'Se" bayramının
kutsal unlu yemekleri Katna'ya oradan da Mısır'a taşındı. Mentu'aların yaşamı
boyunca ticari ilişkilerden doğan kıskançlıktan olacak çok büyük sı kıntı yaşadıkları anlatılır. M.Ö.lerde meskun
bu kentin firavun I Senusretin
tahta çıkışından dört yıl sonra, general
"Nessu", kutsal kitap tevratta da adı geçen bu halkı tümüyle yok
edip, kalelerini de yerle bir etti.
Hattili, Kadı kaleli (Katu'vana} bu Men'tu'alar hakkında Mısırlı bir şefin M.Ö. 1788'de
önemli tarihi bilgileri içeren bir rapor yazdığını biliyoruz keşke elimize geçse
de değerlendirebilsek, her halde Mısır arşivlerindedir. Yemeye içmeye oldukça
meraklı olduğunu adlarından anladığımız bu halk, o zaman Mısır'a yalnızca
mantıyı taşımadılar, kutsal buğday bayramının temel yemeği bulguruda
götürdüler. Bulgur adı orada kutsal ferfene oyun yemeği oldu. O zamandan bu
tarafa degişen sadece binlerce yıllık zaman dilimidir. Hala mantıyı, bulguru
mercimeği gittigimiz yerlere taşıyor afiyetle yiyoruz. Yeme içmede üstümüze
yoktur. Öyle olmasa mutfağımızda bu nefasette binlerce çeşit yemeği nerede,
nasıl bulabilirdik?
Şundan emin olabilirsiniz,
bir çok Anadolu yemeği gerçekten antik değerdedir. Örneğin rahmetli annem bana
benim çok sevdiğim ve iştahla yediğim bir tatlı türü yapardı. Oldukça zahmet
gerektiren bu yemeğin adı, Til-tili idi
ve çoktan unutuldu. Son yaşlı kuşakta gittikten sonra eminim bu yemekte tarihin
derinliklerine gömülecek, kaybolacaktır. Atalarımız damak tadını, lezzetini ve
şifasını ve herşeyini
deneyip bize büyük bir mutfak kültürü mirası bırakmıilar, kıymetini bilmemiz
gerekir. Gelenek ve göreneklerine bağlı hanımların hazırladığı, temizlemesi oldukça zor olan bir de Bumbar
yemeği var. Onun da tarihi kayıtlarda yeri var, Hitit mabetlerinde kurban
sunumu yapılmışsa hayvanın yüreği, ciğeri, bunbarı tapınağa adanıyor, diğer
yerleri pişirilip şarap ve bira ile birlikte davetlilere veriliyordu. Bira o
zaman buğday sapından yapılan borularla içilirdi. Bu adet yörükler arasında
hala yaşar, misafir olduğunuz bir evde içecek verilirse, kabla birlikte yanına
buğday sapı koyarlar. Tapınaklarda hizmet gören temizlikçi rahip, rahibe bir
çok görevliler vardı. Onlar her türlü zorluğa karşı yorulmazlar, yeme, içme,
pişirme sıkıntısı çekmezlerdi. Zor da olsa bunbar yemeğini çokca yapmışlardır.
Bir çok yemek tandırda pişerdi. Eski kaya damlarda gördüğümüz tandır geleneği
de eski bir Anadolu kültürüdür. Unutulan sadece tiltili değildir. Pekmez
katılarak kavrulan ve elle iri bir topak haline getirilip uzun süre bozulmadan
kalan un helvası da ortalıkta görünmez oldu. Başka katmer, pide, peravu tabii
bir de hamursuz var. Yarmadan yapılan tarhanayı da (Tarhuana) unutmayalım.
Hamursuz Hititlerin un
bayramında hep vardı. Sonradan Mısır tapınaklarında görüldü. Tevrat onu
kutsallaştırıp sinagoglara taşımıştır. Museviler bu mayasız ve yağla pişirilen
ekmeği hala kutsamaktadır. Zannedersem kiliselerde de vardır. Bibloslular onu
Kat'nalı Mantu'alardan öğrendiler. Museviler Mısır'dan kaçarken çölde yabani
tohumlardan ezdikleri unla Man isimli bir yemek hazırladılar. Man inancı M.Ö.3000 Harran kaynaklıdır. Museviler Hititleri hep rakip
gördüler. Onlardan öğrendikleri yemek
adını unutmaya çalışıp Mantı'ya sadece Man dediler (Kutsal Kitap, çıkış bab:16)
PERAVU PHRA-W
Mutfağımızdan mantı gibi eksik etmediğimiz bir başka hamurlu yemek var,
Peravu. Adı üzerinde biraz düşünür ne anlama geldiğini araştırırsak ortaya
bir şey çıkaramayız. Yani kelimenin tam türkçe olmadığı hissine
kapılabiliriz. Yakın çağ tarih terimlerinde bu kelimenin yeri yoktur, aransa da
bulunmaz. Burada bir araştırmanın sonucuna bakmamız ve ona göre
değerlendirmemiz gerekiyor. En başta peravunun mantıdan daha eski bir yemek
olduğunu yazmıştık ve doğrudur. Mantının
zarif ve alımlı bir görünümü olmasına kariın, peravuda o incelik yoktur.
