martedì 5 febbraio 2013

İSMET AKSOY "KAPADOKYA FOTOĞRAFLARI"








    

 

  
Prof. Emrullah Güney'in İsmet Aksoy hakkında yazdığı yazı

novella, ismet, nihat  nihat-ismet aksoy

İsmet Aksoy, Nurullah, Nihat Aksoy
İSMET AKSOY- ÜRGÜP DERGİSİ YAZILARI
ÖNSÖZ
12 Mayıs 2004. Bazıları için bir anlam ifade etmeyebilir bu tarih. Babamız, araştırmacı yazar, gazeteci, doğal hayatı koruma derneği üyesi, Ürgüp turizm derneğinin ilk elemanlarından ve bilfiil turizm dalında halıcı olarak çalışan İsmet Aksoy'u kaybettik.
Son yıllarda depolitize olan bu ülkenin insanları, yavaş yavaş entellektüelliklerin de törpülendiğinin farkına olmaksızın günün koşullarını yaşamaktalar. Bir dönem kuşağı özellikle Atatürk dönemi ve hemen bir on-yirmi yıl sonrası kuşağı, dil öğrenmeye uğraşmış, batı ve doğu kültürünün sentezini bilinçlerinde geliştirerek insanımıza sunmaya çalışmışlardır. Kültürel yayılmacılığın, yabancılaşmanın gündemde olduğu dönemlerde bazı insanların içsel gücü tüm bu olumsuzluklara karşı setler çeker, ulusallığın evrensel de olabileceğini tanımlamaya çalışırlar. Cevat Şakir (Halikarnas Balıkçısı), Bedri Rahmi Eyuboğlu, İsmet Zeki Eyuboğlu, Azra Erhat, Bilge Umar, Yaşar Kemal, Necati Cumalı… bu isimlere yüclercesini eklemek kuşkusuz olasıdır. Tüm bu kişiler binlerce yıllık ulusal tarihimize sağlam temeller oluşturan yazarlar, uzmanlardır. İsimleri tanınan, ünlü olmuş şahıslardır, ancak Anadolu toprakları binlerce yerel araştırmacı, tarihçisi ile bir bütündür, en küçük kaynak bile büyük tezlerin öncüsü, yol açıcısı olabilir. Tarih devinimdir, hareketli ve gelişkendir, statikliğe ve statükoculuğa taviz vermez. İnsan ve mekan olan her yerde tarih vardır, tartışmalıdır. Resmi tarih ya da bilinçli olarak deforme amaçlı tarih, halkın tarihi değildir. Bunu özellikle tüm Anadolu topraklarını Helen veya Yunan kültürünün devamı olarak görenlere atfediyorum. Anadolu toprakları tarihin en eski ve en önemli uygarlıklarına sahne olmuştur.
Anadolu'da tarih katmanları fazla ilgi çekmez, batı kültürünü Yunan kültürünün üzerine oturmaya çalışan neredeyse şovenizme yakın görüşler, Küçük Asya'yı her zaman kendi çıkarları doğrultusunda göz ardı etmeye çalışmışlardır. Ancak zaman içinde yapılan sponsorlu ve prestij amaçlı yapılan bazı çalışmalar saklanan kırıntıları, geçmişi ve gerçekleri ortaya çıkarıyor. Bunun en önemlilerinden birisi Malatya Aslantepe kazılarıdır. O ana dek İ.Ö. 10 binli yıllarda metalin kullanıldığı ya da metalin ince işlerde kullanımı bilinmezken ortalığı altüst eden buluntular ortaya çıktı, kral tacı, kılıç, miğfer vs. Bu bilgiler ne yazık ki yalnızca özellikle arkeoloji ve mimari dallarında çalışanlara raporlar aracılığı ile ulaşıyor. Ancak normal insanımızın bu bilgileri çaba göstermeksizin edinmesi olası değil. Kitapların sayılı basımı, yayılmaması ve bedelleri, törpülenen araştırmacılık ve merak içgüdüsü ve  daha birçok etken bizleri bu bulgulara sanki özellikle uzak tutuyor gibi.
İşte bu noktada yerel araştırmacılar devreye giriyor. Amatör bir ruhla, karşılık beklemeksizin, kültürel aşınmaya karşı durmak için araştırmaya girişiyor, derleyip topluyorlar. 60'lı yıllarda gençliğini yaşayan bu kuşak, şimdi yitirdiğimiz bir alışkanlığın temsilcileri; yazmak, not almak, zamanı sabitlemek kaygısı ile yapılan tarihli araştırmalar. İsmet Aksoy bulunduğu yerde kendi kuşağının bölgesel anlamda en etkin elementlerinden birisi oldu. Bunu onu övmek, duygusal anlamda yücelmek olarak algılamayın, 60'lı yıllar; Ürgüp Turizm Geliştirme derneğinin etkin üyesi; dil bilen insanların sayılı olduğu bir dönemde İngilizceyi kendi çabaları ile Adana'da bıktırırcasına İncirlik üssü askerlerinin peşine takılarak öğrenmiş, o dönemde bölgeye gelen turistlere kolaylıklar sağlamak için kokartlı ilk rehberlerinden; ardından 63-64'lü yıllar, Anadolu'da ki fakir yaşama alternatif arayan bir gelişmenin seline kapılarak Almanya yolculuğu. Kimileri kaldı kimileri döndü ki bu ayrılıklar her zaman acılı olmuştur. "Gurbet"  ne acı söz. İsmet Aksoy bu göçe ilk katılanlardan. Onun Avrupa için olumlu beklentileri orada kaldığı kısa süre içinde uçmuş, yok olmuş, Nazi Almanyası sonrası otoriterliğin kırıntıları, gelişmenin iş gücünün sömürülerek sağlanması isteği İsmet Aksoy’u orada işçilerin yetkisiz savunucusu durumuna sokar. İşverenin çabaları ve bilinçsiz Türk işçilerin sahip oldukları işlerini kaybetmesi kaygısı, babamın kalışını güçleştirecektir ama o kalış süresinin kısalığına rağmen Almancayı kazanarak yurda döner. Bu konuda o dönem yaşadıklarını günü gününe tuttuğu Almanya günlüğünde isimler de vererek anlatır. O kaybettiğimiz yazma alışkanlığı bize önemli kişisel ve diğer bilgileri veriyor. Ardından Türkiye'ye dönüş…
64 sonrası onu ticarette ve turizmde diğer arkadaşları, akranları ile etkin olarak görürüz. Ünlü aktörler gelirler Kapadokya'ya o her zaman Hürriyetin bölge muhabiri olarak vardır ve Kapadokya adını öne koyarak haber yetiştirmeye uğraşır. Kimler yoktur ki bu aktörler arasında, Charles Bronson, Tom Curtis, Maria Callas, ünlü İtalyan yönetmen, şair, yazar Pier Paolo Pasolini, Yılmaz Güney, Salih Güney, Danyal Topatan, Bilal İnci ve bir çok isim. Bu çabası 75'li yıllara değin sürecektir. Ardından teknoloji toplumu olmaya başlamanın olumsuzlukları gündeme gelir, Anadolu'nunun ruhunda vardır doğa ve doğaya aşk. Sultan Sazlığına yabancı ve yerli dostları ile gittiği zaman doğanın ve canlının güzelliğini daha bilinçli algılamaya başlayacaktır. Bu ilgide kuş ressamı olarak tanınan Salih Acar'ın ve Belkıs Balpınar (Acar)'ın büyük etkisi olmuştur. 75-80'li yıllarda Doğal Hayatı Koruma derneğinin ilk 130 üyesi arasına girer.
Sözkonusu yıllarda iki çabası vardır, bölgede var olan veya göçle bölgeye ulaşan kuş türlerinin korunması ve Türk İslam eserleri müzesinin kuruluşu için çalışan Belkis Balpınar'a her açıdan yoğun destek. Belkıs Balpınar'la birlikte çevre camilerden bazılarındaki halı ve kilimlerin saptanması çalışmalarına kültürümüzü koruma adına yardımlar…
İsmet Aksoy'un yıllardır var olan fotoğraf merakının alevlenmesi, belgeselleştirme içgüdüsü, neredeyse profesyonel anlamda 80'li yıllar sonrası bir gelişme olmuştur. Daha önceleri gazetecilik amaçlı fotoğraf onu hiçbir zaman bırakmamış ancak 80'li yıllarda yalnızca anı sabitlemek kaygısının ötesine geçmiş ve artistik çabalar ön plana çıkmaya başlamıştır. Onlarca plaket, Anadolu'nun birçok yerinde yapılan sergiler her zaman Kapadokya'nın ve özellikle de Ürgüp'ün tanıtımı amaçlı olacaktır.
O her zaman meraklarını, sevdiği şeyleri başkalarına aşılamaya çalışmış, yardımını esirgememiştir. Kapadokya aşkı birincildir ve tüm çabası bulunduğu yeri tanıtma tutkusuna dayalıdır.
Ürgüp Dergisi, İsmet Aksoy'un yaşamında önemli bir aşamadır, o ana kadar düşündüklerini, aldığı notları geliştirmesi, kompozisyon haline getirmesi için bir aracı olur. Yazı yazmak kolay bir iş değildir, yazanlar veya yazmaya çalışanlar bilirler, bazen bilgi birikimi tecrübelerle oluşmuş ise yetmez. Eksik satırların pozitif bilgilerle doldurulması gereklidir. Anılar görecelidir, kişiden kişiye değişir, fazla da kural gerektirmez. Ancak ortaya tezler atacaksanız onun tarihi kaynaklarını, bilimsel çalışma örneklerini ortaya koymak zorundasınız demektir. Özellikle  tarih üzerine olan çalışmalar bunu gerektirir. Kazı raporları, yazıtların okunması, dilbilimi, arkeoloji, mimarlık, mitoloji bu yazılımların neredeyse temel kaynağıdır. İsmet Aksoy son yıllarda evini araştırmalarına kolaylık olması için kitaplarla doldurdu. Sahafların en iyi müşterisi, eski yayınları tutku ile arayanlardır. O tutkulu insanların arasına katıldı. Tezler, seramik üzerine buluntular -ki arkeolojik tarihlendirmede tarih saptaması açısından çok önemli bulgulardır-, Sümer, Hitit, Hatti, Kutsal kitaplar (özellikle Tevrat Hitit dönemini yaşamış ve tarihi açıdan değerlidir), dergiler, kazı raporları ve fotoğraf dergileri onun kütüphanesinin baş köşesine koyduğu yayınlar olmuştur.
Birçok kez onun sabah 5-6' da kalkıp mitolojik Anadol arabasıyla fotoğraf çekmeye gittiğine tanık oldum, uykusundan fedakarlık edip, sabah erken saatlerde daktilo -gazeteci alışkanlığıdır- başında kitapların arasında kaybolmuş babamızı zorla kahvaltıya getirdiğimiz olmuştur. Yemek bahane, görüşlerini anlatma ortamı idi o masa. Öte yandan dergiden gelen yazı talepleri onun yaşama amacı oldu, en küçük bir destek aldığı zaman yapamayacağı yoktu babamın.  Tüm bu çabaları, yazıları ürünlerini verdi. Örneğin o ana kadar bölgede kimsenin antik adını koyamadığı Wiyanavanda kenti sit alanı ilan edildi. Turgay Tuna, Mahmut Sabah gibi gazeteci yazar dostları ile görüşlerini ulusal gazetelere taşıma olanağı buldu. Böylesi anlarda onun gözlerinin pırıltıları çevresini aydınlatırdı adeta. Amatör ruhlu araştırmacıların yararları esas olarak bunlardır, tanınmayanı tanıtmak, korumak, korutmak. Bu konuda gerekli duyarlılığı gösteren kişi ve kurumlara özellikle de Ürgüp Belediye Başkanı Sayın Bekir Ödemiş'e teşekkür borçluyuz.
Onun sözleri ile "Ürgüp halkı fedakardır, vefalıdır. Kendisine çalışan insanları bilir ve karşılık beklemeksizin yüceltir." Bu vefayı, dostluğu, Ürgüp halkı onun son yolculuğunda, tüm yönetim birimlerini de yanına alarak gösterdi. Bir sokağın adı, Belediye Başkanımız Sayın Ödemiş'in önerisi, sokak sakinlerinin kabulü ve belediye meclisinin onayı ile İsmet Aksoy Caddesi olarak değiştirildi. Adı ve bıraktıkları sonsuza dek yaşasın, yeni kuşaklara öncü olsun. Ürgüp'ün buna her zaman gereksinimi var.
Bu yazıyı İsmet Aksoy’un kendi el yazısı ile hazırladığı bır konuşma taslağı ile bitirmek isterim.
“52 yıldır ben bu taktı sözünü hep duydum. Fotoğrafa taktı, tarihe taktı, Wiyanawanda şarap kentine taktı, Ürgüp’ün tanıtımına taktı.
1960’tan başlayıp, 1975’e kadar tam 15 yıl tanıtım amacıyla Hürriyet gazetesi Ürgüp muhabirliği, 1960’tan sonra ücretsiz rehberlik, yıllarca tarihi araştırma ve tam 52 yıldır kesiksiz bir turizm çalışması.
Ne yapalım, biz hep umutla yaşıyor, üzerimizde ilahi bir misyon görevi olduğunu düşünüyor, elimizden geldiğince birşeyler yapabilmek için canla başla çalışıyoruz.
Ürgüp’ün turizmle kimlik kazandığını unutmaz isek, yanlışlar yapmayız.
Saygılar sunuyorum." (İsmet Aksoy, 21.04.2004)
Nihat AKSOY

TURİZMDE YANLIŞLARIMIZ VE YAY GÖLÜ KUŞ CENNETİ”
Başladığınız bir işte en önemli olan şey, doğ­ruları bulmaktır. Eğer doğruları bulamazsanız hedeflediğiniz, planladığınız işlerde başarılı olamazsınız. Zaman kaybedersiniz, ortaya maddi olanaklarınızı koymuşsanız başarısızlık yüzünden tüm varlığınızı bitirirsiniz. Biz devlet ve millet olarak bugünkü çağdaş dünyada yerimizi almıyorsak bunun nedeni doğruları tam aramadığımızdandır. Bugüne değin, “Ne gelirse bahtıma” prensibiyle sin­toist felsefe, yani ecdadvari felsefe bizleri hedeflediğimiz işlerde daima bocalamaya, başarısızlığa götürmüştür.
Turizmde yaşadığımız bugünkü durum, bunun en açık örneklerinden sadece bir tanesidir. Ta başlangıçtan bu yana, yani turizme gönül verdiğimiz yıllardan bu tarafa hep “patladı, patlayacak” hayaliyle yaşadık, durduk. Patlayacak matlayacak derken arkamıza bakınca anladık ki, bir arpa boyu yol almışız. Neden patlamadı? Çünkü biz hedefi tam belirleyemedik. Turizmde ilk yapmamız gereken işi ta sonlara attık. Onun parasını düşündük. Ondan gelen günlük kazançlar yarınları düşünemez etti bizleri. "Nasıl olsa geliyor" diyerek kendimizi rehavete, rahatlığa verdik. Turisti bize taşıyan cazibeyi ve nesneleri göremedik. Cazibenin yahut kerametin kendimizde olduğunu zannettik.
Oysa, turizme başladığımız zaman onları buraya yani KAPADOKYA’ya taşıyan tarihi ve doğal değerlerimizi korumalıydık. Ürgüp ve çevresindeki kilise, manastır, şapel ve kaya barınakları korumak, onarmak sonra da ziyarete açmak için örgütlenmeli, dernekler kurmalıydık; pansiyon ve otellerden önce var gücümüzü o yönde kullanmalıydık. Ama gel gör ki, her işte olduğu gibi bunda da yanlış yaptık. Kimbilir? Belki de bunları isteyerek yaptık.
İtalya'ya 60 milyon turist gidiyor. Yıllık tu­rizm gelirleri 22 milyar dolar. Nüfusu 60 milyon olan İtalya, bizim ihracatımızı aşan bir geliri sadece turizmden elde ediyor. Çünkü orada da bizdeki gibi Roma, Bizans sanatı var. Ayrıca Rönesans us­talarının sanatı var. O halk sanatı seviyor, koruyor onlara göz nuru gibi bakıyor. Tablolar, freskler etkilenir diye, ziyaret ettiğiniz müzelerde bırakınız başka önlemleri, ses düzeyini kontrola alıyor ve titreşimlerin yapacağı hasarı dahi düşünüyor ve zararı önlüyorlar.

BİZ NE YAPIYORUZ?
Aynı kalitedeki Bizans kaya kiliselerinin çok az paralarla korunacağını bile bile sırf turizm ya­pıyor görünmek için, milyarlarca liraları otel, lokanta, kamping, bar ve daha başka yerlere harcıyoruz. Ama, söz konusu tarihi eserlerimiz, değerlerimiz olunca, 100 bin lira için bile elimiz cebimize gitmiyor. Bugüne kadar varlığını dahi fark etmediğimiz kiliseleri, bırakınız korumayı kaderine terkediyoruz. En kolayından onları korumak için demir kapılar dahi yaptıramıyoruz. Akılsız, geri kafalı, eski eser düşmanlarının eline bunları baka baka terkediyoruz. Onların acımasız tahribatına göz yu­muyoruz. Kiliselerden ayrı turisti bize taşıyan, turizmimizi besleyen doğayı, yaban hayatını acımasız insanlara, avcılara, avcılık değil kıyım yapan kişilerin insafına terk ediyoruz.
Kısaca, ne tarihten, ne doğadan, ne yaban hayatından anlamıyoruz. Sadece “biliriz” deyip bilgiçlik taslıyoruz.

YAY GÖLÜ HİKAYESİ
Erciyes'in güney kesiminde bir sulak alan var.
Belki de duydunuz. Adı YAY GÖLÜ ve SULTAN SAZI. Bir zamanlar çok değil, daha geçen yıllara kadar yüzbinlerce göçmen kuş türü flamingo, pelikan, kaşıkçı, balıkçıl, kaz, ördek, su çulluğu cinsinden milyonlarca kuş yaşıyordu. O yıllar Yay Gölü’nü görenler gözlerine inanamıyorlar, sanki cennette yaşıyorlardı. Yay Gölü'nün bir yaban ha­yatı harikası olarak ilelebet korunması gerekiyordu. Yani kuş rezervi yönünden Afrika’da ki Viktorya Gölünden sonra ikinciye geliyordu. Gel gör ki, bizim kendi bölgemizde yaptığımız yanlışı Devlet Su İşleri hiç hesap kitap yapmadan Yay Gölünde yaptı. Su rezervinin bulunduğu Yay Gölü’nün ucundan kuzeye Kızılırmak yönüne tarımsal yerler açmak ve bataklığı kurutmak bahanesiyle su boşaltma kanalları açtı. Kanallar açılırken uzmanlara ekolojik denge hesapları yaptırılmadı. Sadece mühendislik çalışmaları yapıldı. Kuşları besleyen organik maddeler vardı Yay Gölünde. Kanal açılıp, su kanallara gitmeye başlayınca Yay Gölü kurudu ba­lıklar böcekler kanallara gitti. İşte o zaman doğal ortam bozuldu. Bir zamanlar milyonlarca su ku­şunun göğü kapattığı sesli ortam bozuldu. Bir doğa harikası yok oluverdi. Şimdi belki orada ayağı ve kanatları kırık bir kaç kuş yaşıyor.
Birçok turizm acentası her gün o tarafa tur düzenlerken sonuçta bu gölü hiç yokmuş gibi göstermeye başladılar. Yay Gölünde neler, ne için ya­pıldı? Yapanlarda anlayamadan bir doğa harikası, bitmiş, bitirilmiş oldu.
İsmet AKSOY 1994

ÜRGÜP VE NECDET GÜNER
NELER YAPTI?
Bugüne kadar Ürgüp'te bazı çalışmalar oldu, kitaplar yazıldı. Bazı kültürel etkinliklerde bulunuldu, ama hiç kimse bunları yaparken, Ürgüp’ü bugünkü duruma getirenlerin başında turizme hem varlığını, hem de  kafasını, en hazini hem de bedenini harcayan değerli insanımız Necdet Güner’e yer vermedi. Belki birşeyler karalayanlar onu tam olarak tanımadıklarından mı nedir, anılmasına olanak vermediler. Tabii ki hiçte iyi etmediler. Şayet neşredilen o yapıtlarda Güner anılsa idi eserleri daha bir anlam kazanır, onun turizmde yaptığını bilen Ürgüplü vefalı, vefasız dostları takdir ederler ve de memnun olurlardı. Her neyse ben, turizm uğraşısında baştan sona onunla birlikte olmak mutluluğunu duyan birisi olarak bu yazımla onu anmaya çalışacağım.
Necdet Güner (Usta) kimdir? Ne yapmıştır? Biz onun biyografisini bir kenara bırakalım. Ürgüp’te efendiliği ve çevresinde sayılan, sevilen kişiliği olan mütevazi, çalışkan, hatırlı insan. PTT müdürü Ali Bey’in oğludur. O iyi bir aile ortamında yetişmiş, Ürgüp’ü ve Ürgüplüyü derinden seven, bu arada sanayi çaşısında tamircilik ve demircilik yaparak babası gibi çalışkanlığı sayesinde parasal birikim sağlayan Ürgüp’ün kalburüstü esnaflarından birisiydi. Necdet Usta turizme başlamadan önce hayli varlığa sahipti.
1960-62 yıllarının Ürgüp’ü adeta yokluklar Ürgüp’ü idi. Nüfus 5500-6000, birkaç han, hepsi elli yatağı geçmeyen sırf pazarcılar için hazırlanmış iki otel, birkaçının dışında alelade lokantalar ve pide fırını, hepsi bu kadar. Her cumartesi kurulan pazar için etraftan gelen satıcılar otel bulamıyorlar, düzensiz han odalarında uyumaktansa açık havaya çekilip üzerlerine aldıkları bir tür keçeden yapılan yamçıyla sabahlıyorlardı. İş hayatı yok denecek kadar azdı. Esnaf her cumartesi kurulan pazarı dört gözle beklerdi. Güçlü esnaf yoktu. Biraz palazlananlar da büyük şehirlere gidiyorlar, bir daha da dönmüyorlardı.
1952’den bu tarafa, Ürgüp, çalışkan  belediye Başkanı Ali Baran Numanoğlu sayesinde yapısal bir değişiklik geçirmiş, birçok yeni binalar, dükkanlar ve konutlar yapılmıştı. Ama kıt kanaat geçinen insanlar krediyle aldıkları mekanların vadesi dolan paralarını ödemeyince hepsi eski evlerine geri dönmüştü. Halı üretimi ve tarım, insanları zengin etmiyor, sadece yaşatıyordu, yeni yeni olanaklar yaratılmalıydı. Ürgüp ancak o zaman Ürgüp olacak, tarihte ki yerini alacaktı.
Birkaç yıldan bu tarafa yani 1960’dan önce pazarcıların dışında Ürgüp’ün hiç alışık olmadığı insanlar küçük gruplar halinde Ürgüp’e gezmeye geliyorlardı. Bunlar batılı seyyahlardı, yani turistler. Tipik özellik taşıyan bu insanlar Ürgüp ve civarını geziyor, görüyor, akşam Ürgüp’e dönünce halkla iletişim kuruyorlardı. Çarşıya çıkan, halkla anlaşmaya çalışan insanlar; “Çok güzel bir yöreniz var, bu tabiat dünyanın başka bir yerinde yok. Kaya barınaklar ve kiliseler sanat harikasıdır. Eksikleriniz çok, hazırlanın, burası dünyanın en önemli turizm merkezi olacaktır. Dinleneceğimiz oteller, iyi ve temiz lokantalar yapın, geleceğiniz çok parlak.”  diyorlardı.
İşte  Necdet Usta tam o günlerde Ürgüp’ün geleceği için kafa yoranların arasından sıyrılarak ortaya çıktı. Tabii ki herkes turizm düşünmüyor, bazıları üretim sahaları, yani fabrika kurulması gereğini ortaya koyuyorlardı. Ürgüp’e yapılacak her hizmette, yani bu gelen yabancılara hizmette “ben varım arkadaş” dedi. Hem aklını, hem de “her şey Ürgüp için” sloganıyla ortaya maddi olanaklarını da koyarak kolları sıvadı.

NELER YAPTI?                                                                      
Neler yapmadı ki? İlk önce bir gazete çıkarmaya başladı, yani yabancı seyyah­lar Ürgüp'e gelip gidiyorlardı, adı “Tu­ristik Ürgüp” gazetesi olabilirdi. Sonra onunla, uyardığı, bilinçlendirdiği insan­larla "Ürgüp’ü Tanıtma ve Turizm Der­neği"ni kurdu. çarşının orta yerinde ki­raladığı dükkanı Enformasyon Bürosu yaparak gelen yabancılara parasız bilgi  verecek yer hazırladı. Gazete etkinliğini kullanarak ve dilekçe üstüne dilekçe yazarak, Göreme'yi bugünkü statüye kavuşturdu. Yani açık hava müzesi hali­ne getirdi.
Dernek çalışmaları yoğun bir şekilde sürerken, Necdet etrafına aldığı bilinçli kimselerle, durmadan o günkü “Tarih ve Tabiat Güzelliği Ürgüp’ü Görünüz” Ürgüp turizminin Anadolu'ya açılan tek kapısı (tarih, tabiat her şey Ürgüp'te var…) sloganını lanse etme uğraşısını verdi.
Turizme inanmayan, Necdet ve ekibine karşı çıkanlara da bir slogan vardı. “Her şey Ürgüp için, Peri bacaları diyarını görünüz” yahut “hoş­geldiniz” v.s.
Necdet çok çalıştı, çalışmaları saymakla bitmez, kitaplara da sığmaz. Yine bir sabah kamyonetinin kasasına alışık olmadığımız  sac levhalar yerleştiriyor, yanında çalıştırdığı Mahir Usta’ya Ürgüp'le ilgili yazılar hazırlatıyordu. Nedenini sorunca, "yarından tezi yok, Ürgüp'ten başlayarak Edirne'ye kadar tanıtım gezisine çıkıyorum" dedi. Her çalışmasının semeresini görüp, Ürgüp'e akın başlayınca o yeni fikirler ortaya atıyor ve tanıtımı başarıyla yürütüyordu.  Ürgüp'te ilk turistik amaçlı ve kaliteli Peri Hotel ve sonra Pınar Otel'i yaptı. Şimdilerde ki dinsel bağnazlıkları görün­ce Necdet Usta'nın yaptığı musluklardan şarap akıtma işini düşününüz. Bizi ayrı perspektiften gören, Avrupa ve Amerika'da yaptığı etkin ve küçümsenmeyecek tanıtımı gerçekleştirdi.
O aynı zamanda çok cömertti. Ürgüp'e dolaylı yoldan yardımı olan in­sanlar onun otel ve lokantasında yer içer, hesap ödemeye gelince para al­mazdı. Nedeni sorulunca da cevabı hazırdı: "Herşey Ürgüp için." Parası az öğrenci turistleri Necdet Usta gerekirse işini, gücünü bırakıp arabasıyla Göreme'ye karşılık beklemeden taşırdı.
Ürgüp büyümeye başladı. Oteller, pansiyonlar birbiri ardına açılıyordu. Tabii ki her yeni açılan tesisler yenilikler getiriyor, Ürgüp'e yeni şeyler kazandırı­yordu. Ürgüp'teki yoğun hareket, çevre kazaları, hatta illeri kıs­kandıracak düzeye gelmişti.
Bütün bunlar, aydın ama her yeniliğe kucak açan anlayışlı Ürgüp halkının, desteği sayesinde gerçekleşti. Necdet, başlangıçtaki idealini hiç değiştirmedi. Kafasındaki Ürgüp’ü yapmaya çalıştı. Son zamanlarda dilinden düşürmediği bir sözü vardı. Çevresindekilere “Ben Ürgüp'e kendimi adadım, varlığımı orta­ya koydum, ya Ürgüp Ürgüp olacak, yahut ben sanayiye geri döneceğim. Elimden belki varlığım gider ama, çekicim ve sanatım elimden düşmez.” bu sözü bir turizm olayının gerçekleşmesi mi, yoksa bir mutluluk ifadesi miydi? Anlamak zordu...
Onu son defa, Emmi'nin lokantasının önünde turizmde olumsuzluklar yaratan esnafa kızarken gördüm. “Bak arkadaş, bizim yaptıklarımızı ne hale getiriyorlar, korkarım bu yüzden tekrar onarılmaya­cak yaralar alacağız, çalışmalarımız boşa gidecek” diyordu.
Ürgüplü kadir kıymet bilir ve de vefalıdır. Bu vefalı yönünü de, Sanayi Çarşısı 2. caddesine “NECDET GÜNER CADDESİ” adını vererek bir nebze olsun borcunu ödemiştir.
Seni tanıyan kuşak asla unutmayacaktır. Rahmetin bol olsun NECDET GÜNER…
İsmet AKSOY -1995

NASIL BİR TURİZM
Çağdaş insan yaşamak için kafası ve bedeni ile çok çalışmakta, yo­ğunlaşan nüfus ve düzensiz hayat şartlarından bulunduğu ortamda biraz da çevre kirlenmesiyle oldukça bunalmaktadır. İnsan eğer bedensel bir yoğunluk içindeyse, tabii ki vücudu, zihinsel bir çalış­ma ortamında bulunuyorsa, kafası yorul­maktadır.
Durmadan ve aralıksız çalışma ihtiyacı içinde olan bilgi çağı insanı, zihinsel ve be­densel yorgunluğu atıp vücudun sağlık ritmini bütünleştiremediği sürece, verimli olamamakta ve temposu yavaşlamaktadır. Bu olgu, ruhsal sıkıntılar biçiminde ki örneğin; ruhi bunalım, dep­resyon sinirsel aşınma "sürmenaj" mide rahatsızlıkları vs. şeklinde ortaya çıkmakta, sürekli verimlilik arayan toplumlarda dinamik gücü aza indirgemektedir.
İlimde, bilimde, teknolojide üstünlük sağlayan çok gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelerde, sosyologlar ve sağlık uzmanları kendi ülke insanlarına dinlence zamanı ola­rak verdikleri izinlerini iyi ortam yaratılan yerlere ve ülkelere gitmelerini önermekte, hazırladıkları kitap ve broşürlerle vatandaş­larını yönlendirmektedirler. Üstelik kredi şeklinde parasal destek sağlayarak tatillerini kolaylaştırmaktadırlar.
İletişim  olanakları, hayat standardı yükselen, bilgisi durmadan artan yorgun insan dar bir mekanda ve bulunduğu ortamda dinlenme zorluğu yaşamaktadır. En iyi ve hızlı dinlenme şekli insanın geçici bir süre bulunduğu ortamdan ayrılmasıyla mümkün olmaktadır. Bir de insanın doğasında var olan gezme, görme, araştırma tutkusu yukarda anlatmaya çalıştığımız olaylarla birleşince günümüzde vazgeçilmez bir sosyal yaşam biçimi haline dönüşen, aynı zamanda, kurumsallaşan bir olgu ile karşı karşıya bulunuyoruz ve biz buna "TURİZM" diyoruz.
Bütün bunları anlatırken turizm tarihinin yeni olmadığını insanlığın doğuşuyla başladığını bilmemizde fayda vardır. Dinlerce de yolculuk kutsallık taşımaktadır. Yüce dinimiz İslam, gezmeye, görmeye, öğrenmeye çok büyük önem vermiştir.
Gelenek ve görenek olarak benimsediğimiz konukseverlik toplumumuzca bu yüzden çok değer taşımaktadır. Ankebut suresi 20'nci ayeti insanları yeryüzünde seyahat edip yaratılış mucizelerini görmeye, araştırma yapmaya çağırmaktadır. Burada şu anla­şılmalıdır,  insanlara dinen verilen seyahat özgürlüğü vardır. Bu da turizm olayının insanlarımızca haklı olarak benimsenmesi gerektiğini ortaya koyar.
Turistlerinde bilmesi gereken konular vardır. Örneğin turist, kabul eden toplulu­ğun töre, inanç davranışlarına karşı anlayış göstermeli, doğal kültürel değerlerine saygı duymalı, yasaların öngördüğü koşulları daha o ülkeye girmeden öğrenmeye çalışmalıdır. Turisti karşılayan halkın misafirperverlik, in­celik, uyumlu insancıl ilişki göstermesi ge­reklidir. Yerleşik halk, bunun bilincindedir. Aynı özveriyi karşısındaki müşteriden bekle­me durumundadır.
Turizmde çok değişik ilgi alanları vardır. Bilimsel kuruluşlarca dünyada bugüne değin yapılan anket ve araştırmalarda 50'den fazla turizm çeşidi olduğu anlaşılmıştır. İleri ülke insanları dinlenmek, zindelik kazanmak için henüz kirlenmemiş denizlerin olduğu ülkelerdeki yerleşim bölgelerine gitmektedirler. Dinlenmek için, son yıllarda önem kazanan bir başka turizm çeşidi de “YAYLA”  yahut “DAĞ”  turizmidir. Biz bunu doğaseverlerin ilgi alanı kabul edersek tümüne ekolojik turizm şeklinde yaklaşabiliriz, kısaca Eko­turizm'dir. Sırf tarihi yerleri dolaşmak aynı zamanda alışveriş yapmak amacıyla hazırla­nan Turizm "Master" turizmdir. Tabiatıyla in­san alışveriş yaparak ta dinlenebilir.
Kendi ülkesi dışındaki başka ülkelerdeki yaban hayatını, bitki örtüsünü inceleyip araştıran “botanik bilimi” vardır. Bu tür araş­tırma yapan gruplarca tarihi yerler fazla önem taşımamakta onlar, daha çok çevre turizmi yapmaktadırlar. Benim bugüne değin ilgimi çeken bir değişik sosyolojik oluşum vardır. Çok ileri bir ülke olmasına rağmen farklı anlayışlarıyla potansiyel müşteri olarak önemsenmesi gereken Japon turistlerdir. Bu ülke insanları dinlence olarak deniz kenarlarını plajları tercih etmemektedirler. Onlar di­ğer Avrupa, Amerika insanının aksine, tatillerini alışık olmadığımız zamanda kışın yap­makta, vakitlerinin çoğunu müzelerde geçir­mektedirler. Avrupa ülkeleri bu olayı keşfetmişler müzelerini en mükemmel hale getir­mişlerdir. Gerek İtalya, gerek Fransa bu sahada Japonlardan büyük gelir elde etmekte­dirler. Zira, kışın deniz turizmi yapılma ola­nağı olmadığına göre, Avrupa’daki yoğun japon müşteri sadece müze turizmiyle ilgi­lenmektedir. Bu akımı bizde yavaş yavaş başlatmalıyız.
ANCAK HAZIR DEĞİLİZ
Henüz hazır değiliz. Ürgüp’ümüz bu ko­nuda örnek olmalı ve müzesini genişletmeli­dir. Arkeolojik, etnografik değerlerin yanın­da halı, kilim, el sanatlarlarımızdan oluşan, yine bugünkü yerinde, kadrosuyla birlikte Kayse­ri yoluna doğru uzatılmış ve genişletilmiş müze Ürgüp’e çok şey kazandıracaktır.
Bu konu son yıllarda gündeme gelmiş, konuşulmuş, sadece lafla yetinilmiştir. Müzenin inşaası, büyütülmesi çağdaş müzeciliğin ­uygulanması Ürgüp’te turistin kalma gününü uzatacaktır.
Bir diğer konu, turisti inşa ettiğimiz modern olan binaların arasında dolaştırıp onların bir dakikasını dahi alamayız. Çevre kir­lenmesinin temizlenmesi bizim dışımıza ta­şıp hükümet politikası olmuştur. Ancak bi­zim yapacağımız şeyler vardır. Hemen tü­müyle ülkemizde görülen kirlenmenin önemsenmesi, üzerinde düşünülmesi gere­ken çok önemli sorunlarımızın başında gel­mektedir. Umarız turizm kuruluşlarımızın gündeminden bu olay düşmez. Zira bilme­yerek çok şeyler kaybederiz o zamanda iş işten geçmiş olur.
KAYNAKLAR
Çevre ve Ekoloji: Mine Kışlalıoğlu - Dr. Fik­ret Berkes
Kelaynak DHKO. Kıyı Yönetimi Bölümü
Süleyman Ateş, Milliyet “Kuran’da insan hakları”
T. Seyahat Sosyolojisi - Robert LANQUAR
İsmet AKSOY- 1995

ANILARLA  ÜRGÜP
KAYNAKÇA
1950'lilerin Ürgüp’ü unu­tulmaz güzellikte idi. Cumhuriyet meyda­nından yukardaki Büyük Selçuklu Camii doğrultusundaki sıra sıra dükkanlarda sanatın en güzeli yapılıyordu. En güzel at koşumları, tabii cıncık boncuk süslemeleriyle, en dayanıklı çivili yemeniler, ayakkabılar, lapçınlar buralarda üretiliyordu. Esnaflık, Ahilik ve Lonca dayanışması içerisinde buralarda değişmez ticari ahlak kurallarına harfiyen uyuluyordu. Ustalık çıraklık geleneği içinde yetişen nice yetenekli ustalar vardı. Ismarladığınız şeyler için en az üç ay beklerdiniz. örneğin; Nenfer Ustayı kim unutabiliyor? Onun yaptığı ayakkabıları kullandıkça “Yahu neden eskimiyor, bari eskise de yenisi ile değiştirsek” demeden edemiyordunuz.
Ürgüp evlerindeki tezgahlarda şalvarlık için yapılan ince çuha kumaşlar, belki de ipek dokumalar hala bazı evlerden bu tezgahlar çıkıyor. Atlar için yapılan eğerler, semerler, palanlardaki estetiği, sağlamlığı yurdun başka hiç bir kesimin­deki ustalar yakalayamadılar. Yani o günlerde her evde bir kaç at ve merkebin bulunduğu yurdumuzda Ürgüp'te yapılan hayvan takımları aranılan şeylerdi. Büyük Selçuklu Camii önündeki dükkanlar eğlence yeri değildi. Selçuklu geleneğinin yaşadığı bir üniversite özelliği taşıyordu. Kayseri-Konya ikilisi içerisinde ibadet için büyük camiye gelip gidenin aydınlandığı, feyz aldığı, gerçek İslam’ı ehlinden öğrenip Konya ve Kayseri'ye taşındığı ilim merkezleri idi.
Hacı Kurralar, Müderris Hacı Hüse­yinler, Kutup Hocalar, Menzilciler, Arpa­cızadeler, Ama Hocalar, Erenler, Yahya Efendiler, hep bu ocakta, Selçuklu Camii ve Medreselerinin bulunduğu yerde yetişti­ler. Mevlana'nın hocası, Seyyid Burhane­ttin muhtemeldir ki; Konya'dan Kayseri'ye gidip dönerken Ürgüp'te konakladı. Dost meclislerine katılıp feyz alıp verdi. Çünkü Konya yolu üzerinde kervan güzergahı Ürgüp'ten başka bir yerden geçmiyordu.
Ürgüp, halı üretiminin merkezi durumunda idi. Mahalle aralarından ge­çerken, evlerin girişinde havadar ve rahat çalışma ortamının yaratıldığı mekanlarda kurulan halı tezgahlarından taşan tarak sesleri sokakları sallar, ister istemez o yöne bakar, hep güzellikleri görürdünüz. Eli kınalı, gözü sürmeli kızlar, gelinler, ilmikleri bir makina çabukluğu içinde herbiri aranan büyük sanatsal değer taşıyan Ürgüp halılarını üretirlerdi.
Ağtepe, İbici, Ulaşlı kesiminden geti­rilen, mevsiminde altın gibi kızaran parmak ve çavuş üzümü, küfelerindeki salkımları ister yiyin, ister yemeyin seyretmek bile yeterli idi. Cömert Ürgüp insanı hem halı dokuyanlar, hem de gelip giden konu komşu nasiplensin diye sepetleri hemen­cecik evin iç kesimlerine taşımazlardı. Kızların çabuk evliliği iyi halı dokumasına bağlı idi. Yani kız iyi halı dokursa aranılan eş anlamına geliyordu. Bugünkü Cumhuriyet meydanı etrafında dükkanlar ve bedestenler vardı. İki ayrı bedestende manifaturacılar, attarlar, terziler faaliyet gösteriyorlardı. Ürgüp'te yetişen terzi kalfaları Ankara ve İstanbul'un aranılan vasıflı ustaları idiler. Tabii demirciler de öyle. Ürgüp nüfus yoğunluğu olmamasına karşın bir üretim merkezi idi. Halı üreten evlerden çıkan ve halı pazarında satışa sunulan halılar her hafta nerdeyse bir kamyonu dolduracak kadar çoktu. Tüc­carlar Ürgüp'te dokunan halıları kapışır, kimse onları pazardan eve geri taşımazdı. Yani muhakkak müşteri bulurdu. Desen ve nakışlardaki güzellikler insanı şaşırtır nitelikte idi. Halil Ağaların, Alaman İsma­il'in, Civillerin yaptığı Orta Asya, Azerbeycan motifli, Kafkas halılarının motifleri, zor şartların hüküm sürdüğü o günkü durumda nasılda Ürgüp'e taşınıp yöre halısına uyarlanmıştı. Doğ­rusu şaşmamak olası değildir. Ben hep düşünmüşümdür. Neden Saruhan gibi en güzel Kervansaraylar bu kesime kuruldu? Cenovalı tacirler, batılı tüccarlar Saruhan'a kapağı atıp Ürgüp'ten Avrupa'ya taşıdıkları malları, halıyı, çuha dokumayı, ipeği “ÇİN'den getiriyoruz” diyemezler miydi? İpek yolu ve Çin'in adı vardı. Elbette oraya gidiliyordu. Ama o günkü Anadolu ve de Ürgüp, bilimi ve sanatıyla arka planda değildi.
Bizim en tatlı anılarımız kaya­ların arasında kurulu bu sihirli mekanda şekillendi. Temenni Tepesi'ne yaslanan Hüseyin Akdeniz'in kayadan oyma kahvesinde oturak alemini anımsatacak konserler düzenleniyordu. Kemani Kenan ustanın sanat müziği konserlerini Mualla’nın oryantal dans gösterilerini, yeni bıyığı terlemiş delikanlılar heyecanla bekler o günün gözde şarkılarını hep bir ağızdan söyleyerek kaya damı neşeye boğardık. Hele Yıldız siyecindeki mayıs başları­ndaki Hıdrellez kutlamaları, bayramlar­daki kızlı erkekli duayeri toplantıları ve Cızzak eğlenceleri bambaşka bir heyecan verirdi insana. Tabii belli günlerdeki bağbozumu bayramları unutulacak cins­ten günler, zamanlar değildi. Hele hanlardaki kahve alemleri, nargile sofaları, Ali Ağaları Kayıkçı dedelerin fırında nar gibi kızartılan ve Arife gününe hazırlanan baklavalar, iyi komşuluk ilişkileri içindeki aileler arasında karşılıklı hazılanan kıymalı pideler. Sonraları ticari şekle dönü­şerek Ürgüp dışına taştı ama Ürgüp kıymalısını yakalayamadı. Ürgüp han ve kahveleri tavlada büyük oyuncularını da yetiştirdi. Hasan Hüseyin Ağa'nın basık tavanlı han odasına 66, prafa ve tavla partilerini bilenler hala anlatır durur. “En iyi oyuncuyum” diyen ve öğünen ustalar, geleneksel tavrıyla iyi oyun oynayabile­ceği dahi düşünülemeyen Niyazi'nin Mehmet Ağa'nın önünde sapır sapır dö­külürler, aldıkları yenilgi karşısında “Ben aklımı mı kaybettim acaba?” diyerek akıllarını başlarına toplamaya çalışırlardı.
İsmet AKSOY-1995

BİR BAŞKA GÖREME
Pancarlı kiliseleri
Pancarlı, Sarıca, Kepez kilisele­ri turizmin tüm çevrede yayılması dolayısıyla hareket alanı daralan ve verimi düşen Ürgüp turizmine Göreme ka­ya kiliselerinin etkisini sağlayacak yegane kaya kiliseleri Pancarlı kiliseleridir.
Varlığı yıllarca gözardı edilen ve bir tesadüf eseri 6 yıl önce yeni alınan bir fotoğraf makinasının deneyimi için bir arkadaşla doğal görünümlü yer arayışına çıkıp karşılaştığımız bu enfes kaya kilisenin yerini ilgili yerlere bildirip yol açıl­masını sağlamamış olsaydık, bu ki­liseler bu gün bile korsan turizmciler tarafından insaf ölçülerini aşan bir şekilde, acılmasızca kullanılıyor ola­caktı. Söz konusu kiliselerin turizmin başlangıç yılları olan 1960'larda ortaya çıkarılıp tanıtılamaması yüzünden Ürgüp turizmi burada sayılamayacak kadar büyük zararla­ra uğramıştır. Bu zararın onarılması ise hayli güç görünmektedir.
Ürgüp’ün güney kesiminde Mustafapaşa yolu üzerinden 6 km. gidildiği takdirde, kiliselere ulaşıl­maktadır. Ancak, Cingili bayırdan Karahandere yolu ile mesafe kısal­makta, yol 3 km.ye düşmektedir. Hakim bir tepe üzerinde kayalara oyulan Pancarlı kilisesinin bulunduğu yer, Ürgüp kesimini de içine alan panoramik bir manzaraya sa­hiptir. Denilebilir ki bu kilise mima­risiyle, fresklerdeki renk zenginliği ve mükemmel konumuyla Kapa­dokya kaya kiliselerinin en görkem­lisi durumundadır. Bu kilisede iki oluşum göze çarpmaktadır. Birinci­si, Hristiyanlığın ilk yıllarında kaya içine oyulan ve sadece basit çizgiler ve kapı üzerine Kapadokya kilisele­rinin hiç birinde olmayan kitabeyle süslenen ilk kilise, ikincisi ise resim yasağının sona erdiği ikonalı ve resimli kilisedir. Her iki kilise küçük bir kapıyla içerden birleştirilmiştir. Küçük kilise muhtemelen 3.üncü asırda inşa edilmiştir. Şayet Kapadokya kaya kiliseleriyle ilgili bilim­sel çalışmalar ve araştırmalar yapılmış, Pancarlı ve kayalara gizlenen Sarıca kiliseleri görmezlikten gelinmiş ise, araştırmalar sağlıklı değildir. Zira çözülemeyen kitabe tarihi gerçeklere ışık tutacak nitelik­tedir.
BU KİLİSELER TANITILMIYOR.
     Ürgüp'e yakınlığından dolayı pasan turistlerde bağımsızlık yaratır ve kontrol azalır düşüncesiyle Ürgüp içinde faaliyet gösteren turizm kuruluşlarınca görmemezlikten gelinen, kataloglarda ve gezi planlarında gösterilmeyen bu 4 kilisenin saklanması ya da anılmaması kısa vadede kazançlı görünebilir, ancak bu Ürgüp turizminin geleceği açı­sından çok zararlıdır.
Pancarlı, Sarıca, Kepez kiliseleri bir bütün olarak düşünüldüğünde Göreme’ye eşdeğer bir açık hava müzesi olması Ürgüplü turizmcile­rin bilinçli çalışmasıyla başarılacak­tır. Yerleşim yerine yakınlığı dolayısıyla okullarda yabancı dil eğitimi gören gençler, bu kesime yaya giden ziyaretçiye eşlik ederek, hem gelen yabancılarla tanışacaklar, hem de yabancı dillerini pratik olarak geliştireceklerdir. Ayrıca turizmciler kısa mesafe yürüyüş turları düzenleye­rek Ürgüplüler Derneği'nin amacına uygun şekilde Ürgüp turizmine canlılık kazandıracaklardır.
Şurası unutulmamalıdır ki, kilisele­rin Göreme konumuna gelmesi için gereken önem verilmelidir. Pancarlı kilisesinin etrafında bulunan en az 10 hakim tepeden bir tanesi Kanlıkaya, Pancarlı’yı gözetim altında tutuyor ve o dönemde buranın güvenliği sağlan­maya çalışılıyordu. O hakim tepelerde yine kayadan oyulmuş evler, odalar, ilginç gözetleme yerleri vardı. Koruma yerlerinin çokluğu burada Göreme yöneticilerinin yani  baş rahibin sürekli kaldığı izlenimi­ni vermektedir. Etraftaki hayvan ahırlarının, konaklama ve mutfak yerlerinin çokluğu bu düşüncemizi doğrulamaktadır.
Sonuç olarak Ürgüp'te turizme gönül verenler ve bu sahada çalışanlar ta Aksaray dolaylarındaki köylere ve tuhaf isimle anılan vadi­lere tur düzenleyenleri uyarıp Pan­carlı'nın varlığını onlara hatırlatmalıdırlar. Ürgüp'te 150 senelik yıkılmış bir kiliseyi kaybedilmiş hazine olarak, düşünenler, eğer yakınların­da ikinci bir Göreme’nin varlığını bilmiyorlarsa, sözkonusu yerlere gi­dip Pancarlı’nın Kapadokya'nın kalbi durumunda olduğunu bilmelidirler.
İsmet AKSOY-1995

Bir doğa mucizesi Ürgüp Kalpaklı Kayaları
İlkbaharın başlangıcında yağmurun verdiği ıslaklıkla renk tonları biraz koyulaşarak, eğer yaz ayları kurak geçmişse ki; genellikle öyledir, grileşen renk tonlarının açıldığı ve Ürgüp beyazına dönüştüğünü hayretle görüyoruz. Kayaların ve Doğal ortamın; güneşin dönüşüne bağlı olarak da ayrıca panoramik başkalaşım armonisi vardır. Hele, mayıs ve haziran aylarını içine alan zaman dilimi içinde doğa, yabani çiçeklerle bir yeryüzü cennetni andırmaktadır.

ÜZERİNDE YAŞADIĞIMIZ ÜRGÜP BÖLGESİ TARİHİ
Adıyla Kapadokya diye anılan bu bölgenin doğal oluşumu, Dünyanın hiç bir yerinde eşine rastlanmayan bir güzellik ve ilginçlik taşımaktadır. Volkanik kaya blokların ve bazalt türü sert taşların rüzgar ve yağmurdan aşınması sonucu ortaya çıkan acayip şekiller, koniler ve kalpaklı oluşumu ile görünümü muhteşem diyebileceğimiz bir manzara sergilemektedir.
Bu bölgenin harikulade doğal oluşumunun övgüsünü duyan başka ülke insanları Ürgüp etrafındaki güzellikler karşısında adeta büyülenmekte, bir çoğu tekrar tekrar Anadolu’ya gelerek, değişik zamanlarda aynı heyecanı duymaktadırlar. Değişik zamanlar diyorum volkanik kayaların güzellikleri mevsimlere ve hava şartlarının durumuna bağlı olarak her an değişmekte, farklı manzaralar ortaya çıkmaktadır. Örneğin; karlı havalarda bir başka, ilkbaharın başlangıcında yağmurun verdiği ıslaklıkla renk tonları biraz koyulaşarak, eğer yaz ayları kurak geçmişse ki; genellikle öyledir, grileşen renk tonlarının açıldığını ve Ürgüp beyazına dönüştüğünü hayretle görüyoruz. Kayaların ve doğal ortamın; güneşin dönüşüne bağlı olarak da ayrıca panoramik başkalaşım armonisi vardır. Hele, mayıs ve haziran aylarını içine alan zaman dilimi içinde doğa, yabani çiçeklerle bir yeryüzü cennetini andırmaktadır.
İsterseniz volkanik oluşumların yoğun olduğu kesimlere, örneğin Karahandere mahallesinin arka kısmına yani Ürgüp Ortahisar arasındaki yüksek tepeciklere çıkan, peri bacalarıyla Erciyes dağının insana yücelik duygusu veren manzarasını bir görün. Ürgüp'ün kuzey kesimine doğru 3 km. giderek Ağtepe eteklerinde her türlü canlı varlığa, insana, kuşa, kurda, kuzuya, aslana, yılana, kartal ve deveye benzeyen peri bacalarının arasından Ürgüp görüntüsünü izleyin. Tabiatıyla biraz ilerdeki Devrent vadisindeki volkanik kayaların verdiği gölgeli güzellikleri doyasıya seyrey­leyin. Fotoğraf makinanız varsa, gördüğünüz manzaraları kendi açınızdan tespit edin ve sonuçta onları dikkatle izleyin, göreceksiniz ki; bu bölgedeki güzelliklerin misli menendi yoktur ve de eşşizdir. Zamanınız varsa Ayvalı yolundan Mustafapaşa kasabasının arka tepelerine, oradan Taşkınpaşa vadisindeki yoğun peribacalarına gidip, oradan Soğanlı vadisine uzanabilirsiniz. Karlık ve Yeşilöz'den Hodul dağına tırmanın. Çökek kesimine giderek Sarıhıdır’ın Kızılırmak boylarındaki güzelliklerini görmeye çalışın. Ben nerede ise 45 yıldır bir doğacı olarak bu orjinal doğa gü­zellikleri turizme faydalı olmak amacıyla araştırıyorum ve fotoğraf merakım var. İnanın her gittiğim yere her an değişik zamanlarda tekrar gitmek ve görmek istiyo­rum. Devletimiz haklı olarak bu bölgeyi doğal ve tarihi milli park kapsamına alarak bölgenin önemini benimsemiştir.
Bir büyük tarihçi, edebiyatçı ve Ürgüp hayranı yazar Doç. Dr. Şadan GÖKOVALI, her yıl bir kaç kez İzmir’den Ürgüp’e getirdiği gruplarıyla Kızılçukur'dan güneşin batışını izlemiş olmalı ki, büyüleyici güzellikler karşısında dayanama­mış, "Kapadokya" diye başladığı şiiriyle ne de güzel anlatmış yöremizi:
“KAPADOKYA”
Bir kızıl gül açmış Anadolu'nun yüreğinde,
Misli menendi görülmüş değil.
Türkmen kızının çeyiz kilimi güzelliğinde,
Övüldü, övüleli dürülmüş değil.
 Yalnız peri bacaları, volkanik oluşumlar, doğal güzellikler, kaya­ların zirvesinden eksilmediği dağlar, tepeler, yamaçlar mı var böl­gemizde? Elbette değil. İnsanlığın dünya yüzeyinde yaşamaya başladığı dönemden günümüze kadar bu bölgede kayalara oyulan mağaralar, evler, odalar, ahırlar, yer­altı şehirleri, tünelleri, tığrazlar, devrentler, tapınaklar, bu yolları doğal güzelliklerimizi tamamlayan onları tarihi yapıtlarla süsleyen nadide zenginliklerimizdir.
Bir değerli arkadaşım vardır. Başarılı bir öğretmen olduğundan devlet tarafından Türk çocuklarını eğitmek üzere batı Trakya'ya gön­derilir. Bir gün kendisine, isterse, her zaman düzenlenen turla tepe göz diye anılan mağarayı görebi­leceği söylenir. Gezme, görmek meraklısı öğretmen arkadaşım bu tura istenen ücreti ödeyip katılma­ya karar verir. Ertesi gün ülkenin başka yerlerinden gelip mağara­ya giden gruba katılır ve bir te­penin üzerinde mağaraya benze­yen bir yere gelinir. Gruba reh­berlik yapan Yunanlı rehber, mağaranın emsalsiz bir yer olduğunu, tarihi kimlik taşıdığını anlattıkça anlatır.
Ürgüp doğumlu öğretmen ar­kadaşım bu duruma dayanamaz. Yunanca bilen bir Türk'ten yardım isteyerek rehberi bir köşeye çeker ve sordurur.
“Yahu arkadaş sen ne diyor­sun? Burası Kutsal kitaplarda ge­çen tepe gözün mağarası mıdır? Sen öyleyse, mağara görmemişsin­. Gel bizim Orta Anadolu'daki Ürgüp ve dolaylarını da gör, orda ne tepegöz mağaraları, delikleri, tapınakları var. Gör olmaz mı?” der.
Yunanlı rehber arkadaşa, baş­tan “aman sus, biz Kapadok­ya'yı, Ürgüp'ü, kayalarını periba­calarını, mağaralarını, yeraltı ş­ehirlerini hepsini biliyoruz. Ancak, bu bir turizm olayıdır. Bu yüzden bir hareket yaratıp geçinmeye, yaşamaya çalışıyoruz, anladın mı?” der.
Ben hep düşünmüşümdür. Bu günkü koşullarda Kapadokya diye anılan bölgede insanlık tarafından gerçekleştirilen tarihi yapıtların parasal maliyetini ortaya koysak, ekonomik yönden en gelişmiş zengin ülkelerin ne bilgisi ne tekniği, ne de parasal kaynakları bu işe yetişmez. Böyle bir eseri yapmaya insan oğlunun gücü yetmez.
Yüce Yaratan, bu oluşumların üstünde yaşadığımız dünyada var olan tüm yaratıkların, daha henüz onlar yokken, maketini mi yapmış ve emsalsiz estetik yaratarak onların uygunluğunu Peribacalarıyla müj­delemiştir. Taş kaya değil midir, deyip geçmeyelim bu mucize oluşumlar bizim insanımıza Tanrı'nın hediyesidir. Kıymetini bilelim.
Kurulmuş ve kurulacak der­neklerde toplanıp tanıtmaya çalışalım. Onları yok etmeye uğraş­mayalım, korumaya bakalım.
İsmet AKSOY-1995