İçine peynir konarak bükülen ve sonrada yassıtılan taneler irice olduğu için
çoğu kez kulaklı mantı denir. Adını hatırlamak sıkıntısı çeken kişilerin bu
yemeğe uygun en güzel yakıştırmasıdır. İçine peynir konduğu zaman hamurun orta
yeri şişrer ve taneler ay şeklini alır. Yemek konar göçer insanların en ideal
yemeğidir. Önceden yapar ve hazırlarsanız her yere taşınır, kolayca pişirilir
ve servise konur.
Mitolojik Anadolu tarihinde
Pera adı Friglerde görülür. Uzun bir mücadeleden sonra M.Ö. 1000-900 yıllarında
Hititleri safdışı eden orta Anadolu’da hükümranlık kuran savaşcı bir halkıtır.
İlahlarından birinin adı Ay Tanrısı anlamına Phra idi. Onunla sunu yemeği
peravu arasında bağlantı kurmakta biraz zorlanabiliriz. Eğerki Anadolunun
dışına taşar biraz araştırırsak olumlu sonuçlara yaklaşmakta zorlanmayız.
Bizim gençlik yıllarımızda
her birimizin evinde pişip bir araya toplayarak bayram havası içinde kırlarda
yediğimiz ferfene yemeği vardı. Asur ve Mısır kayıtlarında
"Fera-fene" diye geçer. Antik Anadolu diliyle yazılan Phra'nin
okunuşu Fera'dır. Güney doğu, doğu Anadolu'da hala ferfene denmez, ferafene
denir. Anadolu, Asur, Mısır ilişkisi gerçekten Anadolu'daki tarih öncesi
yaşantının bir aynası şeklinde anlaşılmalıdır. Bilim dünyası Çatalhöyük'teki
en eski uygarlığa bir yıldız diye
yaklaşır. Orada yapılan kazılarda şarap ve biranın yurdunun Anadolu olduğu
buğdayın, çavdarın, arpa, mercimek acı bakla ve baklanın burada fazlaca yetiştirilip, başka ülkelerle M.Ö.
7000 yıllarında ticaret yapıldığı
keşfedildi. Ticaretin sınırı o zaman Mısır'a ulaşıyor ve Kızıldeniz'den deniz
salyangozu kabukları Çatalhöyüğe taşınıp boncuk yapımının hammaddesi oluyordu.
Bu ilişkinin her devirde az ve çok sürdüğü, farklı uygarlıklar olmasına rağmen,
halkların kaynaştığı görülür. Kaynaşan sadece halk
değildir. Dini ve otantik bir çok değerler de vardır. Hititlerde görülen bazı
önemli ilahların oralardan Anadolu'ya, Ma ana ve Telipiunu örneğinde gördüğümüz
gibi, Anadolu'dan oralalara taşındığı görülür. Örneğin Asur'daki İnanna
Anadoluda İştar olur. Mısır’daki Fera Anadolu'da Phra olur, Kibele, Aphrodit, Artemis olarak başka
ülkelere gider, kültür karışımına uğrar eski uygarlıklarla ilişkiler çok eski
tarihlere dayandığından neyin nereye nasıl gittiği pek bilinmez. Eğer ilah
dışardan Anadolu’ya gelmiş ve halkın inançlarına karışmışsa geldiği yerin
konuştuğu dille ayin yapılır ve kültün nereden nereye geldiği unutulmamaya
çalışılırdı. Ürgüp' te gördüğümüz Man-to inancıda Anadolu'dan İtalya'ya göçen
Tıraz halkı Etrüsklerle tanışıp biraz şekil değiştirerek, orada yer altındaki cehennem
mabudesi olmuştur. O zamanki inançlar ve kültler bütünüyle halkı kavramaz
tanrılar sınıflar arasıl farklılıklara göre şekil bularak mabetlerde yerini
almışlardır. Bilim dünyası günümüzde bu karışıklığı asgari düzeye indirmek için
seçkin ve aristokrat zümrenin inancını animizm, sıradan halkın inancını
Naturalizm diye anlatır. Çin’de Tu,
bizdeki gibi tepe ve doruk kültü değil, Heu-tu yer tanrısı olarak
görülür. Etrüskler İtalya'ya M.Ö. 900'de
göçtüler, orada tarımcı topluluklar halide yaşayıp tahıl yetiştirdiler. Buğday
Anadoluda M.Ö. 7500'de görüldüğü halde Avrupa'da M.Ö.700-800 yıllarında tarıma
alınmıştır. Etrüskler'in başşehri "Kapu" idi. Biz Pa'yı kale olarak vermiştik. Po'yu
tarım alanı anlayabiliriz. Biz de Hitit krallarının sıkca yediği pide taşlara,
kayalara iilenip nakışlandırılmış anıtlar olmuştur. Onlardaki pizzanın doğuş yeri ve yurdunu
tarihe meraklı olanlar anlamakta gecikmez. Şimde İtalya'da görülen pizza,
bizdeki gibi tekdüze değildir. Halkın sanatsal fantazisiyle karışıp zaman içerisinde
büyük bir kültür olmuştur.
Yemekleri neden anlatıyorum? Bir yerde yemek varsa, onun üzerinde yazıp
araştırabilirsiniz. Ben bir süre Arap ülkelerinin bazılarına gittim, çok
aradığım halde orada ekmekten başka ne bir yemek, ne de doğru dürüst bir lokanta
görmedim. onların elle yenilen tek bir yemeği vardı, pirinç pilavı ve tavuk.