DİLLERDEN DÜŞMEYEN R TÜRKÜ
“CEMALİM” Ailemin Türküsü
Yıllardan beri çalınan, söyle­nen ve zevkle dinlenen  halkımıza malolmuş Ürgüp’ümüzün adeta sembolu diyebileceğimiz “Cemal'ım türküsü annem Şerife’yi, babam Hayrullah’ı ve de benim ailemi ilgilendirmektedir.
Annem Şerife 93 yaşında iken geçen yıl öldü. Ancak 14- 15 yaşında bu tarafa yani genç yaşından evlenip birkaç yıl mutlu bir hayat yaşadıktan sonra bir hain tertipe uğrayan sevgili kocası Cemal'i kaybederek bir oğluyla çocuk yaşta dul kalınca, o günün zor hayat şartları altında olayın derin etkisinde kalmıştır.
Cemalim türküsü bir ağıttır. Ölen kocasına annem Şerife’nin bir ağıdı. Anadolu'da onulmaz acılara uğrayan genç ve yaşlı kadınlar kaybettikleri sevgililerinin başında, şayet ölen gençse ağıtlar daha bir yakıcıdır. Bunun adına "ağıt yakmak" denir. Etraftakileri üzmemek için ilk önce biraz kontrol altında tutulan ağıt, olayın ciddiyeti anlaşıldıkça çoğalır, mısralara dökülür.
Sade ağıtın halk arasında bilhassa kadınlar arasında pek anlamı yok­tur. Tuzsuz çorbaya benzer ve sevgiyi göstermez. Taziye'ye gelenler dışarı çıkınca olur olmaz konuşur­lar, evde yas tutulmadığı söylenir.
Belki ağıtı yakan, olayın etkisiyle nasıl bir türkü yakıldığının farkında bile değildir. Ama ağıt şayet orada bulunanları etkilemiş ise, bazı genç kızlar onu teyp kıvraklığı içinde kafalarına nakşederler ve söyleneni kuşaktan kuşağa taşırlar. Annem Şerife'nin ağıdı da böylece günü­müze gelmiştir.
Ürgüp'ten çıktığımı görmüşler,
Başkadın Pınarına pusu kurmuşlar,
Seni öldürmeye karar kılmışlar,
Cemal’im Cemal’im algın Cemal’im,
Al kanlar içinde kaldın Cemal’im.
Bir ağa oğlu varlıklı ve hatırlı ailenin erkek güzeli oğlu, Cemal'in öldürülmesi ailenin yaşadığı dere köyleri hemen tümüyle üzmüştür. Çünkü büyük ailenin akraba ve efradı çoktur. Kalabalık bir taraftarı ve sevenleri vardır. Ağıt kendi başına yıllarca dilden dile söylenmiş durmuştur. Ne zaman ki babamın işi şakaya dökerek “herkese bir türkü yaktın ama, bana birşey söyleyemedin” diye takılması sonucu, mesleği gereği, olaylar, ağıtlar, deyişleri araştıran Refik Başaran’ın bu ağıdı ilk önce saza, sonrada plağa aktarması sonucu ağıt ölümsüzleşmiştir.
Bu türkü ilk önce aile tarafından pek ciddiyete alınmamış, usta Başaran’ın namelere bir sihir ve ahava vermesiyle ağıt popülarite kazanmış ve hemen herkes tarafından düğünde, dernekte her vesile ile söylenmeye başlamıştır. Bir müddet dul kalan sonra da babam Hayrullah ile ikinci evliliğini yapan ve onunla çocuğa kavuşan annem Şerife’nin bu türküyü duyması, dinlemesi, sonra da üzülmesi doğaldır ki, o günlerde biz çocuksu duygularla türküyü duyunca pek umursamaz, ancak annemin gözünden süzülen yaşlara bakmadan da edemezdik. Tabii ağıtların devam etmesi çocukları nasıl etkiler, onlarda ne gibi sıkıntılar yaratır, bunu anlamak zor değildir. Cemal babamın amcasıdır. Onun öldürülmesi annem kadar babamı da üzmüştür. Ölen ölmüştür ve yapılacak pek te birşey yoktur. Bu türkü Başaran yahut başkaları tarafından söylenince tüm aile bireyleri bir burukluğun içine düşerdi. Annem aradan uzun yıllar geçmesine rağmen Cemal’i derinden sevdiğini onu asla unutmayacağını, unutmadığını söylerdi.
 Babam da annem Şerife’nin Cemal’e duyduğu derin bağlılığı anlayışla karşılamıştır. Öyle ki oğullarından üçüncüsüne, yani benim küçük kardeşime ölen Cemal’in anısına babam tarafından Cemal adı konmuştur.
Sadece duyuma dayanan, olur olmaz hikayeler anlatılan, zemin ve zaman düşünülmeden aileyi iğneleyici tarzda çalınan ve söylenen türkünün doğal olarak annemin duygularına bağlı olan bizleri de üzdüğü olmuştur. Bir Cemal vurulmuş, iki Cemal’den kalan oğlu Mustafa, birkaç yıl geçmeden hasat zamanı dağ tarlalarının birinde at tepmesi sonucu ölmüştür.
Mutlu olduğu zamanlarda unutmaya çalıştığı acılar bir türkü ile tazelenmiştir. Arasıra aile, bu türkünün söylenmemesi, çalınmaması için neler yapılması gerektiğini araştırmıştır. Ancak halka malolan ve folklorik değer kazanan türkünün hikayesinin gerçekleri ortaya koyması ve meraklıların merakının giderilmesi için Sayın Hasan Şahin’in araştırma çalışmalarını tüm aile anlayışla karşılamıştır.
Ayrıca Ürgüp dergisi yöneticileri bu olayı önemsemişler, derginin ikinci sayısında ilk ciddi araş­tırmayı  yapan Sayın Hasan Şahin’in çalışmalarına özel bir yer vererek, türkünün hikayesini öğrenme çalışan okuyucularını aydınlatmışlardır. Aile bir sıkıntıdan kurtulmuştur. Zira soranlara bu yazı kaynak gösterilmektedir.
Keşke bu halk türküsü daha baştan yazıya dökülüp, annem Şerife’ye acı olay olur olmaz zamanlarda hatırlatılmamış olsaydı.
İsmet AKSOY-1996

“BİR ELiN NESİ VAR, İKİ ELİN SESİ VAR”
Ekip Çalışmasının Önemi
“İnsan toplumsal bir varlıktır.” Bu klasik cümleyi hemen her fırsatta ve her yerde duyarız. Üzerinde biraz düşününce bu cümlenin ne kadar önemli olduğunu anlamak zor değildir. Gerçekten insan olmanın ve birlikte yaşamanın gereğini en kısa anlatımla ortaya koyan bir kitap dolusu kadar güzel bir cümledir.
İnsan toplum içinde doğar, yaşar ve yine toplum içinde ölür. İnsanın toplum içinde yaşarken bir takım sorumlulukları ve yü­kümlülükleri vardır.
Bir içinde yaşadığı topluma başta saygıyı ve en önemlisi birlik­te yaşamayı öğrenmelidir. Çok çalışmalıdır, akıllı olmalıdır, toplu­ma faydalı olup üretmelidir, tüke­tici olmamalıdır. Bir işyeri kurdu­nuz, çalışıyor ve insanlarla haşır, neşirsiniz. "Yahu herkes benim neyime" diyemezsiniz, "Ben dümeni elime aldım, gidiyo­rum" diyemezsiniz.
Bir sorumluluk almışsanız, yönetici durumundaysanız, “onlar sorumluluğu verdi, ben de bildiğimi yaparım” diyemezsiniz. Kendi kafasma uygun işleri yapan, sormayan, danışmayan yönetici, yöneticisi durumunda olduğu insanları memnun edemez. Etse de geçicidir ve en başta kalıcı olmaz.
Başta Amerika olmak üzere batı toplumları, yukarda anlatmaya çalıştığımız düşünceyi somutlaştırmışlar ve toplum için top­lumla birlikte, felsefesine uyarak "ekip çalışması" sistemini benimsemişlerdir. Zaten amaçlanan ve başarılması düşünülen bir işe tek başına yürütülmez. Aslında zaman içinde büyük toplumsal ve tarihi deneyimi olan atalarımız kısa ve öz cümlelerle bazı önemli şeyleri Atasözü şeklinde bize ulaştırmışlardır. Örneğin, "bir elin nesi var, iki elin sesi var", "bilmezsen bir bilene danış”, “yahut bilmemek ayıp değil,  sormamak ayıptır." gibi...
BiR KURAL MIDIR ?
Bütün bunlar bir kural mıdır? Elbette değildir. Bu kurala azami derecede uyacaksınız, uymaz­sanız, boşluğa sürüklenir ve toplum­dan koparsınız. İşte o zaman so­nuç pek olumlu değildir. Rahatlık duymayabilir ve kopmanın ceza­sını çekerek psikanaliz uzman­larına bir miktar para ödersiniz. Çünkü kopmanın bedeli ucuz değildir. Bir amaç ve gaye edindi­niz, ilk başta sizi teşyi eden ve destekleyen insanlar etrafınızdan çekildi, yahut havanda su döğüyorlar eğer işi hak biliyorsanız topluma rağmen bazen tek başına başarılı işler yürütebilirsiniz. Ürgüp'te bu durumu zaman içinde gördük ve tatlı bir anı olarak hafızalarımızdan silinmiyor. Rah­metli Necdet Güner bunlardan biriydi. Demek, şu bu derken yapalım, edelim diyen insanlar etrafından birer ikişer çekilince, "Ben tek başıma yapabildiğim kadar yaparım, bir gün birileri çıkar belki bizi takdir eder, etmezlerse kaybedecek bir şeyimiz yok" derdi.
Şimdilerde ise galiba bizim dernek başkanımız emekli asker sayın Ali Akuzun, bunu en güzel şekilde yapıyor. Sayın Akuzun akıllı birisi değil midir? Akılsız olsaydı bir asker olarak bunca rütbeyi nasıl hak ederdi. Askerlik bir ekip çalışması kurumudur. Eğer ekip çalışması söz konusu olursa, o kutsal oluşum örnek alınmalıdır.
Ali Bey koşuyor, ediyor en güzeli yılmıyor ve yorulmuyor. “Ürgüplünün derneği olmaz” diye zama­nında kimler ne için söylemişse, pek hoş olmayan bu sözün verdiği mistikliği ortadan kaldırıyor. Yur­dumuzda ilk başta Ürgüp’lü tarafından başlatılan, geliştirilen karşılanan ve etrafa yayılan “turizm” bilincini, Ankara'da Ürgüp'te, İzmir'de sonra da İstanbul'da kura­rak hem de en güzel şekilde, “Bakın bakalım dernek olur mu olmaz mıymış?” şeklinde ortaya koyuyor. Ali Akuzun. Ürgüp'ün tarihi, doğal ve kültürel değerlerinin araştırılması mı gere­kir, bunu yapacak insanları bulu­yor. Bir etkinlik ve tanıtım konusu mu var, bunu başaracak normda­ki insanları ne yapıp edip hareketlendiriyor. Kaynak mı lazım, Onu da biliyor. Ürgüp heyacanını diri tutup olmazı başarıyor. Bu çalışkan insan, “Ben bunca çalıştım, yoruldum biraz da köşeme çekilip dinleneyim” der evinin bir köşesine çekilebilir. Evine en yakın bir kahvehanede tavla oynar, nargilesini yakar bir müddet zaman harcar evine çekilebilir, sonunu beklerdi. Ali Akuzun bunca sosyal çalışmaya karşın, bunca başarılı iş yapmasına rağmen, yine de Ankara'dan gelip Ürgüp çarşısında çay içip tavlasını oynuyor. Ve de oyuncuyum diyenlere dersini veriyor. Bütün bunlar bile şunu gösteriyor. İnsan toplumsal bir varlıktır. İnsanlarla dayanışma ve fikir birliği yaparak çok iyi işler yürütülebilir. Çağı da, zamanı da, zemini de ekip çalış­ması yapanlar kazanabilirler. İn­sana değer verilip, ona başvurmadan yapılan eserler kalıcı olmaz.
İsmet AKSOY-1996

Ürgüp’e emek verenler:
       Ürgüp'te turizm rehberciliğinin öncüsü,
KUYUMCU HALİL USTA
Birinci Dünya Harbi’nde yani 1918'den önce Almanya müttefikimizdi. Askeri anlaşmalar çerçevesinde karşılıklı askeri eğitim öğretim için Osmanlı ordusu onu Berline yolladı. Halil Ağa Berlin'de eğitim görürken boş durmadı. Almanca öğrendi. Hepsinden önemlisi Alman iş disiplini ve ananeleri onu ilgilendirdi. Okuma ve yazma bilmiyordu ancak kıvrak Anadolu zekasıyla lisan öğrenmek ona zor gelmedi. Berlin Almanya'nın İstanbul'udur. En güzel Al­manca orada konuşulur. Halil Ağa bunu bildiğinden Berlin Almanca'sının en incelik­lerini öğrendi. Pek bilmiyoruz. Ancak o iyi bir askeri eğitimden geçtiğine göre, İstiklal Harbi'ne de katılmış olmalıdır. Zira, bir madalyası vardı ve milli bayramlarda o nişanı muhakkak taşırdı. Harbin bitiminde baba ocağına Ürgüp'e geldi ve yerleşti.
Ürgüp'e yabancılar geliyordu. Sayın Terzioğlu'na göre, turizmin başlangıç yılları 1880'lerdir. 1880'lerde Ürgüp civarına ilk önce yabancı define avcıları geldi, sonra tek tük araştırıcı seyyahlar başladı eski belediye başkanımız bunu 1970’de Anka­ra'da bir dergide ki; Ürgüp’te turizm başlıklı bir yazısında işlemiştir.
Bana göre bu olay kayaların cazibesi ve inzivai hayatın ilginçliği yüzünden. Buna dinsel hayatı da eklemek gerekir. Çünkü eski meskün kesim olan Karahandere'nin hemen arkasında, yani görünüm bakımın­dan Ortahisar’ı da içine alan kesitteki volkanik tepelerdeki seyirlik düzenlemeleri, yabancıların Ürgüp’ü sürekli ziyaret ettiğini gösteriyor. Öyle ki Selçuklular zamanında Ürgüp ticaret yönünden önemli bir yerdi. Saruhan kervansarayında konaklayan yabancılar boş zamanlarında guruplar halinde Ürgüp civarını tıpkı bugünkü turlar gibi geziyorlardı. Bir rehber eşliğinde şehire gelen ipek yolunun ticari grupları alışverişini yaptıktan sonra akşamleyin kervansaraya geri dönüyorlardı.
Yani Ürgüp'teki yer değişimi hareketi yeni değildir. Zaman zaman bu harekette önemli işler yaptıklarını, turizmi yaratıp yaptıklarını zannedenler, tarihi olayları bilmeyen, öğrenınek istemeyen kimseler­dir. Ürgüp'ün çevreden farklı bir değer olması bu şehirde turizmin ta eskilerden beri var olduğunu ve bu oluşum için de bazı Ürgüplü’nün bizzat görev aldığını ve yol göstericilik yaptığını tarihsel kanıtlar ortaya koyuyor.
Bunlardan bir tanesi ve bireysel turizm­cilerin öncüsü kabul etmemiz gereken insan, Kuyumcu Halil Usta’dır. İstiklal Harbi'nin hemen sonunda yani 1925'lerden başlayıp öldüğü, 1975'lere kadar Halil Ağa yalnız, gelen turistlere öncülük etmekle kalmamış, o aynı zamanda batıda yani Almanya'da gördüğü ve beğendiği Alman çalışkanlığını ve becerisini de Ürgüp halkına aşılayama çalışmıştır.
Halil Ağanın Ürgüp'te neler yaptığını yazacak birisi var mı diye ben hep bekle­dim. Ama demek ki onu bilen, onu anlayan yokmuş. O'nunla yıllarca birlikte olmak ve birlikte heyecan duyup, turizm çabası göstermek şerefine ermek, bana nasip oldu. Ben onu 1952 yılında tanıdım. Bir Alman'la karşılaşınca Alman hüviyetine giriveren, onun gibi konuşan, onun ilgisini birkaç söz söyleyip çeken ve hemen mihmandarlığa başlayıp Ürgüp’ü tanıtan, o tarihi insanı biraz hayret ve heyecanla izlerdim. Bu ilgim sayesinde küçük yaşta olmama rağmen onun tav­siye ve telkinlerinden faydaland­ım.
1960'lardan sonra Ürgüp'e yoğun bir batılı akını başladı. Bunların çoğunluğunu Almanlar teşkil ediyordu. Ürgüp'te yeterince otel yoktu. Gelen turistlere en uygun kamp yeri bugünkü küçük park idi ve gelenler çadırlarla geliyor ve şehrin orta yerinde konaklıyorlardı. Halil Ağa onlara Almanca tüm bilgileri verir, sonra da bir çay içir­mek üzere memur klübüne geti­rir, konuşmaları orada bulunan kimselere naklederdi. Memur klübü hemen bahçenin içinde bu­günkü turizm informasyon büro­sunun bulunduğu yerdi.
1960'da Ürgüp turizm yönünden önem kazanınca ilk örgütlü turizm hareketi başladı. Ürgüp’ü Tanıtma ve Turizm Derneği kuruldu. Bu olaya Halil Ağa çok sevindi. Ve hemen dernek ona bir rehberlik kartı hazırladı. Tabii onunla birlikte ben de ingilizce rehber kartımı aldım. Derneğin, ku­rulması ve faaliyete başlaması ona göre, uzun bir çalışmanın semere­siydi. Böylece Ürgüp çok şey kaza­nacaktı. Öyle de oldu Halil Ağanın bugünkü Ürgüp'ü görmesini çok isterdim. Bir çok otel, tesis, ticarethane ve hemen tümüyle turizm düşünen Ürgüp’lü.
İçtiği tütünle kalın bıyıkları sa­raran, kır saçlarıyla ve mavi göz­leriyle tıpkı bir Alman'a benzeyen Halil Ağa, yabancı dili konuşanlar çoğaldıkça çocuklar gibi sevinirdi. Tarihi yerlere giden yollar mükem­mel değildi. Ulaşım araçları yetersizdi. O önüne düştüğü turistleri Göreme'ye ve görülecek yerlere taşır, bazen yolları yayan yalpırdak dolaşır ve yorulma nedir bilmezdi. Bütün bunları para için yapmıyor­du. Sırf düşündüğü, Ürgüp’ün bir şeyler kazanması amacına yönelikti. Genç Almanlara onların bilmediği tarihi olayları anlatır. İstik­lal Harbi öncesi Almanya'sını an­latarak onların tarihi bilgilerini zenginleştirirdi. Halil Ağanın tanıştığı yabancılar onu unutamazlar, tekrar gelip Halil Ustayı ararlar ya da tanıdıklarına onun rehberliğini önerirlerdi.
Ürgüp'te beynelminel turizmci geçinerek gelen turistleri şehir dışına ve otellerine ulaştıranlar, sırf para için Halil usta gibi fedakarlıkları 1925'lere kadar inen insan­ların çabalarını unutup, anıtsal Ürgüp halkının ekmeğini kesmeye çalışanlar, sonra da çıkıp hamasi nutuklar çekip, halkın önünde şaklanbanlık yapanlar, Halil Usta’nın heyecanını, çabalarını ilerlemiş yaşına maddi olanaksızlıklarına rağmen hizmeti karşılığı para ve­renlere “seyahatiniz süresince size lazım olur, cebinize koyun” deyip almayan bu insanın fedakarlığı, Ürgüp insanın daha çok takdiri­ni daha çok minnettarlığını kazanıyor ve onun çabaları tarihi an­lam kazanıyor ve göz yaşartıyor.
Seni tüm Ürgüp’lü unutmuyor, Ruhun şad olsun.
İsmet AKSOY-1996

Her şey silinirken o, inadına yaşıyor...
Neden Doğa, Neden Fotoğraf?
           Günümüz dünyasında doğal hayatın insanların ülketme arzusu ve acımasızlığı yüzünden yavaş yavaş ama geriye dönüşü imkansız bir şekilde bozulduğunu görüyoruz. Köyde, kent­te, her yerde Anadolu'nun bitip ülkenmez güzelliklerini, hazinelerini, bitki örtüsünü, av hayvanlarını, su gibi yaşayanlar için gerekli yaban hayatının insanlar tarafından adeta sili­nircesine ortadan kaldırılmaya çalışılmasına şaşırmamak mümkün müdür?
Anadolu'nun bir kesiminde karşılaştığım 3-5 çocuk kendilerinin geliştirdikleri bir ka­panla, halk dilinde "bülbül", asıl adı "Saka kuşu" olan nefis güzelliğiyle ünlü kuşları ya­kalamaya çalışıyorlardı.
Belli ki yakalayıp satacaklardı. Asıl vatanı Anadolu olan bu kuşlar, kışın sıcak ülkelere yazın Anadolu'ya gelip kuluçkaya yatarlar ve burada ürerler. Ara sıra yurt dışına da kaçırılmaya çalışılan bu kuşlar gümrüklerde yaka­lanınca ana vatanı Anadolu olduğu bilindiğinden doğayla ilgilenen derneklere tekrar salınmak üzere geri gönderilir. Kuşları kapana kıstırmaya çalışan gençlerin yanına yaklaşıp "yazık değil mi? yapmayın, etmeyin" desem biliyorum bana ters laf ederler ve onları caydıramazdım. Onlara sadece “of be sadece insanların yaşadığı sessiz ve cıvıltısız dünya ne fena” dedim ve yürümeye başladım. Biraz sonra geriye dönüp baktığımda gençlerin ağlarını toplayıp uzaklaştıklarını gördüm.
Anadolu her yönüyle zengindir. Tarih, kültür, doğa, manzara ne ararsan var: günümüz ileri toplumları bizimki gibi çeşitlilik göstermeyen güzelliklerini fotoğraflayıp dünyaya ustalıkla tanıtıyor. Turizm potansiyeli yarata­rak insanların hayat düzeyini yükseltiyorlar. Yalnız turizm mı yaratıyorlar? Fotoğrafı sa­natta, mimaride, teknolojide, tıpta ve hemen her yerde bilinçle kullanıyorlar. Bunu seyahate çıkan insanların fotoğraf donanımlarından anlıyoruz. Teknik yönden olabildiğine gelişmiş Japon ve Alman fotoğraf donanımlarına o ülke insanları hiç acımadan para harcayıp alıyor, taşıyor, amaçları doğrultusunda da ustalıkla kullanıyorlar.
Bizim insanımızın Anadolu'daki kendi güzelliklerini tanıyalı çok olmadı. Biz kendi kendimizi yeni keşfetmeye başladık. İnsanın kendini tanıması pek kolay değildir. Birçok tarihi değerlerimiz, doğal değerlerimiz bu yüzden elimizden gitti. Bizim insanımıza tüfeği verirsen kullanıyor. Avcılık, atıcılık yapıyor ama bilinçsiz yapıyor. Avcılık değil kıyım yapıyor. Önümüzden ansızın kaçan tavşanlar yok artık. Kekliklerin yanık sesine dağda bayırda hasret kaldık. Kuş cıvıltıları eskisi gibi çok değil. Kırlangıçlar bilinçsiz kullanılan sinek ilacı yüzünden, kentimizin üzerinde uçmuyor­lar. Etrafta bir kaç saksağan dolaşıyor, onları da tüfek atmak alışkanlıkları yüzünden yakın zamanda tüketebilirler. Eğer doğayı seviyor, sıkıntılarımızı bir nebze unutmak için yürüyüşe çıkarsanız etrafta avcıların kullandığı boş ko­vanlara rastlarsınız. Aynı insanların güzellikleri fotoğraflamak için film kutusu tükettiğini göremessiniz, olsa da çok az sayılır.
İnsanlarımız en lüks ve gösterişli arabaya para yatırırken, hiç, ama hiç acımıyor. Batılı ülkelerin çok kullandığı fotoğraf makinasına para yatırırken, aynı cömertliği göstermiyor. Basit makinalarla işi geçiştirmeye çalışıyor. Yani onlar için refleks makinalar değer taşımıyor.
Ben amatör bir zevkle uzun yıllardan beri fotoğrafla uğraşıyorum. Doğayı, Anadolu’yu, Ürgüp’ün güzelliklerini seviyorum. 1960'dan sonra kazamızın tanıtımı için uzun yıllar uğraş verdim. Sanatsal anlamda fotoğrafı ise daha sonraları kendime ve misafirlerime hazırladım. Ankara'da Ürgüp’lüler Derneği yönetim kurulunca, gerilediği anlaşılan Ürgüp turizmi­ne katkı çalışmalarına katılmam önerilince Ankara’da yapılan bir sergiye saydamlarımla katıldım ve sergi oldukça da başarılı oldu. Aynı sergiyi daha sonra İzmir'e taşıdım. Ürgüp'te de geniş çaplı sergiler, çalışmalar yapıldı. Her seferin de takdirle karşılandı. Bilhasa aydın, sanatı seven kültürel çalışmalara ilgiyi esirge­meyen bilinçli Eğit-Sen Üyeleri bu çalışmalara kucak açtılar, her fırsatta teşvik ettiler. En son yapılan gösteri ki ilgi, çalışanların heyacanını artırdı. Çünkü  Ürgüp halkı her nedense bu tür çalışmalara pek ilgi duymuyor. Ama Eğit-­Sen'in dar mekanında sanatsal çalışmalar gündeme gelince üyelerin tümü katılıp güzel şeyleri alkışlıyorlar. Buradan şunu anlıyoruz; sanatsal çalışmaların ilgi görmesi insanların kültür düzeyiyle de ilgilidir.
Gönül ister ki, fotoğraf çalışmaları yapan insanların sayısı Ürgüp'te çoğalsın, bugünkü gibi üçbeş kişiyle sınırlı kalmasm. Bizim amacımız özendirip gençleri fotoğrafa yönelt­mektir. Turizmde ilk olduğumuz ve bunun onurunu taşıdığımız gibi bilgi çağına hazırlarlanan ülkeler düzeyinde fotoğraf sanatı Ürgüp'­te gelişsin ve öncü olalım. Gerekirse başarılı çalışmaları başka ülkelere taşıyalım, güzelliklerimizi, bilinmeyenleri tanıtalım.
İsmet AKSOY-1997

"BU VATAN, ÇOCUKLARlMIZ VE TORUNLARIMIZ İÇİN CENNET YAPILMAYA  LAYIKTIR"
HANGİ NEHİRLER TEMBELDİR?
Hemen hergün baş döndürücü bir hızla teknolojik atılım yapan, bilim yönünden durmadan arayış içinde olan, bireylerine alabildiğine mükemmel hayat düzeyi sağlayan ileri ülke insanlarından farklı bir yapımız mı var, ya da zeka düzeyimiz mi yetersiz? Yahut da o ülke insanlarının yaşadığı modern tutarlı hayata layık toplum olmaktan uzak miyiz?