Anadolunun neresine giderseniz gidin bir lokantaya girip karnımı doyurayım diye
canınz atar. Yemekten işe başlayıp kitapları belgeleri karıştırırken aynı
zamanda bir çok tarihi gerçekleri öğreniyoruz. Kadı (Katu) kalesinin
binlerce yıl ötelere uzanan tarihi var,
ama aynı zamanda orada tören meydanına hazırlanan yemekleri yapan "Ka-ta
Ga' gaion" denen mega büyüklükte pişirme evi var. Kalenin ön yüzüne doğru
savrulan duman karası hala silinmemiş. Gagaion acaba kaygana yemeği olabilir
mi? Ga'nın anlamı kutsal evdir. Avrupa'da bazı kiliseler eğer büyük ise
"super Ga" denir. Her ne ise şimdiye kadar tarihi araştırmalarımızda
Ürgüp' te Kadı kalesi Temenni, Çimenli arasında sıkı bir birlik olduğunu
bildiğimiz halde, bazı çekincelerimiz vardı. Ama şimdi durum tamamiyle
değişti. Örneğin Espelli'nin güneyinde Kadı kalesinin sol tarafında aşı
boyasıyla yapılmış ilkel resimdeki Tele'piu'nu ejderhayı öldüren aynı zamanda Hititlerin baş fırtına tanrısı, Kadı
kalesindeki ana tanrıça Katu-piunu' yla evlidir. Gerçi Katu ananın Attis adında
bir sevgilisi var ama her sevgiliyle evlenmek bazen mümkün olmaz. Çimenli'deki
Man- tu Temennide'ki Tumanna olmuştur. Her birinin özel yemekleri olduğu gibi
giysileri kendilerine has ince işleri de vardır.
Bir ara bu antik yerin önemine dayanarak kehanet ve sihir merkezi olması
gerektiğini yazmıştım. Biz bunu bir tarihi terimden Tresias'ın kızı Manto'dan
çıkarmıştık ama bağlantı fırtına tanrısı Teletpiunu ile de vardır. Telepati de
bundan başka bir şey değildir. Mantı olan yerde kutsal kıyafet ceketi mantoda
vardır. Tumanna, tuman olan yerde tuman şalvarıdır. İsis ananın ve sevgili diye
anlattığımız Attis'in Ürgüp'ün ünlü yemeği asidesi (dolaz), Katu ananın yani
Kaya kadın (Ağdistis)in aşevi, Kata gagion da hızlı ve çabuk pişen gay'ganası
tabii bu arada alımlı ve şık olması için son derece dikkat edilmesi gereken
giysileri kutnu ve kumaşları. Keten, "kat' tun" şeklindeki pamuk
Anadolu'da M.Ö. 3000 yıllarında görüldüğüne göre bunun yadırganacak tarafı
yoktur. Ele
avuca sığmaz güzel İlah diye mitolojiye geçen Tele'pinun
"An-tuh-sum'sar" soğan ve Purilli bahar bayramında ki bu aynı zamanda
nevruzdur, Telteli denen tatlısı ve çömleğe doldurulup pişirilen soğan yahnisi
ve giysi olarakta at üzerinde giydiği Telme yeleği, karısı Katu ana o aynı
zamanda Ma'dır, işleyip özenerek diktiği için (Dal'ma) olabilir. Biz hala delme
yelek diyoruz. Telipinu Ürgüp' te Ma ana, Man ve Tu'yla bütünleşmiştir, dalma
ve delme sözcükleri avcılık, atıcılığı çağrıştırır.
Yazımız Ürgüp ve köylerinde gördüğümüz peravu yemeği hakkında olacaktı.
M.Ö. 2000 yıllarında dar bir bölgenin kıralının adı Pithana'dır. Orası
Kuşşara'dır. Ürgüp'e uzak olmayan bir yerde ve konumda olan bu kentin yeri tam
bilinmiyor. Kralın oğlu, babası
öldükten sonra etrafa dayanılmaz baskı uygulayan Kayseri'deki Kültepe'yi
sınırlarına katmaya karar verdi. Bu cesaretli yiğit kişi gözünü budaktan
sakınmayan kral Pithana'nın oğlu Anitta'dır. Kültepe'den etrafa yayılan baskının
nedeni ekonomik sorunlardan olmuştur. M.Ö. 3000-2000 yıllarındaki Kültepe'ye sürekli gelen Asurlu tüccarlar
birazda çıkarlarına uygun olduğundan sömürü sınırlarını genişletip bulundukları
yerlerin dışına taşmaya başladılar. Buna uzun süre dayanamayan Kuşşara'lılar
geceleyin ani bir baskınla Kültepe'yi işgal ettiler. Anitta az bir süre
sarayını Kültepe'ye taşıdı. Arkasından Hattilerin güçlü temelkayası Ürgüp, yine
oraya gönderilen az bir kuvvetle Kültepe'ye boyun eğdi. Hatti kralı halkına iskence eden yeri
kapatınca rahata ermişti. Zafer coşkusuyla bayram eden halkına bir hediye vermek gerekiyordu.