                Dünyamızda teknolojik, kültürel, sanatsal yönden alabildiğine başarı kazanınış ül­kelerin yanında, sıkıntı içerisinde eko­nomik ve toplumsal yönden sefalet ve karmaşa yaşayan, az gelişmişlik çembe­rini bir türlü kıramayan ülkeler vardır.
Nüfus yoğunluğu oldukça fazla olan bu ülkeler ne yazık ki; dini inanç bakımından yüceliği tartışma götürmez isla­miyeti yaşayan ülkelerdir, çoğu da Asya ve Afrika kıtasındadır. Her ne kadar, kötümser olmamakla birlikte, şöyle ba­şardık böyle kalkındık desek de, biz de bu ikinci ülkeler safında yer alıyoruz.
70 milyona yaklaşan genç nüfusu ve dinamik yapısıyla neden çağı bir türlü yakalayamadığımız doğrusu araştırma­ya, tartışmaya ve irdelemeye değer bir olgudur. Şu soru sorulabilir: Hemen hergün baş döndürücü bir hızla teknolo­jik atılımı yapan, bilim yönünden dur madan arayış içinde olan, bireylerine alabildiğine mükemmel hayat düzeyi sağlayan ileri ülke insanlarından farklı bir yapımız mı var, ya da, zeka düzeyimiz mı yetersiz? Yahut da o ülke insanların yaşadığı modern tutarlı haya­ta layık toplum olmaktan uzak mıyız?
Yurdumuz üç tarafı denizlerle çev­rili, dünya coğrafyasının en güzel ye­rinde verimli topraklarıyla 4 mevsimi bir arada yaşayan, tarihi bakımdan alabildiğine zengin emsalsiz ve eşsiz bir ülkedir. Çok gelişmiş ülkelerde ki gelir farkını görüp, anlayınca fakir bir ülke olduğumuz hemen anlaşılır. Milli gelir, yani fert başına düşen refah payı bizde 2500 -3000 dolar arasında dolaşırken, onlarda bu oran 15-20 bin doların üzerine çık­mıştır. Buradan şu anlaşılır. Biz ne memurumuza, ne işçimize, ne esnafımıza, ne de, çalışanlarımıza rahat bir hayat sunamıyoruz. Hemen herkes sıkıntıyı yaşıyor. Gençlerimize mutlu bir gelecek sunmamız, onları Japonya'nın, İsviçre, Almanya, Amerika'nın yaşadığı bilgi çağına ulaştırmamız da bu gidişle olanaksız görünüyor. Çünkü, bu mali ola­nak ve imkanlarla çocuklarımıza çağın eğitimini vermemiz mümkün değildir.

KADER VE YAZGI MIDIR?
Şu soruyu kendi kendimize sorabiliriz. Yüce yaratan alın yazgımızı böyle mi yazmış ve kader öyle mi çizilmiştir? Bu kader ve yazgı ilelebet bizim yakamıza yapışıp yoksulluğa boyun eğerek talihimize mi küseceğiz? Tabii ki değildir. Biz  burada felsefe yaparak bir politik düşüncenin yanlışı olarak değil de, ger­çekleri arayarak bir sonuca yaklaşmayı deneyelim. Doktor, gelen hastasına çabuk teşhis koymalıdır. Eğer hastalığın nedenini bulamazsa, sonuç sıkıntı yara­tır, oyalanma zaman kaybettirir hastalık istenmeyen bir sonuçla ağırlaşabilir, ölümle de karşılaşılır. Teşhis konulamadığı takdirde hızlı bir şekilde hasta­haneye ulaştırılmalıdır. Ameliyat ya da, tedavi mi yapılacak orada gereken yapılır. İnsanın  sağlığına kavuşması için kural budur.
İstiklal Savaşımızın kahramanı ve çağımızın doktoru Atatürk bizim top­lumsal hastalığımıza yıllarca hiç kimse­nin koyamadığı tanıyı koyarak yapma­mız gerekenleri teker, teker yazılı belge­ler olarak önümüze koymuş, sağlığında yapabildiklerini yapmış, yapamadıklarını müthiş bir önseziyle günümüze iletmiştir. Onun hayatını, Nutkunu okuyunca anlıyoruz. Ama ne üzücü ki; anlatmakta zorluk çekiyoruz.
Şurası bir gerçektir. Az çalışıp çok laf üretiyoruz. Konuşarak kendimizi kanıtlamaya çalışıyoruz. Bu hastalık şark ülkelerinin yapı­sında vardır. Din, insan hayatında onun yaşamına yön verecek önemli bir faktördür. Zamana ve zemine göre otoriteler yorumla­malı, inananlara iletmelidirler. Yur­dumuzda görüyoruz, profesörle­rimiz, alimlerimiz, ulemalarımız, bilginlerimiz dururken derinlemesi­ne içtihat bilgisine sahip olmayan, tevekkülle inanan insanlarımız tarafından yorumlanıyor ve toplum yönlendirilmeye çalışılıyor.
Durumu basit geçiştirmeye­lim. Bir gerçeği anlama zamanı gelmiştir. Çalışma saatlerimiz gereksiz tartışmalar yüzünden azalır­ken, işimize bakıp üretme şansımız kalmamakta, politikaya programlanmaktayız. Tanrı emirlerini anlamamakta, insan hayatına tekamül ve yön veren ve ona estetik duygu kazandıran sanata dinsel bağnazlık yüzünden hor bakıyoruz. Durup dururken, heykeller yerinden sökülmüyor. Sanatsız bir millet düşünülemez, kompüterleri makina­ları çalıştıramaz, kolay işleri seçer, çırak, çoban olur ama, uzaya araç gönderemez. Heykel yapmaz, ba­le, resim, fotoğraf, müzik, süsle­me, yazma, oyma, dokuma, mimari yapmazsanız insanları nasıl ruh zenginliğine ulaştıracak, nasıl beceri kazandıracaksınız? Kadın ve erkeğin ileri ülkelerde olduğu gibi birlikte bir arada olması gerekirken ona perde koyarak, peçe takarak karşı cinsten koparıp apayrı bir dünyaya iterseniz, birlikte arı gibi çalışan ileri ülke insanlarına hangi sihirli formülle ulaşacaksınız? Doğal olarak toplumun yarısı kadın­dır. Onu eve yöneltmek “dişi aslanı kafese koymak değilse nedir?”
70 milyona ulaştık diyelim. Gelin çok az bir zaman diliminde hesap yapalım. Nüfusun yarısı yaratılıştan kadındır. Kalanın yarısı çocuk, diğer yarısı erişkindir. Sa­katları da hesaba katarsak, çalışabilecek insan sayısı 7 milyon çıkar, 7 milyon çalışanla 70 milyonu nasıl besleyecek, ona nasıl çağdaş ge­lecek sağlayacaksınız?
ÖZGÜR DÜŞÜNCE VE BAŞARI
İnsanlar özgürlük içinde ya­par, yaratırlar. Biz yerinde gördük gözlemledik. İlahi inancın kaynağında ve başka katı kurallarla yönetilen ülkelerde insanlar copla ve zorla ibadete götürülüyor. Söz ko­nusu ülkelerde inanç farklılklarından doğan baskılar toplumda huzursuzluk ve kaynaşma yaratıyor, insanlar asli görevi olan çalışma durumunu aksatıyorlar. Oysa ileri ülkelerde durum tam tersine işli­yor, farklı inanç sahipleri ve yönetenler hiçbir zaman insan düşüncesini baskı altına almıyor, ülkeleri özgürlük içinde gelişiyor kalkınmalarına yetişmek ise imkansız hale geliyor.
Galiba zaman akışı içinde biz geriye dönüşü arzulamaya başla­dık. Bunun örneklerini apaçık görmek mümkündür. Bir zaman­lar insanımız çocuklarını sanat, ti­caret, lisan öğrensin diye o sahada eğitim yapan okullara gönderiyorlardı. Şimdi ne öğretmek istedikle­rini sözkonusu okullara giden öğrenci sayısının azaldığından anlıyoruz.
Televizyon programlarında bir zamanlar "Bale" vardı. çocuk­lara sorduğunuz zaman ne olacak­sın? diye, "Balerin olacağım" ya­hut "okuluna gideceğim" derlerdi. Şu sıralar katı inançlı yöneticiler bu estetik ve sanatsal coşkuyu ga­liba "haramdır" diye çok gördüler. Bazı kanallar Türk Sanat ve Halk müziğini en güzel yapan, en içten okuyan kadın sanatçılarımıza yer vermiyorlar, bu da gösteriyor ki, kadın ve erkek arasına konan per­denin çapı gün geçtikçe büyüyor genişliyor.

HAYAT RÜYA DEĞİL GERÇEKTiR
İnsanlara dünyayı ve onun mucizevi güzelliklerini unutturup, "uhrevi" hayatı düşündürmek, 70 milyon nüfusa ulaşan ülkemize ne kazandırır bilinmez, ama bilinen bir şey var ki, hayat rüya değildir, ömrümüz de kelebek ömrü gibi kısa da değildir. 100 yaşını aşan aramızda birçok kimse var, dile ko­lay 100 yaş bitip tükenmez yıllardır.Eğer hayatı, doğayı içten ve de­rinden severseniz yaşarsınız, değilse çabuk gidersiniz. Uzun ömür­lü olmanın kuralı vardır. Dünyayı, insanları, yaratanı, yaratılmışı seve­cek ve öyle yaşayacaksınız. Dini iyi derinden bilenler buna gerçek kanıt "Beyyine" derler. Öyle ya, yağmura, suya, gökyüzüne, yıldızlara, çiçeklere, böceklere bakın, hangi mucize bundan daha yüce olabilir? Uçmak, karga misali bize ne ka­zandırır, uçmak teknik yönden ilimsel yönden olmayınca ülke nereye, nasıl gider?  Okumak, araş­tırma yapmak gerekiyor. şurası bir gerçektir, insanların sürekli "Vecd" içinde olması ruh sağlığı yönünden uygun ortam değildir. Ruhi bunalımlar toplum genelinde sıkıntılara neden olur. Atalarımız "iş zamanı iş, aş zamanı aş" diyerek hiçbir ey­lemde aşırıya kaçmamamızı hatırlatmışlardır.
ATATÜRK'Ü DİNLEMEK
Günümüzde Atatürk'ün fikirlerine karşı oluşan çatlak sesler aramızda dolaşıyor. Sıkıntılarınız, toplumsal bunalımlarınız var. Yazımızda onu anlatmaya çalıştık. Bize zamanında neler söylemiş yorumsuz buraya alalım, üzerinde düşünüp, taşınalım, onun büyüklü­ğünü bir kez daha anlayalım.
“Denilebilir ki, hiçbir şeye muhtaç değiliz, yalnız tek bir şeye çok ihtiyacımız vardır: çalışkan olmak.”
“Büyük şeyleri yalnız büyük milletler yapar.”
“Büyük davamız en uygar ve en varlıklı ulus olarak varlığımızı yükseltmektir.”
“Memleketi gezmeli, milleti tanımalı, eksiği nedir görüp göstermeli, milleti sevmek böyle olur. Yoksa, lafıa muhabbet fayda vermez.”
“Muvaffakiyeti teşhiz için bütün çarelerin başında milletin tenvir ve irşadı bulunuyor.”  Açık an­latımı:
“Başarıyı kolaylaştırmak için, bütün çarelerin başında milletin aydınlatılması ve uyarılması bulunuyor.”            ­
“Yurdumuzu dünyanın en mamur ve medeni memleketleri seviyesine çıkaracağız. milletimizi geniş refah vasıta ve kaynaklara sahip kılacağız. Milli kültürümüzü çağdaş medeniyet seviyesinin çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkaracağız.”
“Medeniyet öyle kuvvetli bir ışıktır ki, ona bigane olanlar yakar mahveder.”
“Bir başka çağdan kalma adetlerinizde alışkanlıklarda dire­nirseniz, cüzzamlılar, paryalar gibi tek başınıza kalakalırsınız. Benliği­nize bağlı kalın ama, gelişmiş ulus­lar için gerekli şeyleri Batıdan almasını bilin. Yoksa, bilim ve yeni düşünceler sizi bir lokmada yiyip bitirebilir.” ­
“İrticai fikirleri güdenler muayyen bir sınıfa dayanacaklarını sanıyorlar. Bu katiyen vehimdir, zandır. Terakki yolumuzun üstüne dikilmek isteyenleri ezip geçeceğiz. Yenilik vadisinde duracak değiliz. Dünya müthiş bir cereyanla ilerliyor biz bu ahengin dışında kalabilir miyiz?”
“Medeni (uygar) olmayan insanlar, medeni olanların ayakları altında kalmaya mahkumdurlar.”
“Bir toplumun hayatta çalışması ve muvaffak olması için çalışmasını ve muvaffak olabilmenin gerektirdiği bütün sebep ve şartları benimsemesi gerekir. Şu halde bizim toplumumuz için ilim ve fen lazım ise bunları aynı derecede hem erkek, hem de kadınlarımızın edinmesi gerekir.”
"Bu vatan, çocuklarınız ve torunlarınız için cennet yapılmaya layıktır.”
"Hayatta en hakiki mürşid ilimdir.”
Yazının başlığı modern bilme­celerden alınmıştır. Tembel top­lumları anımsatmaktadır. Cevabı ise “yatağından çıkmayan” nehir­lerdir.
Kaynak: “Atatürk'ten seçme sözler” Remzi Kitabevi, ilk basım 1981
İsmet AKSOY-1997

TURİZM ve ÜRGÜP MODELİ
Çukurhanda oturak iskemlede hem nargile hem de kahve keyfini yaşayan bu işte çalışan fikir üretenleri yanına çağırıp onun etrafında halka olup turizmin başarısını fayda ve zararlarını tartışan Ürgüplü gitmiş, yerine hiç bir şeyle ilgilenmeyen, dernek, toplantılarına konferans ve panellere katılmayan Ürgüplü tipi gelmiştir. Sıkıntıları görüşelim diye çağırılma, davet edilme dahi etkili olmamaktadır. Katılımsız sorunların çözüldüğü görülmemiştir, bu vurdumduymazlık devam ederse, Ürgüp turizmde ne yazık ki, gerileyecek, sıkıntılar yaşayacaktır.

                 TURİZM İLİŞKİLER VE İLETİŞİMLER  SİSTEMİDİR.
                   İnsanların değişik egolarından oluşan ve bir ihtiyaçtan doğan gitmek, biraz daha yaşamak dürtüsünden ortaya çıkan sos­yolojik bir yer değiştirme olayıdır. Her sosyolojik yani toplumsal yaşamın bilimi olduğu gibi, dünyada büyük bir sektör haline gelen bu hareketin de bilimi olmalıdır ve vardır. Turizmin büyük hare­ket kazanmasından bu bilim yurdumuz­da açılan okullarda da öğretilmektedir.
Turizm biliminde gitmek, biraz da­ha yaşamak için yer değiştiren halkı karşılayan, ağırlayan, onu memnun eden yerleşik bir halkın olması gerekir. Yurdumuz da bir çok şehir, kasaba, köy, bünyelerinde bir çok ilginç güzellikler, oluşumlar taşıdığı halde bu çok önemli gerçeği her zaman hatırlatmaya çalıştığımız gibi, nerede ise, bir 50 yıl öncesi anlamış, benimsemiş büyükçe de bir aşama kaydetmiştir.
Doğaldır ki, her başarının eksik olan bir tarafı olacaktır. Başarı her zaman dört dörtlük değildir. Ürgüp halkı turizm işine ilk yıllarda heyacanla başla­mış, etraf yerleşim bölgelerindeki halk tarafından gıpta ile izlenmiştir.
Anlatmak, tartışmak, düşünmek amacıyla kaleme aldığımız bu yazı Ürgüp'te turizm heyecanının ne yazık ki, duraksama dönemine girdiğini ortaya koymak amacını taşımaktadır. Turizmde heyecan çok önemlidir. Heyecanın bittiği yerde turizm bitmektedir. Heyecansız olan, herşeyi olağan karşılayan kim­senin sempatisi, kaybolmakta, gülümse­me azalmakta, donukluk başlamaktadır. Ürgüp insanı, yani bizim insanımız eski gülümseyen, etrafa neşe saçan, çalıp oynayan, oynatan halk değildir. Turistin istediği sazlı, sözlü tipik Ürgüplü yerine "beyefendi" Ürgüplü vardır.
Çukurhanda oturak iskemlede hem nargile hem de kahve keyfini yaşayan bu işte çalışan fikir üretenleri yanına çağırıp onun etrafında halka olup turizmin başarısını fayda ve zararlarını tartışan Ürgüplü gitmiş, yerine hiç bir şeyle ilgilenmeyen, dernek, toplantılarına konferans ve panellere katılmayan Ürgüplü tipi gelmiştir. Sıkıntıları görüşelim diye çağırılma, davet edilme dahi etkili olmamaktadır. Katılımsız sorunların çözüldüğü görülmemiştir, bu vurdurnduyrnazlık devam ederse, Ürgüp turizmde ne yazık ki, gerileyecek, sıkıntılar yaşayacaktır.
DONUKLUK YAKIŞMIYOR
Ürgüplüye donukluk yakışmıyor. Her sorunu hızla çözen, daima ileriye dönük arayışlar içinde olanların son yıllar­daki bu isteksizliğinin nedenleri vardır. Bunları şöyle sıralayabiliriz:
Turizm olgusu hızla devam ederken Orta Doğu’da bir Körfez krizi ortaya çıkmış, o günkü şartlarda politik ortam Anadoludaki bu turizm kentini etkilemiştir. Esnaf bundan çok zarar görmüştür. Hemen arkasından et­nik nüfus yoğunluğu yüzünden Yu­goslavya'da kaynaşma başlamış Bosna-Sırp savaşı turizmin belke­miği olan alternatifsiz nitelikli kara yolunun güvensiz hale getirmiştir. Bu da turizme büyük darbe vur­muştur. Nedenini anlamak zor değildir. Avrupalı zengin turist Asya'­ya kendi arabasıyla bu kısa yoldan ulaşmaktadır. Yol kapalı olunca kitle turizmi dediğimiz otobüslü grup turizmi devrededir.
Başlangıcı yıllar öncesine da­yanan Ürgüp turizmine asıl olum­suz etki burada kendini gösterir.  Hızla lisan ve turizm öğrenen gençler aradan geçen süre içinde yabancı ülkelerdeki ailelerle arka­daş, alış veriş, gönül ilişkisi içindedirler. Kriz süresince pasan dediğimiz turistler gelmeyince temas kaybolmuştur. Otobüslü acentalı, mihmandarlı turizm olgusu hızlanmış, oteller büyümüş, şehir dışına mağazalar taşınmış, çarşı pazar hepsinden önemlisi halk devreden çıkmıştır. Talihsizlik devam etmiştir. Doğudaki terör kullanılıp grupla seyahat eden turistler reka­bet ortamındaki çarşı pazara çıkarılmamış, otellerde ağırlanmış, dışarı gönderilmemiştir. Çünkü komisyon karşılığı alışverişten çıkar büyüktür.
Bazıları buna uyarak acenta­lar kurmuşlar, kendilerini kurtar­mışlardır. Ama asıl sıkıntının kaynağı gerideki halktır. Bir canlılık yok olmuştur ve örgütlenen tu­rizmde sermaye ön plandadır. Her şey büyüktür sermaye, insan, yani rehber kalite aranmaktadır. Küçük pansiyonlar kapanmıştır.
Eğer Ürgüp’ün biraz dışına taşarsanız görürsünüz, Devrent vadisinde, Ürgüp Nevşehir girişin­deki Peribacalarında, Göreme, Zelve açık hava müzesinde yığınla turist dolaşmakta, büyük oteller dolup, taşmaktadır. Oralardaki kalabalığı görünce zannedersiniz ki, Ürgüp Avanos pazarını dolaşmak zordur. Ancak, işin içyüzü hiç öyle değildir. Otobüs rehberleri "çıka­rım bozulur" diye otobüsleri mahalle aralarındaki dar dolam­baçlı yollardan getirip götürmek­tedir.
Mümkün olduğunca çarşı gösterilmemektedir. Serbest reka­bet ortamında çalışma alanı bulan organizatörleri “kurt”, Ürgüplü tu­rizmcileri de “kuzu” diye düşünürse­niz, şu günlerde kurtlar kuzuyu yemekle meşguldürler. Donukluğun nedeni budur.
KEYFİN KAHYASI OLMAK
Ürgüp esnafı yıllardanberi bu durumu ilgili makamlara topluca iletmişler ama bir sonuca ulaş­mamışlardır. Serbest rekabet ku­ralında isteyen dilediğini yapmak­tadır. Bazı çevreler Ürgüp yerel deyimiyle bunu şöyle anlatmak­tadır. Büyük risk, altına giren acentaların “keyfinin kahyası olunamaz” onlar dilediklerini ya­par, isterlerse açık havada tutarlar, eğlendirirler. Eğer düşünülürse, bu hareket turizmin geleceği açısından oldukça zararlıdır. Rekabet ortamı olmayan, komisyon için istenilen fiyata satılan mal, pahalı olan maldır. O an farkedilmese de sonradan öğrenilen fiyat farkı, gidilen ülkedeki imajı bozmaktadır. Yani turizmde patlama beklentisini sonuçsuz bırakmaktadır. Ülke çı­karı açısından son derece sorum­luluk taşıyan bu olay örgütlenen kesimler tarafından ört bas edilemez, şayet edilirse, şimdilik iyi ve rotasında giden işler akamete uğ­rar, büyük dağın küçük kışı olma­dığı gibi, çöküntüler, daha acıtıcı ve incitici olur.

NEREDEN NASIL ÇIKTI?
Turizmde heyecanı öldüren bir başka ama en talihsiz oluşum yıpratıcı ve öldürücü bir hastalık AİDS'tir. Bu hastalık doğayı alabil­diğine bozan, üreticilikten tüketiciliğe yönelen insan oğluna Allahın en büyük cezasıdır. Turizm genç­lerin işidir. Misafir temiz, dımışıklık ister, yani buruşuk yüzle turizm işi kör topal yürür. Aids hastalığının medyada her gün korkunç teşhirini gören insan, ona neden olan iş­lerden elini çeker, her deliğe yılan çıyan olabilir, diye uzatmaz.
Turizmi yeniden gözden ge­çirdik, esnafın soğukluğunu, acen­taların oyunlarını, donukluğu, he­yecanın tükendiğini söyledik. Turistik yörelerde Aids hastalığının gençleri devre dışı bıraktığını bu­rada yazdık. Ama şunu galiba unuttuk. Turizmde durgunluk es­nafla, yerel yönetim arasında bir diyalog eksikliğine neden olmak­tadır. Sanki tek kabahat yöneten­dedir duygusu vardır. Yöneten her işe yön verebilir zannedilmektedir. Ama bu bir haksız suçlamadır bence. Çağrılan yere gitmek, araş­tırmak tartışmak gerekir. Tartışılırsa sonuca birlikte ulaşılır. Bunun kuralı, soğukkanlılıkla, emin adım­larla tekrar eski Ürgüp canlılığın yakalamak olmalıdır.
TURİZMDE YENİ MODEL
 Burada bir değerli bürokratın çalışma ve çabalarını anmadan geçmek vefasızlık olur. Sayın Ünal ÜLKÜ, Ürgüp'te geçen yıl Kay­makamlık yaptığı sırada konunun ip uçlarını yakalamış, toplantılar, paneller, sergiler düzenleyerek derde çare aramıştır. Çok ta fay­dalı olmuştur. Doğacılar bilir. Or­manda tek ağaç türü olmaz. Ağaçlarda çeşitlilik esastır. Asalak böcekler, hastalıklar tek ağaç tü­ründe bozulmalar kurumalar mey­dana getirir. Orman ölür. Başka ağaçları seven faydalı böcekler türemeli, ormanın yaşaması için, fayda ve zararlılar arasında denge kurulmalıdır.
Turizmde öyledir. Hem iç, hem dışa yönelik turizm teşvik edilmeli özendirilmelidir. Siyasal çalkantılar dış turizmde kesinti ya­ratırsa, kendini turizme hazırlayan halk bünyesinde iç turizm, zararı aza indirir, kesiklik olmaz. Sayın Ünal ÜLKÜ Ankara, İzmir, Ada­na'da, İstanbul turizm fuarlarında tanıtım çalışmaları yapılmasını is­temiş, Ürgüp'teki kaynakları sefer­ber etmiştir. Eğer şayet Ürgüp'te  kalmış olsaydı, bugüne kadar çok güzel şeyler yapılmış olacaktı. Eğer bayramlarda, tatil günlerinde Ürgüp yerli turistlerle dolup taşıyor­sa, bunda değerli insan Ünal ÜL­KÜ'nün payı vardır.
Yerli misafir deyip geçmeyelim. Yurdumuz çok değişti. İnsan­larda, hele belli bir kesimde Avrupa’daki sermaye birikimi vardır. Türk insanı elinde olursa, yiyip, içmekte cömertçe de para harcamaktadır. Ürgüplüler Derneği, Ali AKUZUN, Ünal ÜLKÜ bir oriji­nalite yaratarak sergilerle önder olmuşlardır. Bu çabalar esnafın da katkısıyla devam etmeli Ürgüp'ün bitmeyen sürekli tanıtımıyla cazip olduğu anlatılmalıdır. Ürgüp'le bir­likte hem yurt içinde, hem yurt dışında Kapadokya'nın tümü tanıtılmalı büyük turist akımı sağlan­malıdır. Vakıflar, dernekler, acen­talar bu işi güzelce yaparlar. Şayet akın olursa yerlilerin bazı özel günlerde yüzde yüz doluluk oranı yarattıkları gibi dış turizmde de meydana gelirse, herkes kendi işi­ne bakacak, fırsatçılar ortada do­laşmayacaktır. O zaman Ürgüp modeli yaratılacaktır. Biliyoruz bizdeki sıkıntıları halihazır her tu­ristik bölge, biraz farklı olmakla birlikte, yaşamaktadır.
Güzel ve bol eğlenceli mutlu günler dileğiyle.
İsmet AKSOY-1997

DOYUMSUZ GÜZELLİKLER
Bu mayıs Kapadokya bir başka baharı yaşadı. Güneşin sarı, pembe yeşil ışıkları sanki volkanik kayalara çiçek olarak yansıdı. Bol yağmurlardan sonra dağ taş ye­şerdi. Yabani bitkiler sanki kültüre alınmışçasına kayaların arasında boy verdiler. Çi­çek zamanı gelince ortalık cennet misali doyumsuz bir güzelliğe büründü. Gerçi Kapa­dokya her mevsim güzeldir. Geçenlerde bir dergide gördüm. Ünlü fotoğrafcılarımızdan Faruk AKBAŞ çekmiş, kar altında panoramik yamaçlarda açık ka­lan yerlerdeki ışığın meydana getirdiği kırmızılık, insanın gözünü fotoğraftan ayırmasını engelliyordu.
Çocukluğumdan anımsıyorum. Ürgüp’ün güney doğusuna düşen bir kesim var. “Avlağı” denir buralara. Belki de, öztürkçe Avlak’tır. Bir zamanlar buralarda verimli bağ, bahçe ağaçlıklar vardı.
Çoğu varlıklı aileler bu yamaçları bu yamaçları yazlık gibi kullandılar. Yorgunluklarını bu doğal güzelliğe sahip bölgede gidermeye çalıştılar. Çok rahatlık galiba insanı ve­rimsiz yapıyor.
 Gençlerin çalışmak için 1960'dan sonra Almanya, Avrupa'ya gitmesi, Ürgüp’te gelişen turizm olayı, ziraata verilen değeri azalttı. Terkedilen bağlar, tarlalar meralara karıştı, yaban hayatının  sınırları genişledi.
Ama olsun. Bu yamaçlarda, düzlüklerde kullanılmayan tarım ilaçlarının ha­sarları olmayınca kurt, kuş, kartal rahat dolaşmaya başladı. Yaban hayatı yıllar önceki canlılığına kavuştu. Ben bunu fırsat bilerek biraz da doğaya olan aşkım tutkumdan olacak sabahın erken saatle­rinde çoğu kez bu tarafa yürümeye gittim. Kapodakya'da sadece kayalar, kiliseler ilginç değildir. Ayrıca doğası da bir hazinedir. Bu yılki bahar çiçeklerini bu kesimde hiç böylesine yaygın görmedim. Dağ ve tepeler Türkmen kızlarının dokuduğu allı, mavili kilimlere benziyordu. Dağ nanelerinin eflatun çi­çekleri, yaban karanfilleri, orkideler, sor­muklar, gelincikler, ak yoncalar, beyaz sarı papatyalar, kedi patileri tüm dağı taşı kapatmıştı.
Eğer Ürgüp'e gelen bir yabancı bo­tanikcinin yolu buraya düşmüşse sormayın keyfini. Aradığını bulmanın sar­hoşluğuna kendini kaptırmış olmalıdır.Behçet Kemal Çağlar durup, du­rurken Ürgüp şiirini niye yazsın? Bir yabancı bizi ikaz ediyor Denis Minella, "Bozmayın buraları, getirmeyin Mc Donalt’ı Ürgüp’e, sonra gelmem. Bırakın doğallığı kalsın", diyordu.