Çok geçmeden bir oğlu oldu, adını da Peruva koydular. Bu kelime Hatti dilinde
bulunmaz değerde oldukça kıymetli anlamı taşırdı. Bu erkek çocuk ülkenin geleceği
için son derece önemli idi ve babasının yerine veliaht olacaktı. Halk bayram
süresini hep uzatırken Peravu'nun doğumu işin kaymağı olmuştu. Bayram süresi
uzadıkça uzadı, olasılıkla Hıdrellez'e rastlamıştır. Önemli yerlere haber
gönderilip kutsal tepelerde Erciyas'ın zirvesine yakın Lifos'ta meşaleler
yakıldı. Aş evlerinde mantı, pilav, mercimek, nohut, bakla vs. daha bir çok
yemekle birlikte tatlılar ve Wiyanavanda'dan gelen şarap ve Walhi içkisiyle
halk 40 gün, 40 gece bayram yaptı.
Hititler gerektiği zaman savaşan sulhsever
insanlardı. O yüzden Hattuşaş'ta kayalara işledikleri 63 tanrılarının eline
orak verip, yaşamak için çalışmanın gerekli olduğunu anlatmaya çalışmışlardır.
"Bildiğin bir şey varsa, ne duruyorsun çabuk söyle" diyen halktan da
bu beklenir. Bana bunları, içinde
yaşadığım toplumun yapısal durumu nedniyle hangi amaçla araştırdığımı ve
yazdığımı sorabilirler. Bir ünlü yazarımızın dediği gibi geçmişi yaşamayan
geleceği kuramaz. Biz içinde yaşamaktan son derece mutluluk duyduğumuz toplum
inanç, akidde ve töreleriyle tümüyle yaşayıp kırıcı değil yapıcı, koruyucu
olmak için çaba gösteriyoruz.
Bir
büyük uygarlığı anlatırken bir yerlere kaydettiğimiz önemli notları
izninizle gözden geçirelim. Anadolu
çalışanları, tarımcıları günümüzden 6000 yıl önce modern resim sanatını
aratmayacak şekilde çiftçi, saban, öküz üçlemesini Malatya'da ki Aslantepe'de
evlerinin duvarlarına resmettiler. Ürgüp'e yakın volkanik bir kesimde volkanik
kayalara işlenen orak ve ay kabartmasını da Anadolu'da ki tarih öncesi
tarımcılığının damgası, mühürüdür.Bizler eski kavimler diye önemsemediğimiz,
ölü tarihtir diye düşünüp hatırlamak istemediğimiz Hatti ve Hitit halkları gibi
uzak görüşlü değiliz. Zira onlar ekilebilir toprakları kapatmamak için
köylerini, kentlerini kuytu, bucak, tepe, yamaçlara kurdukları halde, bizler en
verimli yerlere beton yığarak tüm toprakları kapatıp durduk.
Ma
ana ile Mahal ve mahallenin, Halen'tuva ile Hal Lokmasının ilgisi vardır. Halle
sözcüğü Almanca'da var. Salon, bölüm, kısım diye anlaşılır. Nasıl bir çok
çalışanımız kültürümüzü yurt dışına taşıyorsa, Anadolu dili ve kültürü de
zamanında Anadolu'nun dışına taşmıştır. Ürgüp için söylenen Asuana, sağaltıcı,
diriltici kent anlamına Hititlerde (asklepios) sağlık terimidir. O zaman her
kentin kendine göre, bir diğerine göre üstünlük kazandığı görülür. Örneğin
Avanos'taki çanak, çömlek yapımı başlı başına bir sanattır. Tarihteki Ürgüp
seramik sanatına özen göstermez. Geçtiğimiz yıllarda yurdumuzda birçok köy ve
kentin antik adı değiştirildi. Biz buna büyük yanılgı diye bakıyoruz.
Kaynakça:
1.
Aksoy İsmet, Ürgüp dergisi
17. Sayıdan 29'a kadar.
2.
C. Cream Tanrıların vatanı
Anadolu.
3. Cilde Gordon, Doğunun
prehistoryası.
4.
C. Gordon, Tarihte neler
oldu?
5. C. Gordon, Kendini yaratan
insan
6. Gökovalı Şadan, Anadolu
Mitolojisi.
7. Lloyd Seton, Türkiye'nin
Tarihi
8. Antik Türkiye, Nihat AKSOY
çevirisi, Roma.
9. Dinç Dilek, Çağlar Boyu
boynuz formunun Anadolu seramik sanatında kullanılışı.
10. Turgay Tuna, Tutankamon.
11. Gimbutas Maria, The language of the Goddes
12. Özgüç Tahsin, Özgüç Nimet, Kültepe kazısı raporu.
13. Eyüboğlu.İ.Z. Anadolu Uygarlığı.
14. Alp Sedat, Hitit çağında Anadoluda üzüm ve şarap.
15. Cevat Şakir, Düşün yazıları.
16. Akyıldız Erhan, Taş çağından
Osmanlıya Anadolu.
17. Mandel, Gabriele. Mama li
Turchi, Luccetti 1990, Bergamo.
18. Strabon
19. Heredot Tarihi
20. Ohri İskender, Anadolu'nun
öyküsü
21. Şener Cemal, Türklerin
müslümanlıktan önceki dini.
22. Umar Bilge, türkiye Halkının
ilkçağ tarihi.