Bir ala gül açmış Anadolu'nun bağrında,
Türkmen kızının çeyiz kilimi güzelliğinde.

Diyen Şadan Gökovalı'yı, Bedri Rahmi'yi burada anmamak vefasızlık olur. Büyük yazar Yaşar Kemal peribacaları isimli bir ki­tabında 1955'lerdeki Ürgüp'teki içenlerin uğrak yeri, "Deli damları­nı" anlatıyor. Aslında oda bir doğa olayıdır. Kimisi, sıkıntılardan sorunların yükünü azaltmak için doğal güzelliklerin bulunduğu tara­fa kendini atar. Kimisi, mahsen­lerde yıllanmış kırmızı, beyaz şarapta teselliyi bulur. Eğer yolu­nuz Ürgüp'e düşerse, peribacaları kitabında anlatılan Deli damlarını boşa aramayın. Onlar çoktan tari­he karıştı. Yerini diskolara terket­ti.

Sayın Emrullah Güney'e sorarsanız Kapadokya'yı, "Senin Ka­padokyan bitmez, tükenmez bir hazinedir. Sözünü hiç aklımdan çıkarmıyorum azizim" diyordu. Elin delisi mı biter, şimdi nerden çıktı bu hazine lafı? Bu adamlar muhakkak bir şeyler biliyor, deyip kazma, kürek delik, tepeler kazıl­maya bozulmaya başlanır diye düşünüyorum.
Ben yıllar önce bunun sıkıntı­sını yaşadım. "Sen dağ bayır durup dururken dolaşmıyorsun, bildikle­rin var diye peşime adam taktılar, polis yolladılar. Neden tek başına dağ bayır dolaşıyorsun diye sorulunca göbeğimi küçültmek istediğimi söyleyince, bazı şeylerden kurtardım kendimi.
Ne zaman fotoğraf, saydam gösterileri yapmaya başladık, o zaman şüpheler dağıldı. Ama ben şimdi binlerce diadan oluşan hazi­ne niteliğinde Kapadokya'nın gü­zelliklerini içeren fotoğraflarıma sahip oldum.
Kapadokya, Ürgüp, Göreme hakkında sayısız makaleleri, kitapları olan Emrullah Hoca'yla gezmeye ben hiç doymam. Geçen­lerde, işimde biraz yorulunca, “hava”, alayım diye dışarı yürüdüm iyi bir tesadüfle Hocayla karşılaştım. Onun da tatilde olduğu zaman aklı, fikri hep doğada. Durmadan araştırır. Mustafapaşa kasabası’nın alt kesiminde terkedilen küçük bir vadide sulak alan bitkileri, çiçekleri var. İstersen oraya gidelim" deyince aklıma Nilüferler geldi. Hemen tamam deyip yola koyulduk. Hoca haklıydı. Sulak alan kendi doğal ortamını yapmıştı. İnsan boyunu aşan kamışlar, bataklık bitkileri, çiçekleriyle alan adeta kaplanmış bulunuyordu. Ta­bii aklıma gelen çiçek görünürde yoktu.
Kapadokyayı tamamıyla biliyorum, demek Donkişotluk olur. O gün bir hayli yürüyerek kasabada arabayı bıraktığımız yere geldik. Yüzlerce kez önünden geçtiğimiz halde, şimdiye kadar görmediğimiz iki taş oymalı eski eve rast­ladık. Durmak olur mu? Hemen bir kaç kare fotoğraf çektik. Her ikimiz de yıllarca yaptığımız araştırmadan bu iki sanatsal yapıyı neden gözümüzden kaçırdığımızı düşündük durduk.
İşte böyle! Ömür tükeniyor ama Kapadokya'nın ve de Ürgüp'­ün doyumsuz güzellikleri bitip tükenmiyor.
İsmet AKSOY-1997

ÜRGÜP’LÜ TARİHÇİ BİR ALİMİMİZ
AHMET REFİK ALTINAY
(1880-1937)
Yerleşim bakımından neredeyse insanlığın dünyaya ayak basışı kadar eski olan Ürgüp, birçok bilinmezliği, tarihi oluşumları, kültür ve sanat bakımından geçirdiği evre­leri, büyük bir sır olarak saklıyor. Bu denli tarihi aşama geçirdiği, üzerinde nice değerli insanları barındıran bir ilçenin tarihini biraz araştırmaya kalkarsanız, do­yuruculuktan uzak döküman bilgiye ulaşamadığımızı görünce üzülür hayal sükutuna uğrarsınız.
Ürgüp, başlangıçtan günümüze değin Anadolu'da birçok kavmi et­kileyen oluşumlar geçirmiştir. Ne yazıktır ki, bilim adamlan bu ko­nuda dişe dokunur doyurucu bir araştırmayı ortaya koyamamışlardır. Bu bizim büyük bir eksiğimizdir. Nedenini anlamak da pek zor değildir. Zira genel olarak insanı­mız okuyup yazmaya sanatsal olaylara pek fazla ilgi duy­mamaktadır.
15. nci sayısı basılacak olan Ürgüp Dergisi, yayın hayatına atılmamış birkaç araştırıcı insan da çalışma ve çaba göstermemiş olsaydı, ha­lihazır yayınlanan ve yayınlanacak olan değerli bilgilere ulaşmak pek kolay olmayacaktı. Belki de insanlar bunun sıkıntısını yaşaya­caklardı. şu günlerde çok kişi ellerinde tüm sayıları olmayan Ürgüp Dergisini sağdan soldan araş­tırıyor. Kaynak nitelikli olduğundan tamamlayanlar ciltletip kitaplık­larına koyuyorlar. Dergimizin bu sayısında tarihçi bir alimimizden söz etmek istiyoruz.
Osmanlının son ve cumhuriyetin ilk dönemini yaşamış bir Osmanlı ta­rihçisi olan ve geride 150'yi aşkın eser bırakarak 1937 yılında bu dünyadan göçmüş bulunan Ahmet Refik ALTINAY’ın, Ürgüp'lü olduğunu öğrendiğimiz zaman, bunu hemşehrilerimizin de öğrenmesini ve bu şahsiyeti tanımalarını istedik. Ahmet Refik ALTINAY, 1880 yılında İstanbul'da Beşiktaş Valide Çeşme'sinde dünyaya geldi. Babası Sultan Abdülaziz'in ve­kilharcı (masraf işıerine bakan) Ürgüplü Ahmet Ağa olup Gürlükçüoğulları lakabı ile tanınırlardı. Dedesi ise Hacı Mehmet Ağadır. Ahmet Refik'in babası Ahmet Ağa, Osmanlı padişahı Abdülmecit zamanında Ürgüp'ten İstanbul'a gelmiş, burada yerleşip evlenmiş, yine Osmanlı Padişahı Abdülaziz'in vekil harçlığında bulunmuştur. Abdülaziz öldükten sonra işinden ayrılarak emekli olmuş, 1898 ta­rihine kadar kendi köşesinde mütevazi bir hayat yaşadıktan sonra bu tarihte İstanbul'da ölmüştür.

Ahmet Refik, ilk tahsilini Beşiktaş'ta bir okulda yaptıktan sonra Beşiktaş Askeri Rüştiyesini bitirdi. Ahmet Refik, Tarihçi Feridun KAN­DEMiR'e, Askeri Rüştüye mek­tebine gittiğini şu sözlerle anlatır. “şu Şişli'deki Mecidiye köyünü kuran babam ÜRGÜPLÜ Ahmet Ağadır. şimdi Yahya Efendi'yi de anamı da O'nun koynuna gömdüm. İşte ben oradan yağmur demez, çamur, kar, fırtına demez her gün yaya Beşiktaş'taki askeri Rüştüye Mektebine gelirdim”.
Sonra sırasıyla Kuleli Askeri İdadisini 1898'de henüz 18 yaşında iken birincilikle bitiren Ahmet Refik, ilk görevine, Toptaşı Askeri Rüşt­üyesi ile Soğuk Çeşme Askeri Rüştüyesinde coğrafya öğretmenliği ile başladı. Dört yıl kadar bu görevde kalan Ahmet Refik, 1902 yılında Harbiye Mektebi Fransızca öğretmenliğine nakledildi. 1907 yılında yüzbaşı rütbesine yükselen ALTINAY, Harbiye'de öğretmenlik yapmaya başladığı yıllarda, bir kısım gazete ve dergilerde ilk yazılarını yazmaya başladı. Ayrıca bir süre Tercüman-ı Hakikat, ga­zetesinin başyazarlığını yaptı.
1908 Yılında Meşrutiyetin ilanı ile birlikte, kendisine Harbiye Mektebi Talim Heyeti (Öğretim Kurulu) arasında önemli bir görev verildi.
Harbiye Mektebi tarih hocalığına tayin edilen Ahmet Refik, aynı yıl "Millet" gazetesinin başyazarlığını da üzerine aldı. Kısa bir süre sonra da Lale Devri, Tarihi Simalar, Köp­rülüler ve Felaket Seneleri" isim­lerini taşıyan eserlerini yayınladı.
1909 yılında kurulan Tarihi Osmani Encümeni'ne daimi üye seçilen Ahmet Refik ALTINAY, 1912 yılında Balkan harbi içinde Askeri Sansür Müfettişliği'ne tayin edildi. Balkan Savaşı sonunda da kendi isteği üzerine emekliye ayrıldı. Bu tarihten itibaren edip ve tarihçi ola­rak Velid (çok eser veren) bir yazarlık hayatına başladı.
Ancak, Birinci Dünya savaşından önce, eski rütbesi olan yüzbaşılık rütbesi ile tekrar silah altına çağrıldı. Yine Sansür Umum Müfettişliği'ne dönmüş oldu. Bu sırada Türkiye-Rusya münasebetlerine dair makaleler yazmaya memur edildi. İşte bu makalelerinin birinde zamanın sadrazamını kızdıran ifa­delerinden dolayı Müfettişlikten alınarak, Ulukış' lada basit bir memurluğa gönderildi. Buradaki görevi esnasında fırsat bularak Ürgüp ve Nevşehir taraflarını dolaşmış, araştırmalar yapmıştır. Yaptığı bu araştırmalarını makale ve kitap ola­rak yayınlamıştır.
1915 yılında Eskişehir’de görevli iken hastalandı ve İstanbul’a ge­tirildi. 1916 yılında, yeni Mec­mua'da seçkin bir mevkie getirilen Ahmet Refik, savaşın son yıllarında Doğu Anadolu'nın Rus is­tilasından kurtulduğu zaman, Er­meni zulmünü göstermek üzere yabancı gazetecilerden teşekkül eden bir heyetin başkanı olarak Doğu Anadolu'ya gitti. Bu görevi sırasında Batum, Kars, Ardahan Trabzon, Erzurum, Erzincan, Artvin ve havalisini dolaştı. Bu uzun seyahati sırasında topladığı notlarla "Kafkas Yollarında" adlı eserini yazdı.
Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra, İstanbul Darülfünun'da (Üniversite­de), Mehmet Arif Bey'den boşalan Osmanlı Tarih öğretmenliğine (Doçentliğine) tayin edildi. Ahmet Refik ALTINAY, kısa bir süre sonra aynı kürsünün Türkiye Tarihi pro­fesörlüğüne getirildi. 1924 yılında da Türk Tarih Encümeni  başkanlığına seçildi. Darülfünun'ün kapatılmasından sonra açıkta kaldı. Yüzbaşlıktan aldığı emekli maaşı ile geçinmeye başladı. Bu devrede parça parça kü­tüphanesindeki kitaplarını satan ta­rihçi, daha sonra tarihi kıymeti olan eşya ve tablolarını da sattı. Ni­hayet 10 Ekim 1937 yılında vefat etti. Vasiyeti üzerine cenazesi Büyükada'nın Tepeköyü mezarlığına defn olundu. Öldüğü zaman birçok gazete ve mecmuada yazar dos­tları üzüntülerini belirten değerli yazılar yazarak O'na vefa borç­larını ödemeye çalışmışlardır. Hakkında yazılanlardan bazılarını buraya aktarmakta yarar görmekteyiz.
"... Harbiye mektebinin eski hocası, müellif bestekar, şair, tarihçi, pro­fesör, emekli yüzbaşı tek başına Ahmet Refik'i ifade etmekten yüzde yüz uzaktır. ... Vakıa, O bizde mo­dern tarih muharrliğinin babasıdır. Tarihi popülerleştirmek başlı başına bir mektep vazifesini görmüştür. ..." (Hikayeci ve Romancı Sadri ERTEM)
"... Üstada nasıl çalıştığını, nasıl yazdığını soruyorum.
- Tarihi en doğru olarak yazmaya çalışırım, diyor. Vicdanım kanaat etmezse tek satır yazmam, tahrif edilen şey benim kafamdan geç­mez. Vesikaya istinat ederek yazılan tarih biraz sanatla süs­lenmelidir. Tarih mazinin romanıdır, roman da halin tarihidir. ..." (Tarihçi ve Gazeteci Feridun KANDEMiR'in Röportajından)
"... Ahmet Refik, bizde tarihin Ahmet Mithat Efendisi sayılabilir. İkisi de çok yazdılar. ikisinin de kül­liyatı binlerce ve binlerce sayfa tutar. Fakat şu da katidir ki, ikisi de okunmuşlardır. Zira ikisi de romancı, tarihçi, şucu veya bucu olmadan önce muallimdiler. ..." (Milli Eğitim Eski Bakam H. Ali YÜCEL)"... Ahmet Refik Beyi bütün mektep severdi. O çağlarda genç bir yüzbaşı idi. çok nazik, hatırnaz bir insandı. Tertemiz giyinir, yeni kuşaklara örnek olurdu. Derslerinde: (Efendiler, Türk milleti yaşayabilmek için mazisinden kuv­vet almaya mecburdur. Buna en mühim çare, Terbiye-i Tarihiyedir.) derdi. Bu sözü bizim için bir vecize olmuştur. ... (Öğrencisi Ragıp AK­YAVAŞ)
"... Tarihi hadiseleri bize tatlı tatlı okutan merhum Ahmet Refik, yalnız tarihçi değildi, aynı zamanda şairdi. Sonra birkaç yabancı dil bi­lirdi. Mesleğine aşıktı. Durmadan okurdu. Osmanlı Tarihinin birçok devirlerine ad koyan odur. (Lale Devri, Samur Devri gibi) ..." (Mahmut Yesari- Son Dakika Gazetesi)
"... Ahmet Refik, büyük tarih oto­ritesi idi. 1933 Üniversite is­lahatında, Müderris (Ordinaryüs Profesör) payesiyle Osmanlı tarihi kürsüsünü işgal eden tarihçi, açığa çıkarıldı. Üniversiteye hiçbir ilmi hüviyeti olmayan bir takım kişiler girdi. Bu darbeye Ahmet Refik ancak, dört yıl tahammül edebildi. 56 yaş gibi bir olgunluk çağında öldü. ..:" (Tarihçi Yllmaz ÖZTUNA)
"... Ahmet Refik Bey, eserlerinden dolayı yabancı devletlerden tak­dirname madalya, teşvik ödülü almış ve eserleri yabancı dillere çe­vrilmış sayılı araştırmacılar arasında yer almıştır. (Demirbaş Şarl) adlı eseri dolayısıyla İsveç Hükümeti tarafından (Vaza) nişanıyla taltif edilmiş ve eseri İsveç dili ne çeviren Karolin İlim Derneği de, yazara 10 bin Frank ödül vermişti. ..." (1918 Tarihli Ye­nigün ve İkdam Gazeteleri)
Ahmet Refik ALTINAY hakkında yazılanların hepsini buraya ak­tarmak isterdik. Ancak bu mümkün olamayacağı için, içlerinden bazılarını buraya alabildik. İçli bir insan, duygulu bir kişi, anlaşılamayan bir fani olarak göçüp giden, bugünkü kuşağın hemen hemen hiç tanımadığı Ahmet Refik'in; buram buram aşk ve sevgi tüten şiir ve şarkıları vardır. Bunların büyük bir kısmı "GÖNÜL" adlı şiir demetinde toplanmıştır. Bestelenen şarkılarının bir kısımı radyoların başta gelen şarkılan arasında yer almıştır. Ahmet Refik'in, gerçekten güzel şarkıları bulunmaktadır. Bunların bir kısımı zaman zaman Radyo-Televizyon ve sahnelerde çalınıp söylenınektedir. Çoğumuz bunlardan bir kısımının tamamını bilir söyleriz de O'nun olduğundan haberimiz dahi yoktur. Kendisi de bunlara sahip çıkmamıştır. Ahmet Refik'in şarkılarını genellikle Mısırlı İbrahim Efendi bestelemiştir.
"Sen gözlerine neşe veren; Rab­bim bana bir nimet varsa; Endamının hayalini gözlerinden si­lemem; Yalnız bırakıp gitme bu akşam; Kederden mi neden böyle;
şarkılarından bazılarıdır.
Ahmet Refik ALTINAY, Osmanlı Tarihi üzerine yaptığı çalışmalarla hayli yekün tutan bir eserler dizisi ortaya koymuştur. Geniş bilgi ve sezgisi ile ele aldığı her konuya hakim olan Ahmet Refik geniş halk kitlesinin de zevkle okuyabileceği konuları ustalıkla işlemiştir. Büyük çoğunluğu eski yazı olarak basılan bu eserlerin çok azı yeni yazıya  aktarılmıştır.
150'nin üzerinde olan eserlerinden bazıları şunlardır:
1. Köprülüler,
2. Sokullu,
3. Lale Devri,
4. Alimler ve Sanatkarlar,
5. Türk Akıncıları,
6. Tarihi Simalar,
7. Türk mimarları,
8. Mimar Sinan,
9. Türkiye Tarihi
10. Türk İstiklal Harbi,
11. Tarihi Menkıbeler,
12. Türklerde Avcılık,
13. Fatih Sultan Mehmet ve Ressam Bellini,
14. Osmanlı Devrinde Türkiye Madenleri,
15. Meşhur Osmanlı Kumandanları,
16. Ankara'da Osmanlı Türkleri,
17. Baltacı Mehmet Paşa ve Büyük Petro,
18. Fener Patrikhanesi ve Bulgar Kilisesi,
19. Galiçya'daki şanlı Osmanlı Askerlerine,
20. İstanbul'da Ecnebi Ressamlar,
21. Gönül (şiirler demeti),
22. Anadolu şehirleri, Ürgüp ve Nevşehir
Tüm eserlerinin dökümünü buraya aktarmış olsaydık, dergimizin bu sayısının tamamını bu 'Tarihi Sevdiren Adam" olarak ün yapan Ürgüplü Alimimiz Ahmet Refik ALTINAY'a ayırmış, başka bir yazıya yer vermemış olacaktık. Burada bir hususa daha değinerek yazımızı noktalıyoruz.
Ürgüp Tahsin Ağa Kütüphanesi gibi gerçekten zengin bir kütüphanede, 150'nin üzerinde eser veren bu alimimizin sadece 3-5 kitabının bulunması bizleri üzmüştür. İlgili ve yetkililerin bu konuya eğileceklerini ve vefa bor­cunu belki de böyle ödeyeceklerini ümit ve temenni ediyoruz.
Yararlanılan Kaynaklar:
1. Tarihi Sevdiren Adam Ahmet Refik ALTINAY, Muzaffer GÖKMAN - İş Bankası Yayınları, 1978
2. Alimlar ve Sanatkarlar, Ahmet Refik, Kültür Bakanlığı Yayınları - 1980
3. Anadolu şehirleri, Ürgüp ve Nevşehir, Ahmet Refik ALTINAY
İsmet AKSOY H. Hüseyin DiLAVER- 1998

ÇAĞDAŞ MÜZECİLİK
Bir yabancı uzman yurdumuza gelmiş şöyle dolaştıktan sonra Anadolu'da kendi başına durmadan akan, ama kullanılmayan ırmağı görünce yanındakilere: "Bu su akıyor, sizde bakıyorsunuz." demiş.
Bundan 25-30 yıl önceki yur­dumuzda zayıf ekonomik durumu ve insanların çaresizliğini ortaya koyduğundan, bu cümle hemen herkes tarafından her fırsatta söy­lenir, insanların bir şeyler yapması gereğini anlatmaya çalışırlardı.
Şimdi köprülerin altından çok sular aktı. Yurdumuzda kocaman barajlar, dev fabrikalar, tesisler olmasına rağmen, Türkiye eko­nomik ve endüstriyel varlığını ner­deyse ileri ülkeler seviyesine ge­tirmeyi başardı.
Doğaldır ki, üretime dönük fırsatlar tükenmez. Onu değerlendirmek, ortaya getirilen ekonomik büyümeyi ayakta tutmak için sürekli fırsat ya­ratmak ve bundan azami fay­dalanmak bir ticaret kuraldır. Bu­rada hemen şu soru akla gelir. Acaba biz fırsatları değerlendire­biliyor muyuz? Tabii ki hayır. Ne yazık ki, biz fikir üretmeye önem vermiyoruz. Birliği, bütünlüğü yapan ama kural tanımayan fut­bolcu örneği, bildiğim bildik, dediğim de dedik! diyor, başka da bir şey yapmıyorlar.
Geçen gün fotoğraf çekmek için Göreme'nin üst kesimlerine gittim. İnanın o açık hava müzesinde tu­rist kaynıyordu. Kalabalıktan dolayı izdiham yaşanıyor, gelenler ki­liseleri gezmek için ya sıra bekliyor ya da rahat dolaşamıyorlar. Daha önceki yıllarda Ürgüp çarşısı da öy­leydi. Şimdi çarşının sessizliğini gö­renler olanları bir türlü anlamı­yorlar. Biz bu durumu geçen yıllarda duyurmaya çalıştık, ama hiç bir olumlu gelişme maalesef ya­ratamadık.
MÜZE LAZIM
Her neyse, olayı nakarat gibi tek­rarlamak bize bir şey ka­zandırmıyor. Ben sanatsal ve kültürel yönden çağı yakalamış ileri ül­kelerden bazılarını gördüm.
Örneğin, Avusturya. En küçük yerleşim birimlerindeki müzeleri tam görebilmek için en az iki gün gerekli. Hele Viyana'daki o muhteşem doğa tarihi arkeoloji, halı sanat tarihi müzelerini tam göreyim derseniz bir gün orada kesin kes kalmanız lazım. Venedik'te öyle... Bizdeki gibi doğal değerler zenginlikler olmamasına karşın herşey insan eliyle yapılmış. Her yer müze, kanallar, köprüler, meydanlar. Bir müze var ki anlatmak zor. Müze parkı sanki "Akademia" tüm ünlü ressamların yapıtları bu geniş müzede sergileniyor. Re­simlerin önüne banklar konmuş, gelenler saatlerce orada kalıyor ve zevkle seyrediyorlar. Roma'da bir müzeden girip, hemen öbürüne ge­çiyorsunuz. Şehirde yüzlerce dev müze var. Floransa'da "Medici" ailesinin mezarındaki Mikel Angelo heykelleri ve Lorenzo’nun tunçtan kapısı milyonlarca turisti İtalya'ya çekiyor.
Madem treni kaçırıyoruz. Ürgüp'te birşeyler yapamaz mıyız? Hitit Tabal medeniyetinin merkezi olan bu şehirde gelenlerin dikkatle iz­leyeceği bir "Hitit müzesi şehrin merkezi yerinde neden kurulma­sın? Öyle zannediyorum Kayseri Kültepe buluntularda teşhir edi­lemeyen eserler Ürgüp'te kurulacak müzeye yeter de artar bile. Bir ar­keoloji, ya da, zengin etnografya müzesi, bir halı kilim müzesi yapmak çok mu zor?
YER ÖNEMLİDİR.
Halkın turizm gelirlerinden ya­rarlanması için yapılmasını öner­diğim bu müze şehrin orta yerinde olmalıdır. Ürgüp şehir müzesi ana caddeye kadar uzatılmalı, ka­feteryadan kullanılmayan açık hava tiyatro sahası çok katlı müze olarak inşa edilmelidir. Kayalardan faydalanmak da jeomorfolojik oluşuma çokça uygun olabilir. Çu­kurhan’ın üst kesimlerinden Çi­menli kayasının altına doğru oyu­lacak müze mekanı dünya çapında orjinalite taşır. "Olmaz" diyenler Avanos'ta bir kaya kütlesinin altında nerdeyse bitmek üzere olan kültür merkezini görebilirler. Ürgüp'ün 2 km. ötesinde yapılan lokanta disko iyi birer örnek diye, düşünülür ya da tüm şehirlerde olduğu gibi otobüs terminali biraz uzağa taşınıp, mevcut saha Ürgüp mimari özelliklerini taşıyan müze haline getirilmelidir. İşte o zaman turizm tepeden degil, aşağıdan yönetilecek, turizmi başlangıçta yapan, yaratan Ürgüp halkının yeniden katılımı sağlanmış olacaktır.
İsmet AKSOY- 1998

HİTİTLERDEN GÜNÜMÜZE TANDIR EViMİZ
Tarihi ve sosyolojik yapıyı derinlemesine araştırmak için yola çıkan bilim adamları gittikleri ülkelerde her şeyden önce insanların en önde gelen ihtiyaçları olan nesnelerden işe başlarlar ve sonuca ulaşmaya çalışırlar.