23. Akurgal, Ekrem, Anadolu Kültür Tarihi.
24. Bilim ve Ütopya dergileri.
25. Hitit tarihi ile ilgili
ansiklopedik araştırmalar.
26. Türkmen K.Talih, Ürgüp,
Bilinmeyen Kapadokya'dan bir kesit.
27. W.Schimer, Hitit Mimarlığı.
28. J. Melaart, Yakın Doğunun en
eski uygarlıkları.
29. Uhlig H. Avrupa'nın anası
Anadolu.
30. Prof. Dr.Sevin Veli, Anadolu
Arkeolojisi.
31. Georges İfrah, Çakıl taşlarından Babil kulesine.
32. Hitit çağında Fraktindeki gibi ziyafet sofraları çok önemlidir. Fırtına
tanrısı ile Ana tanrıçanın evliliğinde (Hiero-Gamos) başbaşa yedikleri Pide
ziyafeti bize kadar, gelinin anne evinden koca evine getirilip, gerdek gecesi
sonu yedikleri yemek şeklinde tüm canlılığı ile yaşadı ve kaybolmadı. Anamın
uzun yol için özene bezene hazırladığı "Kurabiye" sözcüğü de oldukça
ilginç. Zira Asur'dan Anadolu'ya kervanlarla gelip, karum ve wabartumlarda
yerleşen topluluklardan birininadı da Kurabiler'di.
33. Ürgüp ve eski çağ tarihine
oldukça ilgi duyan Mehmet Doyurgan'a göre Kadı Kalesine "Köhne kadın
kalesi" denir. Burada oturan Dara'nın kızıdır. Dara, Pers kralı Darius'un
halk dilindeki adıdır. Burada kızın oturduğu söylencesi Hitit mitolojisinden
kaynaklanmakta, Katu ananın kızı Mezula unutulmuş olmaktadır. Hatti ve Hitit
tarihi bin tanrılı inanca dayandığından oldukça karışıklık arzeder, bir bakıma
çok safhalı tarihtir. Sadece baş ilahlardan biri Ana tanrıçanın 20'den fazla
adı var. Mitolojiyi iyi bilenler için bu sorun yaratmaz, bilmeyenler ise
yazarın isim konusunda çelişkiye düştüğünü zannederler.
34. Hançerlioğlu, Orhan. Düşünce
tarihi.
35. Tarihi belgelerde tanrılara takdim edilen nektara
hayat içeceği, yemeğe de hayat yemeği denmektedir. Eski Sümer'de Lagaş prensi
Gudea, Ba-Ga'da mabutlar için bir sofra kurduğunu kitabelerde bildirmiştir. Bu
yazıta göre söz konusu yemeğe bütün tanrılar katıldı. Yemek adeti Anadolu'da
hala devam eder. Ölünün arkasından yenilen can yemeği bize eski adetlerin tüm
canlılığı ile yaşadığını anlatır. Kutsal kitapların çoğu eski Sümer inancından
kaynaklanır. Nuh tufanı hikayesi bir Sümer inancı olarak günümüze kadar ulaştı.
36. Kutsal Kitap Tevrat.
37. Tevrat II. Tarihlerde,
Hazreti Süleyman'ın Hititler'den de kendisine sadık adamları olduğu anlatılır.
O sıralarda yapılan ekmek ve hamursuz bayramının da kutlanması Hititlerin
"Ezen-Se" bayramını oraya taşıdıklarını kanıtlar. (bab.)
İSMET AKSOY
KÜLTÜREL VE TARİHSEL YÖNDEN KAPADOKYA'DA SAKLI, SAKLANMIŞ ANTİK KENT
KATAHHA KOMANA KYSİSTRA
Üçüncü jeolojik devirde
yani günümüzden 60-65 milyon yıl önce dünyada bir hareketlenme meydana geldi.
Bu olayın adı Alp sistemidir. Yerküre sıkıştı ve Toros sıradağları yükseldi.
Yükselen kesimlerde volkanik faaliyetler başladı. İrili ufaklı birçok tepeyle
birlikte Erciyas ve Hasan dağı söz birliği etmişçesine küllerini gökyüzüne
savurdular ve doğanın volkanik mucizesi olan Kapadokya'yı meydana getirdiler.
Orta Toroslardan
Kızılırmak tarafına uzanan Erciyas Dağının batı, kuzey ve doğusunu çember gibi
sarıp dağın dibinde tarıma elverişli
derin ve geniş düzlükler meydana getiren daha alçak hodul tepeleri Erciyas'ın
volkanik küllerinden oluşan ingimbrid yığıntılarıdır.
Yeşilhisar'dan başlayıp
Ürgüp'e uzanan Hodul silsilesinin Avla Dağ bölümündeki derin vadiler, antik
devirlerden günümüze insan yerleşmesine sahne olmuş, Atalarımız bize son derece
zengin ören yerleri, obsidyen atelyeleri, dinsel inançlarının gereği
tapınaklar, yeraltı şehirleri ve güvercinliklerini miras bırakmışlardır.
Bize emanet edilen ancak
bir türlü tanıtamayıp, kendi kaderine terkettiğimiz Hattiler'in ve Luwiler'in
Kapadokya'da dinsel inançlarının formüle edilerek vücut bulduğu Katahha
Kumanisi, Komana (Kysistra) Romalı'ların Hierapolis'i, günümüzdeki Erdemesin
harabeleri aslında milyonu aşan yerli ve yabancı ziyaretçi çeken kayaların
arasına oyulmuş 365 adet olarak bildiğimiz Kapadokya'daki Göreme kiliselerinin
dinsel açıdan merkezini ve kaynağını oluşturur.
Tarihi kayıtlarda biri
Develi'nin doğu kesimine düşen Seyhan nehrinin bir kolu Sarız çayının üzerinde
Tufanbeyli'de Şar Komanası, öbürü 142 km. ötede Yeşilhisar'ın Erdemli köyünde
Katahha Komanası bulunmaktadır. Her ikisi de antik çağ Kapadokya dinsel merkezi
olarak Çatalhöyük'ten günümüze Anadolu'da yaşamış kavimleri derinden etkilemiştir.
Ancak hangisinin daha çok önem taşıdığı sürekli tartışma konusu olmuştur. Bana
kalırsa küçük Kapadokya'daki kayadan oyma birçok kiliselerin Yeşilhisar'daki
Kysistra Komanası'nın etrafında Soğanlı, Ürgüp, Göreme, Avanos taraflarında
kümelenmiş olması, Yeşilhisar Erdemli harabelerinin önemini açık ve net biçimde
kanıtlar.
17 yıl Kapadokya
yönetiminde görev almış olan ünlü tarihçi Amasya'lı Strabon Komana'yı şöyle
anlatmaktadır:
"Şehir oldukça
büyüktür. Halkın çoğunluğunu gaipten haber veren ve cezbe hayatı süren
kahinlerle tapınak hademeleri teşkil etmektedir. Şehir ismen Kapadokya
krallığına bağlı olmakla beraber halk daha ziyade başrahibin tebaasıdır.
Başrahip tapınağın umumi nazırı, adetleri 6000'ı geçen kadın erkek mukaddes
hademelerinin amiridir. Tapınağa vakfedilen geniş ve zengin toprakların
varidatını baş rahip alır. Büyük rahibin Kapadokya'daki mevkii kraldan sonra
ikinci derecede gelir. Büyük rahip Kapadokya krallarıyla aynı hanedana mensup
bulunuyordu."
Dinsel merkez Komana'nın
Roma İmparatorlık dönemi kutsal din merkezi Hierapolis'i hakkındaki tarihi
kaynakları gözden geçirirsek, şu bilgilerle karşılaşırız.
"Helence adı
Atargatis olan bir tanrıça vardı. Attar-Ate yani Astarte ile Ate adındaki tanrı
ve tanrıçanın birleştirilmesi, bu da büyük bereket tanrıçası Kapadokya'lı
şişman Kybele ve sevgilisi Attis'in birleştirilmiş şekliydi. Söylendiğine göre
onun Tufan'da suların akıp gittiği bir yer yarığının üzerinde kurulmuş olan
tapınağında hadım edilmiş rahipler kadın kılığına girerek görev alırlardı. Yılda
iki kere bir alayla bir göle gidilir ve sonradan tapınağa dökmek için oradan su
alınırdı. Bu herhalde bir bereket ayiniydi. Tanrı ve tanrıçanın evlenmelerine
hazırlık olmak üzere göle götürülen heykeller dikkatle yıkanırdı."
Belgelerde gölün kutsallık bakımından önem taşıdığını içinde yaşayan balıkların
kutsallığından söz edilmektedir. Anadolu'da bazı bölgelerde yaşayan balıklar
hala bu yüzden korunmaktadır. Urfa, sivas ve Gangal'da olduğu gibi.
Çatalhöyük'ten günümüze
Anadolu'da yaşamış kavimlerin değişik şekilde adlandırıldığı ana
tanrıçanın Hitit seramik tabletlerinde
geçen bir adıı da Kattahha'dır. Ürgüp, Yeşilhisar, Develi, Tufanbeyli arasında
kalan bölge Roma döneminde Kataonia olarak tarihte yer almıştır.
Günümüzde adeta
unutulmuş ve ihmal edilmiş, Kapadokya'nın kaya kiliseleri Göreme, Kaymaklı gibi
turizm bakımından tanınmayan aslında muhteşem bir konuma sahip Anadolu'daki
arkeolojik yeraltı kentlerinin mimari yapısına
uygun kayaların üzerine balpeteği mimari
tarzıyla inşaa edilmiş Yeşilhisar'da Erdemesin Komanası antik çağ
yazarlarının anlatımıyla daha çok uyum sağlamakta ören yerinin birinci derece
önem taşıyan Kumanni olduğu savı ağırlık taşımaktadır.
Hem Starbon'un hem de
diğer tarihi kayıtların bilgileri ışığında kayaların arasında dar ve derin bir
vadiye sıkışmış içinde 14 kilisesi, şarap mahzenleri, gizli yeraltı geçitleri,
labirenti andıran kaya meskenlerin tek girişten dünyanın ilk kayadan oyma
apartman tarzının burada yaratılmış olması ayrıca kentin önündeki tarımsal
sahaların geniş bir ovaya açılması Nuh tufanının içinde belirlenen tanıma
tıpatıp uymaktadır. Kutsal kentin önündeki ovada antik çağlardan kalma, ne için
yapıldığı asla anlaşılamamış eski bir binaya ait yapı taşlarının arasıra
görüldüğü Sultansazı ve Yay gölüde fazla uzakta değildir. Belli ki tanrı ve
tanrıçanın heykelleri bu gölde yıkanmış, bereket ayinleri burada kutsanmış
olmalıdır.