Bir milletin kültür zenginliğini ve birikimi­ni anlamak için bazı önemli kriterler vardır. Tarihi ve sosyolojik yapıyı derin­lemesine araştırmak için yola çıkan bilim adamları gittikleri ülkelerde her şeyden önce insanların en önde gelen ihtiyaçları olan nesnelerden işe başlar­lar ve sonuca ulaşmaya çalışırlar. Bun­lar mutfak kültürü olabilir, musiki, giyim kuşam, hamam, folklorik gelenekler, ulusal türeler düğün­ler dernekler olabilir. Yani insan herhangi bir ulusun tarihsel yapısını araştırıyorsa en olağan işlerden yo­la çıkarak o ülkenin gelişimiyle ilgili verileri tez za­manda bütünleştirir, yazar ise yazar, gezginse öğrenir, öğrendiklerini zaman içinde başka kuşaklara aktarır.
Diyelim ki çoktandır ırkını, doğasını, yapısını coğrafik ozelliklerini duyduğunuz bir ülkeye gezmeye niyetlendiniz bir seyahat acentasından biletinizi ala­rak uçağa bindiniz. Söz konusu bir Uzakdoğu yahut Avrupa ülkesine ayak basınca sizi ilk karşılayan in­sanlar olacaktır. Doğaldır ki bir otele yerleşip yor­gun değilseniz ilk isteğiniz halkın arasına karışıp bi­razda kendi midenizi düşünerek ne yiyip içtikleri ilk ilginizi çeken şeydir. Bu bir mutfak kültürüdür. Şimdi bazıları ilk şeylerden biri yiyecekle ilgili olanlar değildir, tuvalet diyebilirler, doğaldır ki o yöndeki düşünce de uygundur ve önemli bir araştırma yöntemidir.

Örneğin; bizim hamam kültürümüzün ününü bura­da bilmeyen olabilir mi? Tarihe "Turkish Bath" diye geçen hamamlarımızla övünmeyen bir insanımız var mı dersiniz? Avrupa yahut Amerika’ya Ortaçağ­da ipek yolunda seyahat eden Cenovalı İtalyan tüccarlar tarafından taşınan Alaturka tuvaletlere hala İtalya’nın bir çok yerinde rastlamak olasıdır. Tuvalet, hela, aptesthane, memişhane, uygur metinlerin­de “Batığlık” ya da “ayaklığ” diye ün yapan tuvalet­lerin başlı başına bir tarihi oluşumu serüveni vardır. Anadolu’nun güneyinde ilk ortaya çıkan tuvaletler Türkler tarafından geliştirilerek kullanışlı hale gelmiş, sonra da Avrupa’ya "Alla turka" diye dünya kül­türüne malolmuştur.
Tuvalet kültürü deyip işi hafife almayalım tabii ben olur olmaz şeylerle o mekanın içinde duvarlara karalanan şeyleri hiçbir zaman kültür diye algımıyorum. Anadolu’daki Romalılarda çok gelişmiş Aptes­hane kültürü vardı. Onlar altyapıya çok önem veri­yorlar, yapının altından geçirdikleri taşıyıcı su siste­minin üzerine toplu tuvaletler yapıyorlardı. İlginçtir klozeti geliştirenler ve ilk umumi helaları halkın hiz­metine sunanlar Vespasianus devrinde (M.S. 69-­79) Romalılardır ve ilk paralı tuvaletlerdir. Keşke icad etmeselerdi... yazımı okuyanların bıyık altından hafifçe güldüklerini anlıyorum. Neyse biraz fazla olduk bu konuda, en iyisi bir başka önemli konu­ya taşıyalım okuyanları.
Bizim kültür mirasımız hamam geleneğimiz demiştik, hoş onu da çoktandır biz kullanamıyoruz. Ülke­mize gelen turistlerin çok hoşuna gidiyor olmalı ki belli zamanlarda hamamı tümüyle kapatıp diledikleri gibi temizleniyorlar. Eğer niyetlenip hamama gitmeye karar vermişsek, sayın başkanımız Ali Akuzun gibi bir çoğumuz hamam kapanmış olduğundan kapıdan tersyüz geri dönüyoruz. Şimdilerde herkes evlerinde geliştirdikleri ama hiçbir zaman bi­zim tarihi temizlenme alışkanlığımızın yerini tutma­yan, terleyemediğimiz, toksik nesneleri atamadığımız modern banyolar tarihi binalarımızı siliyor orta­dan kaldırıyor.
Ürgüp gibi bir küçük yerleşim yerinde 4 hamam olduğu söylenir. Ben üçünü biliyorum da, bir tanesini bulamadım. Konudan hep uzaklaşıyoruz galiba ama burada şu söylenceyi de anlatmadan geçmek olmaz. Zamanında şehrin merkezi bir yerinde cami inşaatı başlatılmış, yapım işi bir hayli ilerlemiş işçi­ler durmadan çalışıyorlar ama bir çalışkan işçi var ­ki o gün işe başlamıyor ve cami inşaatı etrafında dönüp duruyor. Sormuşlar neden gelip çalışmadığını. İşçi hamamcı olduğunu, yıkanamadığını söyle­yince hemen orada çalışanlar cami inşaatını olduğu gibi bırakıp oraya yakın bir yere ilk önce hamam yapmışlar. İslam dini temizlik dinidir. ibadette yıkanmak ibadetin esası temelidir. Cami aptesthane­siz olmaz. Büyük Külliyelerimizde hamam, okul (medrese), şifahane (hastahane), imarethane (aşe­vi) aciz insanlara yardım kurumu Darülaceze hep birlikte kurulan büyük kültür mirasımızdır.

KENDİ MUTFAĞIMIZI TANIMALIYIZ
Geçen dönemde turizm bakanlığı yapan sayın Işılay Saygın hatırladığıma göre turistik tesislerde alafranga yemekler yerine kendi yemeklerimizin servi­se konmasını ısrarla istiyordu. Bakan Ürgüp'e ge­lince bir de uygulama yapıldı. Ürgüplüler Derneği­nin evlerde yaptırıp misafirlere sunduğu yöresel yemekler çok beğenildi ve takdir topladı. Ba­kan bu olayı Meclise götürüp tu­rizmcilerden yeni uygulamalar beklediğini söyledi, ama bu sa­dece sözde kaldı.
Geçen günlerin birinde Ürgüp'te bir kaç yıl kalıp kendini sevdiren memurlarımızdan birinin uğurla­ma gecesine gitmiştik. Burada otelin adını vermek pek uygun değildir. Yemekli bir toplantı olduğundan aç olarak gitmek iyi olurdu. Zira tanınmış bir otelin pişireceği yemekler farklı ve lez­zetli olur diye düşünüyorduk. Masalara oturduk. Önümüze değişik soğuk mezeler kondu. Biraz atıştırdık ama herkes çorba tü­ründen bir şeylerin önümüze konmasını bekliyordu. Ama öyle olmadı. Epey bir zaman sonra Avrupai bir tarzda unda kızartıl­mış yeşillikle süslenmiş biftek tü­rü et yemeği getirildi, üstelik ola­rak daha önce naylon torbaya sıkıca bağlanmış, masalara konan elma ve portakal vardı.
Benim edindiğim o anki düşünce olumsuzdu. Herkes o yemekler­den doğrusu bir şey anlamadı. Eğer tüm oteller batı türü ye­meklerle servis yapıyorlar ve bir şeyler yapıyoruz zannediyorlarsa çok yazık oluyor bence. Eğer Yu­nanistan’da başarılı bir turizm varsa, bizden kopya edip misafir­lerine sundukları Türk yemekle­riyle başarı sağlıyorlar. Bunu dünya biliyor, yazıyor tartışıyor. Onlar kahvemize, helvamıza, tatlılarımıza, dolmalarımıza hepsine sahip çıkıyorlar ve bunda büyük başarı elde ediyorlar. Bana sorulursa ben bu olayı pek anlamıyorum. Eğer bir başka ülkeye gi­dersem orada bizim yemekleri­mizi yemem. Benim için o ülke­nin mutfağı önemlidir. Nitekim zengin italyan mutfağı, İtalya’da gördüğüm en tatlı anıdır, unut­mak da mümkün değildir.
Alman yemek çeşitlerini de bili­yorum. Bir elin on parmağı ka­dardır. Ben Almanya'da bir yıl çalıştım. 1963'de oraya gidenler­den biriyim. Çalıştığımız yerde yemek verilirdi. Almanların en önemli yemekleri et kızartmaları, patatesle ilgili çok az çeşit, bir de "knotel" denen köfteleri ve tavuk kızartmaları vardı. 30-35 kadar işçimiz o yıllarda yemekhaneye çıkar, eğer kızartma varsa do­muz etinden şüphelendiğinden onu yemez, hep piliç çıkarsa di­ye yemekhaneye giderlerdi. Ek­şimsi bir tadı olan köfte bizim da­mak zevkimize uygun değildi. Çoğu zaman işçiler oradan aç dönüyor çantalarında bir şeyler götürüp karınlarını doyuruyorlardı. 15 yıl kadar sonra tekrar gittiğimde Alman mutfağı değişti ve zenginleşti. Başka ülkelerden Türkiye, İtalya, Yugoslavya, İs­panya işçileri oraya yemeklerini götürdüler, adımbaşı lokantalar açıldı. Şimdi orada canımız ne isterse onu buluyorsunuz.

ANLAMAK ZOR
Bizim mutfağımız bence dünya­da rakipsizdir. Eğer yemek çeşit­lerini öğrenip hepsini yapayım derseniz boşa uğraşmayın bu on binlerle anlatılmaz, her yörenin binlerce çeşit yemeği vardır. Bü­yük bir medeniyetin beşiği olan, üzerinden bir çok kavimler gelip geçen Anadolu’nun insanına mutfak büyük bir armağandır. Hatti ve Hititlerden kalan "tandır" kültürü bile erişilmez zenginliktir. Burada tandır yemeklerini, yahnileri, et yemeklerinin birçok çeşidini saymak mümkündür. Günü­müz mutfağı bir şaheserdir.
Biz bazı şeyleri kaybedince anlıyoruz. Avrupa müzeleri Anadolu­’dan giden eserlerle doludur. Bizim sahip çıkmadığımız şeylere Avrupalı Amerikalı dört elle sarılıyor. Sonra biz istesek de onu geri alamıyoruz. Neden bize en çok gelen batılı turistlere kendi yemeğimizi tanıtmıyor, onların yemekleriyle kendilerini ağırlıyo­ruz? Turizm dilinde bu orijinal değildir. Pek ilgide çekmez. Bari Çin yemeklerini, Japon yemek­lerini, onların önüne koysunlar, bu bir deneyimli turizmci tavsiye­sidir, oldukça da ilginçtir. Bilmi­yoruz ama galiba bu biraz da kolay kazanç yöntemidir.

FATİH'İN PAPAYA MEKTUBU
Batılı bizim her şeyimize sahip çıkar. Bizde bir ozanlık geleneği vardır. Bu Anadolu'da İzmir'de yaşadığı bilinen tesadüfe bakınki iki gözü de görmeyen Homeros’la başlar, başarılı bir şekilde aşık Veysel’le doruğa ulaşır. Roma dönemi "Anadolu’nun batısındaki İyon uygarlığının temsilcisi olan Homeros'un iki önemli şiir kitabı vardır. İliyada ve Odissea, İsa'­dan dokuzyüzyıl önce yaşayan bu ozanın şiirleri tüm batı okullarında okutulur ve tüm insanlar onun bazı eserlerini ezbere bilir. Hele Yunanistan'da yabancı turistler onun şiirleriyle karşılanır, egzotik bir duygu yaratmaya çalışırlar, tabii başarılı da olurlar.
Şeriatçı ve katı dindarlar kıza­caklar ama Fatih Sultan Mehmet Anadolu iyon kültürünü araştır­mış, öğrenmiş ve okumuştur. O zamanlar Avrupa'da Homeros'a sahip çıkıldığını görünce, daya­namamış “Papa’ya” içeriğini tam bilmediğimiz bir mektup yazarak nedenini sormuştur. Doğrusu araştırmaya değer bir konudur bu. Biz şimdi onlardan ne varsa yıkmaya çalışıyoruz. Başta mutfağımızın değerini bilmiyor, bile­miyoruz, yazık oluyor çok yazık. Fatih'i tanımak bakımından şu da çok önemli bir bilgidir. Kendi zamanında yaşamış olan Makyevelli'nin (il Principe) adlı eserini Türkçeye çevirtmişti. Hayatta ol­sa milli sorun olarak karşımıza çıkan turizm organizatörlerine nasıl öneride bulunurdu? Yalnız onu değil bu konuda Atatürk'ün ne düşüneceğini de merak eder­dim. Alaturka diye de gelişen mutfak yemeklerimizin pide, mantı, helva, dolma ve birçokları gibi çoktandır başka ülkelerin patentine geçtiğini bilmeyenimiz kalmadı da, biz onların modern diye düşünülen yemeklerini halkımıza öğretmek ve yedirmekte zorluk çekeceğimize göre, yakın­da tandırımızı da yemekhanelerinin orta yerine monte ederek zi­yafete başlarlarsa, ben şaşmam ve şunu derim “iş bilenin, kılıç kuşananın” .
Kaynakça:
1- Anadolunun Öyküsü, İskender Ohri
2- Düşün yazıları - Cevat Şakir
3- Sanat Tarihi Araştırmaları Dergisi - Sargon Erdem
İsmet AKSOY-1998

ÜRGÜP’TE ANADOLU UYGARLIĞI VE TARİHİN İLK
GÜNEŞ GÖZLEMEVİ
Tarih  binlerce yıl ötesini anlatsa bile yaşamalıdır. Okuduğunuz tarih sizin ilgi alanınızın kapsamı içinde ise, o yaşayan tarihtir ve böyle bir tarihinde ölüsü ve dirisi olmaz. Şahsen ben Mezeolitik ve Neolitik çağ Anadolu Tarihini okurken heyecan duyuyorum. Hele Hitit ve Selçuklular tarihi bana doyumsuz bir zevk veriyor. Osmanlı tarihini mecbur kalmadıkça okumuyorum zaten o dönemi de pek bildiğim söylenemez. Okumuyor ve ilgi duymuyorsanız, nereden bileceksiniz? Osmanlı sanatsal yönden zarafetin ve inceliğin doruğa ulaştığı bir zaman dilimi. Hitit ise kaba saba Yıldız, Aslan, Kartal, geometrik motifler inançlarının verdiği Güneş, boynuz ve başka simge, semboller bütünü ve tam bir Anadolu.
Dergimizin geçen sayısında Mitolojiyle ilgili Arkeolog Şinasi Başal'ın çok ilginç ve doyurucu bir araştırması vardı. Ben o yazıyı belkide 10 kez okudum, üstelik müthiş bir heyecan duydum. Osmanlı tarihine bigane kalışımın bir takım sebebi olmalıdır. Babam bizim hiç tanımadığımız Dedemin 80,000 kişinin can verdiği Sarıkamış yollarında Sivas'ın Suşehri yakınlarında bir haşarat hastalığı olan tifüs'den öldüğünü ve mezar yerinin ise bilinmediğini öldüğü zaman 8 yaşlarında yetim kaldığını; anlatırdı. Tabii o zamanlarda 8 yaşında bir çocuk annesiyle babasız kalmışsa, çektiği sıkıntıların anlatımı insana acı ve üzüntü verir. Burada o durumu anlatmaya gerek yok, zaten konumuz da başkadır.
Ben yakınımızda olan Develi' yi pek severim. Ailemde kervancı başı yok. Ürgüp'ten farklı olan ve ağaça ve yeşilliğe fazla önem vermeyen bu bozkır görünüşlü, kazanın tarihi kişilik olarak bir Seyrani babası var, birde, muhteşem denilebilecek Erciyas dağı manzarası. Sevmem develerle ilgili olduğundan değildir.  Eğer yolum bu kesime düşerse, bende anlamadığım bir rahatlık başlar yani dinlenirim. Nedenini yıllar sonra buldum. Annemin babası Ürgüp merkezindeki Çarşı cami imamlığı yapardı. Gençlik yıllarında Develi, yakınlarındaki Sindelihöyük köyünde henüz biz ortalıkta yokken imamlık yapmış. Yani Annem o tarafların yemeğini yemiş, suyunu içmiş o yüzden içimdeki kıpırtı duygusal bir bağlantı ile ilgili. Ben Hitit tarihini seviyorum ve inanıyorum ki ailem ellerinde ok ve yayla bir savaş sonucu Anadolu’ya akan insan seliyle, akıncılarla gelmedi. Benim içimdeki duygu bu konuda bana hep direniyor. "Sen diyor Anadolunun çok eski ırklarından olan bir kavimin insanısın, neden Hititli olduğunu unutuyorsun.?" diyor. Ve ekliyor "senin yurdun ve yuvan doğuştan bu taş ve kayalarıa ilgili, şu yüksek yerlerde gördüğün mağara ve mekanlarda senin eski ocağın evin, barkın."
Eğer elimde bir fotoğraf makinasıyla dağ tepe geziyor, görüp karıılaştığım tarihi yerlerin fotoğrafını çekip belgelemeye çalışıyorsam nedeni dizginleyemediğim bir fırtınanın, bir sesin bana verdiği tepkinin sonucudur .
Şayet benim Ailem, yahut Ocağım, Obam M.S. II.nci yüzyılda Anadoluya gelenlerden ise, yollarda çok büyük zorluklarla karılaşmış, sıkıntılar çekmiş olmalıdır. Ruhumun derinliklerinde bunu da durmadan arıyorum. Egom bana bu konuda da olumlu yanıt vermiyor. Sıkıntı ve zorluk emareleri var da zamanlamanın doğru olmadığı kırıntıları ortaya çıkıyor.
Bizim insanımız uygar ve ileri ülkelerin aksine zaman diliminin derinliklerine tarih diye bakmıyor. Yani çoğu kimselere göre bu ölü tarih oluyor. Ölmeyen tarih bazılarına göre Osmanlı. Onda ne ararsan var. Delikanlılık, futuhat, şatafat, sefahat var. Her yere ulaşmak, genişce alanlara devlet kurmak, hükmetmek var. Saraylar, cariyeler, sazendeler,rakkaseler var. Arap çölleri, Yemen elleri var. Benim usum bana 6000-7000 yıl öncesi Asya menıeli bir ırkl gösteriyor.Belki Yakut, belkide Gırgız.
HATTİLER, HİTİTLER
M.Ö. 1296 yıllarında Kadeşteki Mısır-Hitit savaşında Hititlerin ordusunda 9-10 çeşit farklı ırktan olan askerler var. Hititlerin Kafkaslardan Anadolu’ya geldiğini, ama hangi ulus insanı olduğunun tam bilinmediğini tarihler yazıyor. O dönem yazılı metinlerinde Anadolu'da şaman kökenli Gırgızitlerin varlığı da biliniyor.
Şu halde, Asya kökenli insanlar Anadolu'ya tarih öncesi zamanlarda gelmişler, yerleşmişler. Söz Hititlerden açılmışken bu konunun üzerinde isterseniz biraz duralım. Hitit İmparatorluğu 1200 yıllarında dağıldığı zaman, başlangıçtaki yerde olduğu gibi tekrar küçük şehir devletlerine dönüştü. Başlangıçta birlik oldular, sonra yine ayrıldılar. Kayseri, Niğde, Ürgüp üçgeninde Tabal Krallığı kuruldu. Tabalın anlamlı bizim milli bir çalgımızla ilgili. Hititlerin başlangıcındaki ilk Kralının adı Anitta, Pithana oğlu Kral Anitta. O zamanlar bize çok uzak olmayan bir kesimde Neşa'da, isim bizimde bugün kullandığımız neşeden geliyor. Muhtemelen Kültepe ile savaşlar yapılıyor. Gece baskınlarıyla Neşa çökertiliyor.

 AH BİR KALEMİZ OLSA
Belli ki Anitta’nın oturduğu ve Hitit devletinin temelini attığı yerde onların güvenliğini sağlayacak bir Kaleleri yok. Kral halkına hep "ah bir kalemiz olsa, topraklarımızı genişletebiliriz ve herkes o zaman bize boyun eğer", diyordu. M.Ö. 1800' lerde kurulan ve 1600' lere kadar iki asırlık sürede kale bulunmuş ve devlet oradan mükemmel bir şekilde yönetilmiştir. Burası bir ön kaledir, halen Ürgüp’teki Kadı kalesidir. O zamanki adı Katu Gala idi. 13.ncü asırda Selçuklular buradaki bazı tarihi izleri silmek için Temenno'yu Temenniye, Katu Galayı’da Kadı kalesine dönüştürdüler. Katu Gala, Hatti Ülkesinde Ana Tanrıça Kybele'ye de yerleşme mekanı olmuştur. Tarihler Kybele inancının bir Kapadokya inancı olduğunu yazıyor. Güçlü  devletin düşmanları da çoktur. Ana mekan olan ve Kayseri, Niğde, Ürgüp üçgeninde doğan devletin güvenliği elbette önemlidir. 1600.ncı yüzyılda Labarnaş, Başşehiri daha emin bir yere Hattuşaş’a taşıyor.
Asurluların etkisi ve Hititlere karıı istekleri hiç bitmiyor. Doğaldır ki, sınırları da genişletilip Maraş üzerinden Suriye'ye kadar yayılıyor. Ürgüp, Kayseri, Niğde hep bir kale görevini yerine getiriyor. Bakın Katu Gala, ya da Temenno nereden çıktı? diye sorulabilir. Hititlerde bir Tanrıça inancı var. Bu    o zamanki bir çok güçlü devletleri etkiliyen ve bir Önasya inancı olan İştar'dır. Geçtiğimiz aylarda bu tanrıça sembolü olan Hat-Hor boynuz yontusu Temenni kayasının ön yüzeyinde bulundu. M.Ö.6000 yıllık bir ilk çağ inancı olan bu Tanrıça hep Ana Tanrıça Kybele’yle birlikte olmuştur. Anatanrıça Kibele mağaralar, derin vadiler, ormanlık ve ağaçlıklar Tanrıçasıdır. Mitolojide doğurduğu tanrıları hep yerin altındaki mağaralarda doğurduğu anlatılır. Kibele'nin kutsandığı yerler ise, vadilerdeki karanlık yerler, tepelerdeki mağaralardır. Bu gibi yer ise Kayseri ve Niğde ve civarında yalnız Ürgüp'te vardır. Kapadokya'nın Aproditi ise Tanrıça İştar'la özdeşleştirilerek Roma'da da bir inanç  biçimi olmuştur.
ÇOK ÖNEMLİ BiR RASTLANTI RASATHANE GÜNEŞ GÖZLEMEVİ
Roma'da da bir inanç Anitta’nın Neşalarla savaştan sonra büyük Hitit devletini kurduğunu yazmıştık. Bir Hitit Kralı şöyle diyor. "Bizim kalemiz sağlam ve taşlık kayalıktır. Düşmanın kalesi ise kumdandır." Bu konudaki yazıtlar bizim bulgularımızı doğruluyor. Düşman diye düşünülen yerin karşısında hedef olan ilk kale Kadıkalesidir. Sonra Ortahisar ve Uçhisar. Geçtiğimiz günlerde ben bu güçlü uygarlıkların Rasathanesini yani Güneş gözlem evini Ürgüp yakınlarındaki bir köyün üst kesimlerinde buldum. Burası Karlık vadisinin sol üst kesiminde bir yerdedir. 6 yıldan beri yurdumuzda çalışan araştırıcı bir Amerikalı John McDonalt bana burayı gösterdi. Hakikaten gözlerime inanamadım. Bu muhteşem bir şeydi, zira bilim Dünyasının bu Güneş Gözlemevinden haberi yoktu. Gözlemevi Güneşin batış noktasına hakim bir tepeye kurulmuş, beş veya altı kişinin sığabileceği bir mekan olarak hazırlanmış. Kayadan oyulan yerin ön yüzeyinde Güneş Tanrı ve Tanrıçasını simgeleyen iki kuş yontusu var. En üstte iskemlevari kayadan oyulan iki adet gözlem yeri  hazırlanmış, güneş gözlemevinin sol üst tepesinde yarım daireli bir saat çizilmiş, tabii üzerindeki kayaların gölgesi zamanın ölçüsünü gösteriyor.
Gözlemevinin iç kısmındaki tavana Güneş sembolü yapılarak binanın ne için kullanıldığı anlatılmış. Tabi burada en önemli olan şey ise yılın ve ayların yönlerin anlatılmasıdır. Onu da duvarın sağ kesimine yontmuşlar. Duvardaki Güneş tam doğu tarafına yontularak yılı anlatmaya çalışmışlar. Burada doğan Güneş güçlü, zayıf  ışık mum ışığıyla anlatılarak Batı yönüde anlatılmış. En üst kısımda ise Oniki çizgi ile Aylar anlatılmıştır. Bakın güneş gözlemevleri bir ulusun en değer verdiği bilim ve bilgi evidir. Mısırda Keops Piramidinin bu işlevi yaptığı bilinir. Asurluların Gözlemevi Başkentleri Ninova yakınlarında bir yerde idi. Maya’lardaki bu şehrin adı (Tiahuanako)dur. Yeni bulunan bu yerde önemli bir yontu var. Sivastika haçı, bu işaret çok eski zamanlarda Anadolu’da hep kullanıldı. Çatalhöyük’teki Neolitik çağ buluntularındaki seramik kaplarda, Ivriz’deki Tanrı heykelinin elbise süslemelerinde ve demir objeler olarak obsidiyen taşlarıyla mezarlarda bulunmuştur. Hititlerle ilgili yazılarda da bu simgeyi görmek mümkündür. Bu yontu tarihteki en eski gözlemevinin Ürgüp'te olduğunu ortaya koyuyor. Tarih öncesi Sirius Yıldızının 19 temmuz 4292 de bulunduğu söylenen hem de bir şaman tarafından Nil yılının Anadolu'da bulunduğunu açıkça ortaya koyuyor.
Bütün bunlardan şunu anlıyoruz. Ürgüp muhteşem bir medeniyetin odak noktasıdır. Zaten kıvrımlı  haç işareti güneşi sembolize ediyor, Anadolu’nun kutsallığını anlatıyordu. Şimdiye kadar Temenno Kutsal kayasını hiç kimse yazmadı. Kadıkalesinin bir yakın zaman kalesi olduğu zannediliyordu. Biz bu konuda yazarak gelecek kuşaklara birazcık olsun mesaj iletmeye çalışıyoruz. Bu büyük tarihle övünmek ve gurur duymak bizim hakkımız olmalıdır. Dünyanın en eski bağcılığı bu taşlık ve kayalık yörede yapılıyor, Altın, Gümüş, Demir bulunup Toros dağlarındaki madenler işletiliyor. Bronz alaşımı bulunarak ondan yararlanılıyor. Dünyanın döndüğü, yuvarlaklığı 6-7 bin önce bilinerek Saat, Ay, Yıl, Yönler bulunuyor. Bu keşifte gölgeler okuma yazma bilmeyen insanlara ipucu oluyor. Üstelik Ön Asya’lı bir şaman Mısır’a giderek onlara bu bilgileri verip Krallığa yükseliyor. En mükemmel atlar, hayvanlar bu bölgede yetiştiriliyor. Mükemmel denilebilecek savaş arabalarını yapıyorlar. Su kanalları, oturmaya elverişli evler kayalardan oyuluyor. Işıklardan  yararlanılıp haberleşme ağı tepelerde kuruluyor. Böylece taşların ve kayaların arasında mükemmel bir uygarlık günümüze kadar geliyor. Eğer turizm yapıyorsak bunların bilinmesinde sayılamıyacak kadar faydalar vardır. Bütün bunların yanında şunu ilave etmek bence çok gereklidir. Eğer Güneş Gözlemevi varsa ki vardır, Anadolu’da yaşayan ilkçağ insanı astrofizik olayını keşfederek meteorolojik olayları da belki yazmamıştır ama bularak hayata geçirmiştir.
İsmet Aksoy14- 5-1998 Ürgüp
Kaynakça:
1-Taş çağından Osmanlıya Anadolu. Erhan Akyıldız.
2-Düşün yazıları. Cevat Şakir,
3-Anadolunun Öyküsü.İskender Ohri.
4-Temel Britannica
5-Kosmos: Carl Sagan
6-Strabon
7-DüşünceTarihi: Orhan Hançerlioğlu
8-Türkiye halkının ilk çağ tarihi: Bilge Umar
9-Mustafa Kaya. Ürgüp dergisi 12.nci sayı.
10- Emrullah Güney, İvriz Kaya yontusu.
11- Nihat Aksoy:Ürgüpte Kentsel dokunun gelişimi, korunması ve yapı elemanları.
12-Dilek Dinç: Boynuz formunun çağlar boyu Anadolu seramik sanatında kullanılması.
13-Güran Erberk, Anatolishe motive von çatalhöyük bis Heute.
14-C.Cream, Tanrıların vatanı Anadolu.
15- Gordlevski, Anadolu Selçuklu devleti
İsmet AKSOY-1998

KAPADOKYA'NIN ADI VE ANLAMI   ÜZERİNE BİR ARAŞTIRMA
Kapadokya’nın uygarlığa beşiklik etmiş bu tarihi adın anlamı üzerine yapılan yorum ve bulgular hiç bir zaman doyurucu olmadı. Beyaz atlar ülkesi dendi, ama kelimenin içinde milat öncesi ka­vimlerin kullandığı ve konuştuğu at ke­limesine benzer bir yapı ve anlam yok­tu. Hititler atlara Ansu-Kurra, Kapadok­yalılar Hippos, eski Pers dilinde güzel atlar anlamındaki at ismi; Huv-Aspa diye söyleni­yordu. Hititler ve Kapadokyalılar atları sevdiler onu yetiştirip işte ve savaşta kullandılar ancak uygarlığın en üst düzeyinde geliştiği insan hayatının sürek­liliğini sağlayan volkanik ve kayalık bölgenin anlamı atlar değil, 9-10 bin yıllık kutsal Anadan kaynaklandı. Sözcüğünün ilk hecesi bizim bu gün Kadıkalesi dediğimiz yerde eski kavimlerin Katu sözcüğününden türedi. Patu ise Hitit halkının inançlarının değişmesi için yetkilerini aşan ve onları alabildiğine zorlayan bir Hitit kralının eşi Patu-Hepa’dan aldı.
Ürgüp dergisinde Anadoludaki ilk çağ inancı olan Kybele tapkısının günümüzdeki Kadıkalesi’nin bulunduğu yerde başladığını yazmıştık. Eğrimlerin altında doğal şekilde oluşan kayalıkların arasındaki mağara ve insan eliyle ilkel şekilde oyulan mekanlarda yaşayan insanlarıyla Ürgüp ta eski çağlardan beri kentsel niteliğini korumuş, hatta etraftaki yer­leşim birimlerini kıskandıracak büyüklüğe erişmiş­ti. M. Öncesi dönemlerde en büyük şehirlerde nüfus binlere ulaşamazken Ürgüp bir kaç bini bulan insanıyla o dönemin en önemli kentleri arasında bulu­nuyordu. Aynı zamanda merkez durumunda idi.
Merkez durumundaki bu antik şehrin ortasında milyonlarca yıl önce oluşmuş iki önemli tepe vardır. Bir tanesi Temenni eski adı ise, Temenno, diğeri Kadı kalesi, eski adı Katu-Gala. Katu eskiden Ana­dolu’ya akan ve orada yurt ve mekan tutan Kafkas halklarının yani Türk kökenli göçmenlerin kadını ya da hatunu. Bu göçlerin başlangıcı tarihlerin pek üzerinde durmadığı çağlardan nerde ise l0 bin yıl öncesi başlıyor. Bilindiği üzere ilk çağ insanı Tanrı olarak Ana Tanrıçaya inanıyor ve onu kutsuyordu. Ana Tanrıçanın bilinen en eski adı Vereşumu’dur. Osmanlı döneminde bile unutulmayan ve 13. ncü asırda eski kavim izlerinin silinmesi için adı Kadıkalesi’ne değiştirilen bu yerin adı arasıra Köhne Kadın kalesi diye söyleniyordu. Bilim adamları Ana Tanrıça inancının Kapadokya inancı olduğunu her fırsatta yazıyorlar. Ana Tanrıça inancı 9000 yıl önce Anadolu’nun yerli halkı arasında başlamış, bun­lar Hattiler ancak kullandıkları dilin içinde bizim bu­gün konuştuğumuz kelimelerin oluşu bu yerli halkın arasında Kafkasya etkisinin olduğunu apaçık orta­ya koyuyor. Gümüşün,  altının ilk bulunduğu yer Toros dağları Tauros diye yazılıyor. Tau bizim Türkçe­nin karşılığı dağdır. Kafkas halklarının diliyle ilgili­dir.
Gala Kaledir. Eğer sadece gala dersek burada bir piyesin sahneye ilk konulduğu zamanı anlatır. Ka­tu-Gala ise bir inanç etrafında toplanan ilk kavimlerin uyanıp bütünleşerek sosyal anlamda bir birlikteliğe yürüdüğü izlenimini verir. Bir kale ki adını bir kadın­dan alıyor bu büyük ve saygın hatun için tarihin çe­kirdek bölgesinde insanlar kaleye ulaşılmaz şekilde taşlarla duvar örüyorlar. Aynı zamanda sürgü taşlı tırazlar yapıyorlar. Üstelik sadece söyleniyor ancak doğruluğu kesin olan yer altından Sivritaş’a su yolu yapıyorlar. Tabii bu kesimde gizlilik gerektiren han­gi şey varsa, o günkü şartlarda hiç bir zorluk inançlı insanları yıldırmıyor. Bu çaba ve gayreti gerekti­ren neden ise, bir büyük Tanrıça o zamanki adı Ve­reşumu daha sonraki dönemlerde Kubaba diyorlar sonra Hepat ve Kybele. Bu inanan, insan kitlesine hiç bir zorlama yapılmıyor. İlkel hayattan birliğe, bütünlüğe Katu galalılar coşkuyla gidiyorlar. Gale sözcüğü Hititlerde şarkıdır. Ta bize ulaşıyor. Ürgüp'te Halayın adı Gale’dir. O nedenle Kalenin başına kuş yuva yapmış diyoruz. Yuvanın üstünde bir gelin yatmış. şarkılarımız, halaylarımız, folklorumuz Katu Gala’yı anlatıyor. Ama her nasılsa tarih susmuş... Belki de eski adetler, töreler canlanmasın diye bilerek susturmuşlar.

KUTSAL KADIN VEREŞUMU
Milattan önce 7000 yılları yani günümüzden 9 bin yıl öncesi az zaman değildir. İnsanlar göçebelikten yeni yeni kurtulmuşlar ve yerleşik düzene geçmiş­ler. Hep avcılık ve yaban hayatı yapmak onlara bir­şey kazandırmıyor. Avcılık ve vahşi hayvanlarla boğuşmak ne de olsa çok büyük çaba gerektiriyor, ok ve mızraklarla insan hayatı sürekli sıkıntıya sürük­leniyor. Sabah evden çıkan evin erkeği akşama ya geliyor ya da vahşi yaşam karşısında canını kurta­ramıyor, bazan kol ve bacağını kaybediyor sakat bir şekilde eve döndüğü oluyordu. Evin kadını ise çocuklarına bakıyor, etraftan ot, yumru topluyor onu bazen ilaç olarak kullanıyor. Erkek dağda, bayırda, ormanda avlanırken, kadın oturduğu kesime yakın yerlerden bitkisel yiyecek temin ederek hayatın sürekliliğini sağlıyor. İlk insan, doğuran ve üreten kadına bir başka gözle bakıyor ve onu yapan ve yaratan biliyor. Gerçekten bu inanç boşa gitmiyor. Ana Tanrı­ça kutsiyetine erişmek için doğu­ruyor, üretiyor. Üstelik o zaman­larda Toros dağlarından erkekler tarafından yakalanan yabani boğalar, atlar, koyun ve köpekler evcilleştiriliyor. Evcilleştirme işini yapan da evde oturan kadın olmalıdır. Tohumlarından fayda­lanılan ekin tarlalara saçılıp kültüre alınıyor. Arpa, buğday ziraa­ti, nohut, mercimek, fasulye zira­ati başlıyor. Yabani üzüm çubukları evlerin önüne taşınıp bağcılık başlıyor. Bol verim elde etmek için kuş gübresi kullanılıyor.
Avcılık yaparak yaban hayatı yaşayan insanların içinde akıllı biri­nin çıkıp insanları yeni devir ve dönemeçlere sürükleyen onlara tarımı ve üretkenliği öğreten bir kadınsa eğer, ki öyledir. Onun adı Vereşumu’dur, Kubaba’dır, Hepat’tır. Yani Ana Tanrıçadır. Oturduğu yerde yüksek yer olan Katu Gala’dır. Onun rahatı için bütün insanlar seferber olur, Tırazlar, gizli galeriler, sığınaklar, yeraltı geçit ve su yolları yapılır. Üstelik o kutsal kadını korüyacak insan­lar için yemekhaneler yapılır ve ona yakın kesimlerde inancı kut­sayacak zeminler oluşturulur.

PUDU-HEPA
Ana mekan olan ve Ana Tanrıça Kybele’nin oturduğu mekanı te­melkaya olarak düşünen "Tamalkiya" Hattiler sonra M.O. 1800'lerde Anadolu’nun en büyük devletini kuran Hititlerde, es­ki kavim Anadolu insanları gibi kralların eşlerine Tavanana di­yorlardı. Tavanana’lar devlet yönetilirken krallara yardımcı oluyorlar onları karar aşamasında yalnız bırakmıyorlardı. Ürgüp'te bir başka tepe Temenni’den de bahsetmiştik. Oradaki kaya­nın ön yüzeyinde ilk toplulukların aşk ve savaş Tanrıçasının dam­gası Hat-Hor yontusunu bulmuştuk. Bu bir boğa boynuzunu ve üzerinde yer yuvarlağını simgeli­yordu. İlk insanın boğayı kutsallaştırması ve ona tanrısal bir düşünce ile inanması normal olarak düşünülmelidir. Kağnıyı çeken, tarlayı süren, sütle insanı besle­yen bir hayvana elbette saygı ve sevgi duyulmalıdır. Eski çağ insanı galeyi şarkı bilmiş ise, boğayı ve boynuzunu da üretkenliğin, gücün sembolü bilerek onu tanrı­ça inancıyla birleştirmıştır. Çok eskilerden günümüzü kadar o simgeyı mimaride de kullanarak tarihteki sürekliliği anlatmıştır. Puduhepa M.Ö. 1275-1250 geç Hitit devletinin krallarından III. Hattuşili’nin karısıdır. Kendisi Hurri’dir. Hattuşili kral olmadan önce rahip olarak yetiştirildi. Patuhepa’da Hurrili rahip Pentipsarri’nin kızıydı. Hattuşili çocukluğunda ağır hastalık geçirmişti. Hastalığın Ürgüp Temennos’unda yaşayan Tanrıça İştar tarafından iyileştirildiğine inanmıştı. Ayrıca tanrıça İştar’la ilgili bir rüyayla Hurrili rahibe Paduhepa’yla ev­lenmişti. Onlara göre çok eski Anadolu inancı olan Tanrı anaya yani Kubaba’ya halk sonsuz bağlılık gösteriyordu. Gök tanrısı ve Hurri inancı Hepat çok daha önemliydi. İnsanlar gerçekleri bulmalı yalnız ahireti düşünmeliydi. Öyle de oldu. Eski çağların hatun anası unutulmuş, onun ye­rine İştar düşüncesi ön plana çık­mıştı. Puduhepa Hitit devletinde protokol kurallarını değiştirdi. Kralla birlikte mühür yaptırıp Ka­deş savaşından sonra Mısır’la anlaşmayı imzaladı. Devletin geleneklerini yıkıp kadın ana saygın­lığını azalttı. Kral ve Kraliçe dini siyasete alet etmeye başlayınca devlet önemli ölçüde gücünü yi­tirdi. Devlet te son yıllarını yaşıyordu. Patuhepa’nın astığı astık, kestiği de kestik oluyordu. Halk ne yapacağını hangi tanrıya ina­nacağını şaşırmıştı. Ülkenin dışından saraya gelen kadın ve he­gemonyası devletin üzerine çörekleniyordu.
Devletin başkenti Hatuşaş ise tanrı ve tanrıçalar orada olmalıdır, diye bir soru akla gelebilir. Belki halk tanrı ve tanrıçalarını hiç tanımamışlardır bile, çünkü çoğu inanç eski Anadolu kavimleri yerel beylikleri zamanındaki törelerdi. Bazılarının ünü ve ina­nanı Anadolu sınırlarını aştı, As­ya’ya, Girit’e, Hellas’a geçti. Me­kan hep kutsal ve yerinde kaldı. Yani Kybele Katu-Gala’da, aşk ve savaş tanrıçası Temenni’de birle­şip bütünleştiler. Tabii bu arada Kybele inancı zayıflamış diğer kale önem kazanmıştı. O zaman­dan çok önce kayaların altına oyulan tanrıça evini bugün oy­durmaya kalksanız devletin imkanları elvermez, ayrıca da delilik olarak düşünülebilir. Halk kut­sal bildiği tarla ve bağları, mükemmel evleri ve şarap mahsen­leriyle kralların dinlenmek için seçtiği gözde şehrin adını ilk baş­taki Katu-Gala’yı da öne koyarak Katupatukya demeye başladı. Bu isim hızlı söylenirse u harfi düşüyor ve Katpatuka oluyordu. Anlaşılacağı üzere Katu’dan son­ra gelen Patu, Tavanana’nın adı Pudu-Hepa şeklinde yazılıyor, okunurken u harfi a ya dönüşü­yor ve Patu oluyordu. Büyük İs­kender’in Anadolu’yu istila etme­sinden sonra bölgeye yerleşen asker ve kumandanlara Dia-­Doklar deniyordu. Eskiden Kat­patuka olan bölgenin adına birde Dok’lar karışınca Kapadokya di­ye söylenmeye başlandı ve isim o haliyle günümüzü ulaşmış oldu. Kapadokya’nın kutsallığı Hi­titler ve başka uluslar arasında hiç tükenmedi. Dikkat edilirse tanrı ve tanrıçalara adanan kut­sal sunak taşları hep peribacası şeklindedir. Kapadokya adının Perslerle ilgili olduğunu yazmak ve söylemek yanlıştır. Persler Anadolu’ya zengin Lidya’lıları paylaşmak için geldiler ve Kapa­dokya adını hazır buldular. Kapadokya bağımsız bir devlet olarak onlardan sonra ortaya çıktı.
Kaynakça:
1-Taş çağından Osmanlıya Anadolu.Erhan Akyıldız.
2- Anadolu Kültür Tarihi. Ekrem Akurgal.
3- Düşün yazıları. Cevat Şakir.
4- Anadolunun Öyküsü. İskender Ohri.
5- Kosmos. Carl Sagan.
6- Strabon.
7- Düşünce Tarihi. Orhan Hançerlioğlu.
8- Türkiye Halkının ilk çağ Tarihi. Bilge Umar.
9- Anadolu mitolojisi. Şadan Gökovalı.
10- Anadolu Uygarlığı. İsmet Zeki  Eyüboğlu.
11- Mustafa Kaya. Ürgüp Dergisi.
12- Emrullah Güney İvriz Kaya Yontusu.
13- Nihat Aksoy. Ürgüp’te Kentsel dokunun gelişimi, korunması ve yapı elemanları. Yüksek lisans tezi.
14- Dilek Dinç. Çağlar boyu boynuz formunun Anadolu seramik sanatında kullanılışı.
15- Tanrıların vatanı Anadolu. C. Cream.
16- Anatolishe Motive Von Çatalhöyük bis heute. Güran Erberk.
17- Mehmet Doyurgan. Halıcı
18- Temel Britannica.
19- Doğunun Prehistoryası. G. Childe.
İsmet AKSOY-1998

UYGARLIĞIN BEŞİĞİ KAPADOKYA’DA
SPİRAL YONTULAR
ve Ak Güvercinler
İnsanlık için, yaşadığı ve birliktelik ser­gilediği toplum kültürü için gerekli olan ve bu güne değin ortaya çıkarılıp tartışılmamış Anadolu'daki önemli tarihi bilgileri asıl uzmanları değil de, omu­zunda fotoğraf makinasıyla yorulma nedir bil­meyip dağ, tepe doğal ve tarihi güzellikler ara­yan, durmadan araştıran ve gördüklerini tarihi verilerle bütünleştirip yazıya dökerek kitlelere ulaştıran yani gerçek değerde fotoğrafçılık tut­kusu olanların ortaya koyacağına iyiden iyiye inanmaya başladım. Öyle inanmasam neden şu an makinanım başına geçip yanıma da birçok önemli tarihi dökümanları ve kitapları koyarak Kapadokyayla ilgili tarihi bilgileri didik didik edeyim? Turizmcilik yaptığım yıllar boyunca hep klasik bilgiler önümüze kondu. "Bilinen bulunan bunlardır, başka da birşey yok" dendi. Bizler yani turizmciler onları karşılaştığımız yabancılara anlattık. Az bilgi kırıntılarıyla başarılı olundu mu diye bir soru sorulsa ben hiç te kötümser olmadığımı rahatlıkla söyleyebilirim. Zira 1950'lerden günümüze kolay gelinmedi. Bunca turistik tesisler, bunca altyapı kolay kazanılmadı.
Ancak şurası da bir gerçektir. İnsanlar ilim, bilim, fenle bir çağ yaratmaya çalışıyorlar. 21. asrın hedefi Bilgi Çağı’dır. Bilgi çağında cılız tarihi bilgiler bize artık yetmiyor. Araş­tırmak turizm için yeni bilgi ve bulgular ortaya çıkarmak gerekiyor, yani ülkenizi gelen misafirlere iyi tanıtıp onlardan bilgi bakımından geri olmadığınızı kanıtlayacaksınız, onlarla kaynaşıp kültür alışverişinde bulunarak bilgi çağındaki yerinizi alacaksınız.

SPİRAL YONTULAR
Anadolu da uygarlık yaratan İlk çağ insanları kaya üstü resimlerini yaparken günümüz insanının dahi zor anlayabileceği bir motif işlemişler. Bu motifin adı Spiraldir. Spiral bir çizgidir. Bir noktadan başlar ve çizgi gittikçe sarmal hale dönüşerek dairevi bir şekil alır. Spiralin insanlığa çok önemli ve düşündürecek nitelikte bir mesajı vardır. Doğumu ve hayatın ölümsüzlüğünü anlatır. Yani tek, tek kişiler öle­bilir ama tümüyle insanlık yaşar ve yaşyanlar işi götürür. Spiral motifleri yapan ilk insanlar bu yontuları bir tek amaçla yapmışlardır. Motiflerin farklı işlevleri vardır. Bu aynı za­manda bireyleri düşünmeye ve çağı, bulunduğu zamanı aşmaya yarayan dinsel amaçlı simgelerdir. Simgeler aynı zamanda kültürlerin yani insan yaşantısındaki bilginin çıkışını ve yayılmasını ortaya koyar. Kapadokya’da bu spi­ral motifler çok yaygındır. Tarih öncesi çağlarda yapılan ve günümüze sağlam bir şekilde ulaşan önemli bir tanesini Ürgüp Yeşilöz Köyü'nün üst kesimlerindeki bir tapınağın ön yüzeyinde görmek mümkündür.
Aynı güzellikteki spiral motifler binlerce sene sonra Bizanslılar tarafından Ürgüp yakınlarındaki Pancarlık kilisesinin iki duvarına karşılıklı şekilde eskiye uygun tarzda işlenmiş, adeta aktarılmıştır. Bunda ne var? diye bir soru burada akla gelebilir. Çok şeyler vardır ve olmalıdır. Araştırmacıların ortaya koy­duğuna göre, spirallerin yapımının başlangıcı Anadolu'da milattan 9000 yıl önce başlar ve bir gelenek halinde yakın zamanlara doğru iner. Aynı zamanda çok tanrılı inancın kutsal sim­gesidir. Yakın zamanlara kadar Ürgüp ve et­rafındaki binalarda tam aslna uygun değil de az değişikliğe uğrayıp taş yapılarda, evlerin giriş yerlerinde ve balkon sütun direklerinde kullanılmıştır. İlk bakışta koç boynuzunu an­dıran bu motifler ilk çağ insanlarının ortaya koyduğu spiral sembollerin geleneğinden başka bir şey değildir. Gezip gördükçe aslına aynen uyan yontuların varlığını da izlemek mümkündür. Motiflerin yakın zamanlarda yontulmasının amacı tabiatıyla degişiktir. İlk baş­larda tapınmak amacıyla yapılmış, yakın za­manlarda "uğur" diye algılanmıştır. Buna göre Anadolu insanı geçmişini hiç bir zaman unut­mamış, binlerce yıllık bir simgeyi günümüze şöyle veya böyle taşımıştır.
Spiral kaya yontularının ne amaçla yapıldığını bilim adamları ortaya koymuşlardır. Doğumu ve ölümsüzlüğü anlatmaktadır. Bize göre 2000 Yıl önceki insanlardan bek­lenilmeyecek bir yontu ve anlayışla karşı karşıya bulunuyoruz. ilk insanlar bu yontuyu başka amaçlarla yapmış olmalıdırlar. Uzaydaki yıldız kümeleri örneğin Samanyolu da spiral şekle uygun bir şekilde uzayda devinmektedir. Bu kesimde tarihin en eski gözlemevinin var­lığını dergimizin geçen sayısında ortaya koy­muştuk. İlk çağ insanlarının gerçekte düşünen ve de çok önemli Kozmik sırları da bildiklerini gösteren simgeyi kaya yüzeyine işlerken, ken­dilerinin pek boş yaratıklar olmadıklarını bize anlatmaya çalışmışlardır.
Bir başka yontuyu Ürgüp’ün Temenni Kayası'nın ön yüzeyinde rastladığımız Hat-­HOR boynuz yontusunu anlatıyoruz. Bu form ilk insanın boğa ile yaşantısını, sabanını, çiftini, çubuğunu, kağnısını anlatmakta onu spiral yontuyla eşdeğer bir kutsallığa eriştirmektedir. Spiraldeki amaç, ana tanrıçayı öne çıkarmaktır. Oysa Temennideki yontu aşk ve savaş ilah­larını kutsamak için yapılmıştır. Yani burada anlatılan hep Anadoludur. Yazımızın başında tarihsel kültür zenginliğimizi uzmanların değil de, bizim gibi araştırma meraklısı insanlar tarafından ortaya konulabileceğini yazmıştık. Uzmanlar bir yere gelip takılıyor sabit ve katı bir anlayışla "dediğim, dedik" diyor. Biz tarımın Kapadokya'da bu tepelerde ve derin va­diler arasında başladığını, bol verim elde etmek için Güvercin gübresinin kullanıldığını, bunu kanıtlamak için de ulaşılamayacak yük­sekliklerde bulunan güvercinliklerin varlığını kanıt olarak ortaya koymaya çalışmıştık. Oysa, uzmanlar, güvercinliklerin I7.ci yy.'da yapımının başladığını anlatıyor. Ben bütün bunları hayretle karşılıyorum. Spiral yontularının olağanüstü anlamlarını da size bu yüzden or­taya koydum. Doğrusu Kapadokya'daki in­sanlık tarihinin izlerini, yaşantılarını bilmesem ben de ortaya koyduğum verilerin doğruluğundan şüpheye düşer, "ben yanılmışım" derdim.

GÜVERCİNLER
Bu gidişle uzmanlar arıları, balı, peteğini arıcılığı da aynı tarihlere oturtacaklar gibi ge­liyor bana. Yani "Kapadokya'da insanlar eski çağlarda bal yemeyi de bilmiyorlardı" diyeceklerdir. Eh ne yapalım? Bari şu kaya dam­ları, yeraltı şehirlerinin yapımını da bizim za­mana getirip işi bitirseler. Bakın Ana-Dolu ismini biz anlıyoruz. Anaların bu vatan yüzeyinde doluluğunu anlatıyor bu kelime. Ana varsa simgede, spiral yontu da var, hayat da, yaşam da var orada, yani bir çaba ve gayret vardı, tüm bunlar yaşamak, daha iyi yaşamak içindir. Tarih öncesi çağlardan başlayıp Anadolu'da bizim tam anlamıyla kavrayamadığımız 30 uy­garlık yaşamış. Büyük uygarlıklardır bunlar ve hepsinde bizler varız, yapan da yaratan da biz­leriz. Bilgilerin ortaya koyduğuna göre Ka­padokya'yı tümüyle etkileyen bir Ana Tanrıça inancı var. Bu inanç milattan önce 9000 yıllarında başlamış. Tarihler tarımın başlangıcı olarak o zamanı belirliyorlar. İnsan Anadolu'da karnını doyurmak için avcılıktan ayrı alternatifler aramış ve toprağa yönelmiş, yani tohumu toprağa atmaya başlamış. Baba dağda, bayırda avlana dursun, ana evin etrafındaki ara­zide yaşam için bitkilerin insana fayda sağlayacağını onu yetiştirip büyütürse, neslinin aç açık kalmayacağını da keşfetmiştir. Bilim adamları bunu başaranın da bir kadın olduğu ve o devirde yaşayan insanların bu dişiyi Tanrıça yerine koyduklarını ve bu kadının Kapadokya'da yaşadığını yazıyorlar. İsterseniz burada bir tarihi bulguyu ortaya koyarak yazımıza devam edelim. Şimdiye kadar biz gü­nümüzün GÖREME'sini duyduk, ancak o ismin nereden ve nasıl bize ulaştığını öğrenememiştik. Yani KORAMA diye geçen bizim Turistik kesimin adı da ta eski çağların Tarımcı kutsal anasından kaynaklanmakta, ilk başta KUWA-URA-UMA yüce Ana tanrıçanın halkı diye adlandırılmakta idi. Kuwa-Ura-Uma Ürgüp'teki Katu Ana'nın ta kendisidir.
Katu ana'nın bir çok simgeleri olduğunu biliyoruz. Bunların içinde şahin dediğimiz kuş vardır. Kartal, Aslan gibi hayvanlar vardır. Ama bir tanesi vardır ki, o çok önemlidir, bu günümüzde evlerimizin önünde, camilerimizin avlusunda, tarla, bağ ve bahçelerimizde önü­müze çıkan uysal ve güzel bir kuştur. Yani gü­vercinlerdir. Ana tanrıçanın tarımcı olduğunu biliyoruz. Toprağa ilk attığı tohumun fi­lizlendikten sonra o yıllarda büyüyüp ser­pilmesi için kafasını gök yüzüne çevirip yağmur beklediğini görür gibi oluyorum. Haydi yağmur yağdı diyelim, hafif çiseliyen yağmurdan sonra bulutların arasından süzülen güneş ışınlarıyla ortaya çıkan yedi renkten oluşan Gök Kuşağı, insanları hep cezbetmiş ve düşündürmüştür. İlk çağ insanına göre Ana Tanrıça güzeldi. Ayrıca doğurgan ve üretkendi. Gök Kuşağı da güzelin güzeli. Şu halde Gök Kuşağı da tanrıçanın simgesi olmalıdır, denmiş ve simgelere o da eklenmiştir. İnsan denen varlık yaratıldığı günden beri düşünme eyleminin içindedir. Hep düşünmüş, düşünerek bizi bu günlere getirmiştir. Toprağa tohumu atan insan bitkinin büyüyüp serpilmesi için top­rağın kazılacağını, yabani otlardan temizleneceğini, tam verim elde etmek için onun birşeylerle beslenmesi gerektiğini, sulanmadığı takdirde büyüyüp boy vermeyeceğini düşünmüş, yerinde ve zamanında müdahale ile tarımda başarı elde etmiştir. Tabii gübreyi de keşfetmiştir. Bunu çevresinde ilgiyle izlediği güvercinlerden evcilleştirip beslediği hay­vanlardan temin etmiştir.
Bizim son sistem tüfeklerle onları vurup düşürdüğümüze, kızartıp mideye in­dirdiğimize bakmayın, çok eski çağlarda gü­vercinlerin Kapadokya'da dokunulmazlığı vardı. İnsanlar onlarla iç içe birlikte yaşıyorlar, onları hayatımızın bir parçası sayıyorlardı. Belki ilk çağlarda, 17.ci asırda giriş yerleri  kapatılan, önü değişik motiflerle süslenen, kuş­ların rahat yuvalanması için taka sistemi ge­tirilip geliştirilen güvercinlikler yoktu. Ama gü­vercin ve kuş evleri Kapadokya'da ilkel de olsa hep vardı. Zaten düzenlenip bakımlı hale getirilen bir çok mekanlar çok eski zamanlarda oyulmuş olarak nesilden nesile bazen kuş evleri bazan da farklı amaçla kullanılmıştır. İlk zamanlarda Ana Tanrıça'yı simgeleyen güver­cinlerle insanlar tarih boyunca ilgilenmiş onu üretici Tanrıça İştar’ın, Gök Kuşağı Tanrıçası İrisi'in, aşk tanrıçası Aphrodit’in sembolü saymışlardır. Tanrıça inancı Anadolu'da bir gelenektir. Kayalardaki sarmal motiflerin felse­fesine göre inançlar farklı isimlerle bütünleşmiş ve kaynaşmıştır. İslam'da da güvercin kutsaldı. Safiyetin, dürüstlüğün barışın simgesidir. Dikkat edilirse gök kuşağını da inançlarına simge olarak katan ilk çağ insanı, güneşin yedi rengini güvercin tüylerinde görerek buna anlam vermeye çalışmış, ruhların onunla cennete ulaşacağına inanmıştır.
Kaynakça:
İsmet Zeki Eyüboğlu; Anadolu Uygarlığı,
İsmet AKSOY;     Ürgüp'te Anadolu Uygarlığı ve Tarihin İlk Güneş Gözlemevi. İsmet AKSOY; Kapadokya’nın Adı ve Anlamı Üzerine Bir Araştırma. Ürgüp Dergisi 17 nci ve 18 nci sayıları
Bilge Umar; Anadolu'da Tarihsel adlar.
İsmet AKSOY-1999