Kysistra adı da şehrin
yerleştiği ve hala kusal bilinen kayaların üzerinde doğal olarak asılı duran
"Halise kadın" inancıyla ve kutsal maden suyuyla bütünlük arz
etmektedir. Yakın zamana kadar yerel dille önü ovaya açık baş ve uç anlamında
"Gareser (Karesos) diye adlandırılan Yeşilhisar halkının Erdemesin
orijinli Hint-Avrupa dili konuşan Luwi halkından Kuman ve Tohariler
Kapadokya'lı Sapliti'lerle bağlantısı vardır. Bilindiği gibi demir tarihte bu
kesime çok yakın Toroslarda yaşayan Kizzuvatnalı'lar tarfından M.Ö. 3200'lerde
Komana, Faraşa, Taharana gibi antik kentlerde işlenmiş para yerine kullanılıp
ticari meta olarak buradan uygarlık alanlarına ulaştırılmıştır. Şehrin içinde
ve etraftaki ören yerlerinde zaman zaman kayadan oyma maden işletme ve döküm
potalarına rastlanmaktadır.
Alman bilim adamlarının
Yeşilhisar Komanası'na çok uzakta olmayan Soğanlıdere mağaralarına 50 000 yıl
öncesi yaşama ait mikrolidlere rastlaması Kapadokya'da kültürel yaşamın çok çok
eski devirlere uzandığının açık kanıtıdır. Biribirine çok uzakta olmayan
tartışmalı Kapadokya Komanasının bir Hitit kralı II. Murşili tarafından ziyaret
edilmesi ve farklı anlam taşıyan dinsel ayinlerin bu kentte yapılması, Hitit
tarihinde önemli bir safha olarak karşılanmıştır. Denilebilir ki, kent tam bir
hac yeri olarak sürekli ziyaret edilen önemli bir merkez konumundaydı.
Komana adının Luwice
(Kuwa-ma-wana)dan kaynaklandığını tarihi kayıtlardan öğrenmekteyiz. Bilginler
Kapadokya Kataonia'da ikinci bir kutsallık taşıyan Hierapolis kentinin
varlığını yazıp durmakta orada Monarite şarabının üretildiğini şehirde kusal
Zeus Dakeios kültüne adandığını ancak yer sözkonusu olunca hernedense, belki
tanınırsa, turizm bakımından bölgesel dengesizlikler oluşur korkusuyla,
çekingen davrandıklarını görmekteyiz. Erdemesin'deki antik kentin her tarafında
görülen şırahane ve şarap mahsenlerinin yanında 10 km.ötedeki Keşlik'ten
girilen yeraltı kentinin "Kysistra" ile bağlantısı olduğuna dair
söylentilerin birkaç öğretim üyesinin dışında ciddiyete alınmaması, anlaşılması
güç ve hatta oldukça yadırganacak bir durumdur. Belki de yetkili kişiler
tanınması için son derece heyecan duyan artık sabrının tükendiğini söyleyen
Erdemli köyünün çalışkan muhtarı Mustafa Çavuş hariç, bu denli önemli antik
kenti sır gibi saklayıp işgüzar görünmek için gelecek kuşakların
değerlendirmesi maksadıyla potansiyel yer olarak rezerv koymuşlardır. Kimbilir?
II. MURŞİLİ NEDEN KOMANA'YA GİTTİ
Büyük krallık döneminin
18.si M.Ö.1345-1315 yıllarında başarılı bir şekilde Hitit devletini yöneten
Murşili ünlü kral Şuppilulima'nın oğludur. Veba duasıyla tanıdığımız kral
oldukça dindardı. Bazen önünde yapılması gerekli bir yığın iş olduğu halde,
biliciye ve kahinlere gider yüce güçlerden yardım beklerdi. Bin tanrılı ülke
olduğunu tabletlerden öğrendiğimiz Murşili için önemli tanrı fırtına tanrısı
Telepinu idi. O da kutsal kent Komana'da tanrıça hepat ile birlikte otururdu.
Biliciye suk sık giden kral onlardan işlerinin kolaylaşması için düş
göndermelerini ister, çoğu kez hayatını ona göre düzenlerdi. Onun batıya Arzawa
üzerine sefere giderken savaşın nasıl sonuçlanacağını öğrenmek için gelecekten
haber veren bilicilere danıştığını, ona göre savaşa çıktığını biliyoruz.
Hititlerde tanrıların
iradelerini öğrenmek için değişik yöntemler kullanılıyordu. Kuşların uçması,
şimşek çakması, yıldırım vurması tanrı bilincinin dışavurumudur. Buna
"Omina" denilirdi. Bir de kin yöntemi vardı. O da hayvan hareketleriyle
ilgiliydi.
Hepat kültünün merkezi
Toroslarda Kizzuwatna'daki Kummaniye "Kapadokya Komanası" II.
Murşili'nin krallığının 9.yılında iki nedenle gittiğini okuyoruz. Birinci
neden, babası Şuppilulima Kumanni tanrıçası Hepat'a adakta bulunmak istemiş,
bunu yerine getiremeden hayata gözlerini yummuştu. İkinci neden, Tilkunnu'ya
gittiğisırada bir fırtına patlamış yağmur, şimşek, gök gürlemesi sonucu
korkudan ağzının yana kayıp yüz felcinden konuşma güşlüğü çekmeye başlaması,
onu güçlü kahinlerin bulunduğu kutsal kente gitmeye mecbur bıraktı. Hititçe de
buna "Tapusa-pay" anlamı yana gitmek, yüzün yana kayması denir. İlk
önce olayın nedeni tanrı "Manuziya'ya bağlanmış, atılacak adımlar
başkentte belirlenmiştir.
Buna göre kralın tüm
giysileri ve dokunduğu eşyalar yakılacak, öküzün çektiği kağnıya yüklenip
Kumanni'ye yollanacak, oradan kızgın tanrılar yatıştırılmaya çalışılacaktı.
Bunun için her yıl tekrarlanan yortu gününe yetişmek üzere Hattuşaş'tan yola
çıkıldı. Zaten Komana'yı da Murşili'nin oğlu Şarri-Kuşuh yönetiyor idi.
Murşili'nin yolculuğunu,
Komanaya gidişini, orada rahat bir ortamda fırtına tanrısı Telipuni'ye
yakarışını kralın genç büyü rahibi Lurma, bütünüyle yazıp belgeledi. Hitit
belgeleri sarnıçların, surların ve ölü kültünün bulunduğu kaya üstü kentlerden
bahsetmekte, kralların giriştikleri zorlu işler, savaşlarda başarı kazandıkları
takdirde şehrin adından da söz ederek adakta bulunduklarını görmekteyiz. Bir
kraliçenin şu sözü bilimsel araştırmaların tartışmaya neden olan şüphelerini
ortadan kaldırmaktadır. "Eğer Ankuwa şehri kurulursa, tamamen yanmazsa,
Katahha'ya gümüşten bir şehir vereceğim." Erdemesin'deki ören kentin adı
da zaten biliniyor, "Katahha-Komana", anlamı: Hedefimize ulaşırsak,
kutsal kentimi onarıp orayı şanına uygun tertemiz gümüş gibi bir kent
yapacağım.
KIZLI
KENTİ ALAMAZSAM ER DEMESİNLER
Kutsal halise kadının
kayaların arasına saklanmış Kysistra kenti için anlatılan bir yığın söylenceler
var. Kent Bizans döneminde de dinsel kimliğini canlı bir şekilde sürdürmüş.
Anadolu'da dinsel değişim başlayıp kentler Türkler tarafından Bizanslılardan
bir bir alınmaya başlayınca, Battal Gazi isimli bir komutan askerleriyle
kendisine çoktandır direnen ve teslim olmayan kızın kentine hücum ediyor, ancak
son derece donanımlı ve aşılması güç bir zorlukla karşılaşıyor. Battal Gazi
kafasına koyduğunu yapıyor ve farklı zamanlarda tekrar gelip şehrin kapısına
dayanıyor ama çatışmada büyük zaiyat veriliyor. Şehir birçok askeri adeta
yutuyor. Battal Gazi sonuçta yemin ediyor. "Ben bu şehri alamazsam bana er
demesinler".
Kayseri Adana yolu
üzerindeki Yeşilhisar'ın biraz dışında kalmış yol bakımevinin hemen 4
km.ötesindeki köyün adı, 12.yüzyıldan bu tarafa Battal Gazi'nin yeminine uygun
Erdemesin olarak kalmış, yakın zamanda da Erdemli olarak adlandırılmıştır.
Bu denli önemli tarihsel
ve kültürel antik ören yerinin turizm programlarının dışında tutularak, kendi
kaderine terkedilmesi çok hazindir. Köy muhtarı Mustafa Çavuş'ta dert yanmakta,
"tarih hazinemiz yıkıma, bakımsızlığa terk ediliyor."
Kaynakça:
AKSOY, İ. Fotoğraf
Dergisi, 1999, İstanbul.
Kayseri Yıllığı, Kayseri
Valiliği, 1998.
SÖZEN, M. Kapadokya,
Ayhan Şahenk Vakfı, İstanbul.
J. MELLART, Çatalhöyük,
2003.
UMAR, Bilge, Türkiye
halkının ilkçağ tarihi, İstanbul.
KINAL, F. Eski Anadolu
Tarihi, T.T. Kurumu, 1962.
AKURGAL, E. Anadolu
Kültür Tarihi, Tübitak, 1998.
GÜNALTAY, Ş. Yakın Şark
Anadolu, T.T.Kurumu, 1946.
ÖRS, H. Musa ve
Yahudilik,Remzi Kitabevi, İst. 1966
T.BRYCE, Hitit
Dünyasında Yaşam ve Toplum, Dost Ank. 2003.
O.R.GURNEY, Hititler,
Dost Ank. 2001.
ÇIĞ.M.İ. Kuran, İncil,
ve Tevrat'ın Sümerdeki Kökeni, İst. 1995.
Nakil yoluyla ağızdan
ağıza söylenen Tufan öyküsü Anadolu'nun kuzeyinde meydana gelmiş. Yazarın notu.
İsmet AKSOY-2004
Nessun commento:
Posta un commento