UYGARLIK TARİHİNDE GERÇEKLER, YANILGILAR VE
KAPADOKYA
İnsanlığın çok eski çağlardan başlayıp günümüze kadar hangi aşamalardan geçtiğini, başdöndürücü bir uygarlığa hangi zorluklar ve çabalardan sonra ulaştığını öğrenmek isterseniz, büyük araştırmalardan sonra kaleme alınmış bilimsel kitapları bulmalısınız. Okuduktan sonra görürsünüz ki kulaktan dolma bilgiler sizi boş yere oya­lamıştır. İlim ve bilim yolunda Dünyanın geçirdiği aşama çok zor ve oldukça sıkıntılı olmuştur. Örneğin, Ay, gün, Yılla ilgili keşifler bize basit görünse bile çok önemlidir, insan hayatını derinden etkileyen ve onun kaderini değiştiren bulgulardır. Bu uğurda araştırma yapan, çaba gösteren, bilgileri insanlığın hizmetine sunan bilginler doğrusu takdire layık olmalı ve onlar hafızalardan silinmemelidirler. Tarihteki bu işin öncülerini biliyoruz. Ancak bilinenler derin araştırmaya dayanan bilgiler olarak karşımıza çıksa bile, eksik olan ve hatta çelişki yaratan fikirler vardır. Bu fi­kirler önümüze konunca kendi kendimize sormamız ge­reken sorular kafamızda belirmekte, denilebilir ki; bizi şüp­heye sürüklemektedir. Bilgi ve bulguların anlamıyla sonuca ulaşması bakımından belki de keşiflere şüpheci yak­laşmak en doğru olan yöntemdir. Bu yazımızda da bu ko­nuyu ele alıp kafamızda beliren sorulara yanıt bulmaya çalışacağız.
Bir biyoloji uzmanı ve tarihci Homer Smith, M.Ö. 19 Temmuz 4292 tarihinde 365 günlük Sirius Yılını bulan, o de­virdeki Mısır’da yağmurun ne zaman yağıp Nil nehrinin ne zaman taşacağını, iyi mahsul elde etmek için toprağın ne zaman bellenip tohumun tam ekilme zamanını yanılmadan söyleyen bilginin şaman olduğunu söylediği zaman, bilim dünyası bir bocalama geçirmiş Homer Smith'in bulgularını şüpheyle karşılamıştır. Şaman inançlı olan ulus ve halklar Kafkasyalıdır. Tabii burada akla ilk başta gelenlerde Türk­ler olmalıdır. Eğer işin içine Türk karışmışsa, bilim Dünyası ona hep şüpheci yaklaşmıştır. Tarihin her döneminde Mısır’la Anadolu’nun bir ilgisi, bir yakınlığı olmuştur. O dönemlerde arayış içinde olan insanların sahili izliyerek bir başka ülke ve uygarlığa kolay ulaşmak düşüncesi, Mısır ve Anadoluyu diğer uluslardan farklı bir konuma getirmiş olmalıdır.
Sirius Nil yılının bulunuşundaki detaylı bilgiler ne­lerdir? İnsanlar acaba o dönemde bile dünyanın yuvarlak oluşunu, ya da güneşin alev topu oluşunu biliyormuydu?diye biz düşüne duralım, çağımızın bilim dünyası olayın bize yıl olarak çok uzak olmasından üzerinde pek fazla dur­mamış gözünü bize daha yakın olan bir başka Bilgin'in bu­luşlarına çevirmiştir. Bu bilgin Anadoluda M.Ö. 624-547 yıllarında günümüzün Milas’ında yaşayan teori ve bu­luşlarıyla çağları etkileyen Thales’tir. Thalesin en büyük bu­luşu 28 Mayıs 585 tarihinde güneşin tutulacağını önceden bilmiş olmasıdır. Yani insanlık Ege’de 2584 yıl önce günümüzün önem taşıyan kozmik bilgilerine ulaşmıştır. Anadolulu Thales neleri biliyordu? Biraz da onu araştıralım: Küçük ayı yıldız kümesine bakarak kutup yıldızını buldu. O çağda Fenikeli tüccarlar ona 'araba' yıldızı di­yorlar ve yönlerini ona göre buluyorlardı. 365 günlük Yılın tam hesabını yaparak mevsimleri belirledi. Deprem olaylarını araştırdı. Bilgine göre Dünyada hiç bir şey doğmaz ve yok olmazdı. Madde hep değişir, ne yoktan doğar, ne varken kaybolurdu. Hayatın kaynağı ona göre suydu.

Hayatın akışı içinde ünlü bilginin hayatına ve yaşamına ait ilginç olan hikayeler de vardır. Bir gün gök yüzünü izlerken Milas’ta bir kuyuya düşmüş ve ora da yaşayan Trakyalı bir kadnın kendisine "sen Göktekileri bilmek isterken, ayaklarının altındakileri görmüyorsun" diyerek onunla alay etmiş ve bunu etrafındakilere anlatmıştır. günümüzde buna benzer sözler doğacılara ve hayvanseverlere söylenmekte, onlardan önce insan unsurunun öğrenilmesi ve varlığı hatırlatılmaktadır. Thales gök yüzünü gözetlerken, ilkbahar gelince zeytin ürününün bol olacağını an­layıp ne kadar yağhane varsa kiralamış ve bolca da para kazanıp bilginlerin de isterse çok para kazanacabileceğini ispatlamıştır.
İki değişik zamanda iki ayrı keşifin yapılışını ortaya koyduktan; kahramanlarıyla ilgili bilgileri gözden ge­çirdikden sonra, karşımıza bir yığın sorular çıkmaktadır. Hitit devletini kuran halklar dışardan Anadoluya gelmişler yerli halkla savaşım verip uzun uğraşlardan sonra uygarlık tarihini derinden etkilenmiş olan devletlerini kurmuşlardır. Onların uygarlık yolunda ne gibi sanatsal ürünleri varsa yazıtlarıyla birlikte ortaya çıkmış denilebilir. Ancak bu halkın nereden Anadolu'ya giriş yaptığı bilinmemektedir. Kimileri Avrupa'dan kimileri Kafkasya’dan geldi diyerek karışıklığı artırıp üstüne tuz, biber ekmektedirler. Söz konusu uy­garlığa nerde ise tümüyle yaklaşan Bilim Dünyası için, bu halkın nereli olduğunu söylemesi o kadar zor olan şey­ler midir? Tabii ki değildir. Eğer Kafkasya’dan geldiler de­nirse, sonucu anlamak için kafa yormaya gerek kalmaz, Anadoludaki Türk varlığının izleri bu günkü anlayıştan çok eski çağlara iner ve tarihlerde ulaşılamıyacak derecede zenginleşir. çoğunlukla batılı tarzda düşünüp bilimsel kitapları hazırlayan çevrelerin Hitit halkının Kafkasya’lı olduğu fikrine sıcak bakmaları da yadırganmalıdır. Karışıklığın artması yalnız Hititlerle olan bilgiler değildir. Thales’inde çalışmalarındaki esin kaynağının başka ülkeler olduğu tezi savunulmakta, bulguların o zamanki Mısır, Babil, Fenikeden Anadoluya taşınığı fikirleri ağırlık ka­zanmaktadır. Beynimize şırınga edilmeye çalışılan bilgiler doğru ve sağlıklı değil aynı zamanda yanlıştır. Egeli bil­ginin bir denizci olduğu ve çok kere Mısır'a giderek oradaki bir çok gerçekleri öğrendiği yani oradan Anadoluya ke­şiflerin ulaştığı yazılmakta, yazanlar da kendi yazdıklarına inanmaktadırlar. Kendi esas uğraşısından ayrı, deniz yoluyla Mısır'a zeytin yağı götürdüğü ve oradan Anadolu’daki İyonya’ya tuz taşıdığı söylenmekte, bir çok geometrik bulgularında kendisi tarafından orada kaldığı zaman içerisinde Piramitlerin gölgesinin ölçülerek çözüldüğü anlatılmaktadır. İnsan oğlunun dünyaya gelip yaşamına başladığı za­mandan bu tarafa tuz yemeden yaşadığı olacak şey midir? Kaldı ki madenlerin Anadolu’da bulunuşu Thales za­manında olmamıştır. Demirin, gümüşün, Toros dağlarında bulunuşu 5000 yılı aşkın bir eski çağlara uzanmakta ve oldukça boldur. Suluca Karahöyük yakınlarındaki Kapadokya tuz yataklarının çok eski zamanlarda bilindiği açık ve seçik tarihsel kayıtlardır. Bu gün bile, oradaki ya­takların 100 yıl yurdumuzun ihtiyacına yeteceği uzmanlar tarafından söylenmektedir. Tuzun Anadolu’ya Mısır’dan taşınma düşüncesi ticaret mantığı ile bağdaşmaz. Zeytinin ve yağın o zamanlarda üstün uygarlık düzeyine ulaştığı bilinen Kapadokya’da tüketilmediğini kim söyleyebilir? Göl­genin ise, yalnız Mısır Piramitlerinin dibinde olduğu savı bence akli dengesinde eksikler olarak karşımıza çıkar. Zira, en küçük gölge bile bir bilgine esin kaynağı olabilir. Gölge yalnız Mısır Piramitlerinin dibinde de bulunmaz.
Çoktandır yazıp çiziyoruz. “Kapadokya çok eski çağlarda ana tanrıça Veremuşu’dan dolayı kutsallık taşıyordu” diye. Eğer araştırma merakınız varsa lütfen Ürgüp ci­varmdaki tepelere çıkıp biraz dikkatlice bakın. Buralardaki ayak izleri son 50 yıldan bu tarafa Kapadokya'ya akın eden ziyaretçilerin kesinlikle olamaz. Buralarda bir yığın testi kırıkları katmanları vardır. Yani nerde ise bir 8-9 bin yıllık kaynaşmanın, buluşmanın oluşageldiği kutsallık taşıyan kesimlerdir söz konusu olan yerler. Kapadokya uygarlığa erişirken sadece insanın yaşadığı, onlara yön verene üstün yetenekli bilginlirinin olmadığı düşünebilir mi? Bilgi bi­rikimi olmayan yerde alim yetişmez. İsterseniz burada iki bilginden kısaca bahsedeyim. Bir tanesi M. Sonra 2. yüzyılda Ortahisar Ürgüp arasındaki bir hastahanede birçok tıbbi keşiflerde bulunan, ayrıca 5 kitap yazan hekim Aretaios'tur. ikincisi ise, Apollonios isimli bir din bilgininin öğretileri vardır. Eğer Roma döneminde Hristiyanlık ortaya çıkmasaydı, bu bilginin öğretileri Hristiyanlığın yerini almış olacaktı. Daha bir çok bilgini burada yazmak mümkündür. Her çağda insanlık kozmik bilgilere ulaşmak ve bir­şeyler keşfetmek için çaba ve gayret göstermiştir.

KAPADOKYA GÜNEŞ GÖZLEM EVİ
Çok eski çağların güneş gözlem istasyonunun Ürgüp Dereköy vadisindeki bir tepenin üzerinde olduğunu An­karada neşredilen “Ürgüp” dergisinde yazmıştık. Kayaya oyulmuş bulunan Gözleme evinin içerisinde yapılan ey­leme ait tüm iz ve işaretler vardı ve bilimsel araştırma ge­rekiyordu. Kanıtlarımızdan biri 9000 yıllık Gamalı haçlardı. Bu işaretler Çatalhöyük'te, Hacılar’da, Kültepe’deki objelerde görülüyordu. Kapadokyadaki kayadan oyulan meskenlerin giriş yerlerine oyulmuş im ve imge olarak günümüzü ulaşmıştır. Güneşin değişik zamanlardaki gölgesinden yararlanıldığını bazı çizimlerle eski çağ ka­vimleri hiç şüphe götürmeyecek şekilde buluşlarının başlangıç noktasını parmaklarım gözüne dercesine göstermelerine rağmen, bizim araştırma bakımından ne kadar zayıf kaldığımız doğrusu anlaşılır gibi değildir. Kayalık Kapadokya’da özgün ve şimdiye kadar hiç bir şekilde yazıya dökülüp duyurulmamış olan tahminimize göre 6500 Yıllık olduğu düşünülen gözlem evinde neler var görelim. Bir insanın kafasını eğerek girebildiği kapının üzerinde iki Kek­lik figüru bulunmaktadır. Ortasında bir kadın resmi, biraz silindiğinden, berrak bir görüntü vermemektedir. Binanın tavanına güneşten süzülen dört ışık çizimi yapılarak yönler ortaya konmuş olmalıdır. Odanın sağ tarafındaki du­vara güneşin doğuş yönünden başlayıp batış yönüne doğru geliştirilen zayıf ışık çizimiyle gölgelerden yararlanıldığı anlatılmaktadır. Hemen üzerinde ayları be­lirleyen zig-zag işaretler yapılmıştır. Odanın içinde bu işle uğraşanların Kafkas (Asya) kökenli olduğunu anlatan Sivastika motifleri bulunmaktadır. Gözlem evleriyle ilgili çalışmalarda iki bilginin bulunması gerektiğini tarihi kayıtlarda görmekteyiz. Binanın üst kısımına 2 kişinin otu­rabileceği iskemlevari yerler oyulmuştur. Hepsinden önemlisi gene odanın sol üst köşesine yarım daire şeklinde güneş saatinin çizilmiş olmasıdır. Görünen odur ki, bil­giler Anadolu’ya Mısır, Babil, Sümer’den değil, Anadolu’dan Prof. Homer Smith’in anlattığı “şaman” tarafından götürülmüştü. Kısaca kozmik bilgiler doğrudan Anadolu’da oluşmuş, şu veya bu sebeple Mısır’a taşınmıştı. Taşınığı çağda para henüz bilinmiyordu. O zaman ülke ve halklar insanlara farklı olanaklar sunmuş olabilir. Tarihler Osiris takım yıldızlarını izleyip, Sirius yılını ve kozmik olayları derinlemesini bilen, kehanetleriyle halkı etkileyen “şaman”ın sonradan Mısır'a kral olduğunu yazmaktadırlar.

NAKIŞLARIN DİLİ
Anadoluya M. Öncesi 10 binlerden başlayan göçlerin hiç durmadan devam ettiği, bilinen kayıtlardır. Anadolunun yerli halkıyla kaynaşan bu insanlar gelirken birçok adet­lerini de birlikte taşıdılar. Taşıdıkları şeylerden en önemlisi inançları idi. Yani dinleri. Yazının bilinmediği çağlarda bazı simgeler yazı yerine geçiyor, kısaca çok şeyler anlatıyordu. Örneğin ortadan kesişen iki çizgi biraz da sabana benzediğinden ziraatçı bir aileyi, ucu bükülerek yapılan aynı işaret; Asyalı bilici aileyi (kahin), sadece yıldız; Ana­dolunun yerli halkını, altı köşeli yıldız; sürekli yer değiştiren tüccar kitleleri, spiral motifler; ana tanrıçaya inançlı kişileri, Aslan, Kartal, Kirpi, Yılanı tanrı ve tanrıçaları, bu arada tabii ki Anadolunun en önemli simgelerinden biri olan boğayı yazmadan edemeyiz. Bu gün bile Anadolu’da hala o simgeler bir imza, imge olarak yörükler tarafından halı ve kilimlerin üzerine nakşedilmektedir. İlginç olan şey bu­radan bazı motiflerin alınıp, Anadolu'nun dışındaki ülkeler tarafından devlet ve dini simge olarak benimsenmesidir. Kayalık Kapadokya'da bu işaretler binlerce yıl önce her zaman ve her fırsatta kayalara işlenmiştir. Eğer yakın zamanı düşürsek, Ürgüp evlerinin giriş kapısında, bal­konlarda, tavanlarda ve hemen her yerde Süleyman yıl­dızına rastlanmaktadır. Evlere sahip olanlar özbe öz Türktür, bu motifler oraların kimliğine gölge düşürmez. Eğer de­rinlemesine yazarsak konu çok uzar. Kafkasya’dan Ana­dolu’ya gelen şaman inançlı kavimlerin bilinen simgesi Sivastikadır. Bu da Kapadokya’daki kayalara yaygın bir biçimde işlenmiştir. Yani çok eski çağlarda Anadoluya gelen şaman inançlı Türkler bir çok buluşlarla hem Anadolu'yu, hem de Mısır'ı, Asur'u, Sümer'i, Babil'i etkilemişlerdir. Bunun kanıtları saymakla bitmez.
Konuyu kitaplardan araştırırken okuduğumuz bilgilerin Kapadokyada rastladıklarımızla çelişki yarattığını üzülerek görüyoruz. Eğer motifler kayalara oyulmuş nakışlardı diye algılanırsa yapacak ve yazacak bir şeyler kal­maz. Araştırılır ve anlamı çözülerek tarihi kayıtlarla bağ­lantısı sağlanırsa, Anadolu Kültür Tarihinin kazanacağı çok şeyler vardır, olmalıdır. Bir çizgi, bir spiral motif için sayılarla kitap yazılabilir. Ürgüp Dereköy vadisindeki bir ya­maçta kayalara oyularak yapılan Güneş Gözlem evinin Si­vastika yontularıyla birlikte ayları belirleyen zig-zag çizgilerin Mısır yazıtlarında harf olarak kullanılması, Ana­doluda sıklıkla görülen boğa formunun, ayrıca Orta Asya Göktürk alfabesinde göğü ve Güneşi anlatan, söz konusu simge Anadolu’da da sıklıkla görülmektedir. iç içe dairenin ve kutsallık taşıyan kuş motiflerinin bir ünlü böceği işin içine karıştırmadan, Mısır yazıtlarına harf olarak geçmesi, bilimsel açıdan kuşkularımıza neden olmaktadır.
Bir de şuna bakalım. Klasik tarihi bilgilere göre yazı, günümüzden 5000 yıl önce Dünyada ilk önce Elamlılar tarafından bulunuyor, 4800 yıl önce Sümerliler tarafından Anadolu'ya taşınıyor, 4600 yıl önce Mısır’da görülüyor, Hind'de 3600, Çinde 3500 yıl önce yazılı kayıtlara rast­lanıyor. Bu arada Anadolu’daki yazı yerine geçen işaretler görmemezlikten geliniyor. Sağlıklı bir sonuca ulaşmak bakımından buraya bir başka önemli kayıt düşmekte yarar vardır. Adından da anlaşılacağı üzere Fritz Hommel isimli bir Alman Prof. uzun araştırmalardan sonra edindiği bilgi ve bulguları Atatürk'e aktanp, 'Sümerce'nin Türkçe olduğunu' söyleyince Atatürk bunun bilimsel olarak kanıtlanması gerektiğinde inanmış, Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumuyla Türklerle ilgilenen çevrelerin tez elden araştırmacı uzman yetiştirilmesi için emir vererek Dil Tarih Coğrafya Fakültesini kurdurmuştu.
Sümerler bir Mezopotamya uygarlığı idi ve Anadolu’yla ticari ilişki içinde olan bir ulustu. Eğer uygarlık yaratıldığı yerden dışarı taşmış ise, uygarlığı yaratan ulusun dili be­nimsenir ve de konuşulur. Öyle anlaşılıyor ki, yazı ilk önce Anadolu’da başlamış iki akraba ulus bunu geliştirmiştir. Zaten Kapadokya Karumunda 5000 yıl önceye ait belgeler, günümüzdeki kaya yontularıyla birlikte bunu kanıtlamakta Kapadokya tarihine zenginlik katmaktadır.
KAYNAKÇA
1.Anadolu Uygarlık Tarihi, E. AkurgaL
2.Kara Delik, John taylor.
3.Türkiyenin Tarihi, Seton Lloyd.
4.Anatolishe Motive von çatalhoyük bis Heute, Güran Erberk
5.Boynuz Formunun Anadoluda çağlar boyu kullanılışı, Dilek Dinç.
6.Kapadokya’nın Adı ve anlamı üzerine bir arştırma, İsmet Aksoy Ürgüp Dergisi Sayı 17-18
7. İnsan nasıl insan oldu. M. İlin  E. Segal.
8. Türkiye Halkının ilk çağ Tarihi, B. Umar.
9. Bilim ve Ütopya Dergisi, Sayı 56
l0.Anadolu mitolojisi. İ.Z. Eyüboğlu.
11.Ürgüp'te Kentsel Dokunun gelişimi, korunması ve yapı ele­manlan. Nihat Aksoy. Yüksek lisans tezi.
12. Anadolu mitolojisi, Şadan Gökovalı.
13. Tanrıların Vatanı Anadolu C Cream.
14. Doğunun Prehistoryası G. Childe.
15. Strabon.
16. The Language of the Goddess. M. Gimbutas.
17. Taş çağından Osmanlıya Anadolu. Erhan Akyıldız.
18. M.Ö. 5700 Yıllarında Çatalhüyüklüler Tuz gölünün batısındaki Ulucapınar tuz yataklarını çalıştırdılar. T. Britannica.
İSMET AKSOY-1999

ANADOLU UYGARLIK TARİHİNDE ÜRGÜP’ÜN YERİ
C. TEXIER VE RUMLAR
Arkeolog ve gezgin Charles F, Texier olmasaydı, 19. ncü yüzyılın tarih bilimi Anadoludaki Boğazköy harabelerinde bulunan Hitit uygarlığına ait kalıntılardan habersiz olarak daha uzun yıllar yaşamış olacaktı. Fransız olan gezgin tarih kitaplarında oku­duğu bir Anadolu şehrini Tavium'u arıyordu. Bu şehirin yeri olasılıkla Kızılırmak kavisi içindeydi ve ve­rimli bir bölgede olması gerekiyordu. Texiere göre bu şehir bulunursa Anadoluda tarihin gizini koruyan bir çok gerçekler gün ışığına çıkmış olacak, uygarlık ta­rihinde insanlığın geçirdiği serüven daha bir ber­raklık kazanacaktı. Texier ve ekibi 28 Temmuz 1834 ekibiyle birlikte yurdumuza geldi, kafasındaki bil­gilerin ışığında uygarlık izlerini araştırmaya başladı. Bizim bu yazıdaki konumuz C.Texier'in Alacahöyük’teki muhteşem Hitit uygarlığının varlığı ve gezginin bunları nasıl ortaya çıkardığı değildir. 1834 Yılının yaz sıcağında ekibiyle Anadolu’ya, bu arada Ürgüp'e gelen bilginin Kapadokya'da gördükleriyle kendilerinin çok eski bir Anadolu halkı olduğunu her fırsatta söyleyen ve 70 küsür yıl önce de mübadele (değişim) yoluyla Anadolu’dan giden Rumlarla ilgili yazılarının ışığında o halkın sosyolojik yapısını incelemek ve irdelemektir.
Texier’le ilgili bilgileri okurken, aklıma bizim Temenni Kayasının ön yüzeyinde rastladığımız boynuz kabartmasına rastlayıp rastlamadığınıda hep düşünür, dururum. şayet rastlamış olsaydı eminim bunu da kitabına alır, bir takım gerçeklere bizler şim­diye kadar ulaşmış olurduk.

BÜYÜK İSKENDER ve HELENLER
Hitit uygarlık tarihinin başlangıç yeri olan ka­yalık Kapadokya tarih boyunca bir çok istilalara, yağmalama ve savaşlara sahne oldu. Bunun nedenlerini derinlemesine incelerseniz, görürsünüz ki bölge, bir zamanlar tarımsal ve maden yatakları bakımından oldukça zengindi. Dikine aşınan volkanik derin va­diler ve tepeciklerin eteğinde doğal olarak oluşan kumsal topraklı tarlalarda günümüzün modern ziraat yöntemlerini aratmayacak tarzda tarım ve üretim yapılıyordu. Araştırma merakı olanların Kapadokya'ya yolu düşerse, etraflarına biraz dikkatli baksınlar. Tepe yamaçlarında günümüz insanının ekip dik­mediği, bazalt taşlarla sınırlarının belirlendiği antik diyebileceğimiz tarla kalıntısıyla karşılaşırlar. Bu tarla kalıntısının içinde yoğun insan gücüyle mey­dana getirilmış öbek, öbek taş yığınları vardır, olasılıkla saha tarıma elverişli hale getirmek için taşlardan temizlenmiştir. Taş yığınlarının çokluğu antik çağlarda bir aile gayretinin ötesinde, kollektif bir çalışmayı akla getirmektedir. Kent devletçikleri halinde yaşam sürdürmeye çalışan insan top­lulukları ziraatla birlikte imece yöntemlerini de hayat düzeni olarak seçmiş olabilirler. Tabiatıyla sıklıkla yapılan savaşlarda ele geçirilen esirlerinde, Mısırdaki piramit yapımındaki gibi değişik işlerde çalışmasını akla getirir.
Kapadokya’nın ziraat yönünden zenginliğinden ayrı bize pek uzak olmayan kesimde Toros dağlarındaki altın, gümüş, bakır yataklarının tarihte ilk olarak burada bulunması ve alaşımların işlenip alet, edevat yapımında kullanılmasıda dünyanın başka kesimlerinde gelişen devletlerin yoğun olarak Ka­padokyayla ilgilenmelerine neden olmuştur. Eğer işin içinde çıkar varsa halklar için ilişikilerde ya dost­luk, ya da, savaş vardır. Anadolunun yerli halkı Hattiler döneminde Tunç çağı dediğimiz M.Ö. 3000-2000 yıllarında Mezopotamya'da gelişen uygarlık dev­letleri yani Asurlular bu oluşumu dostluk yönünde kullanmışlar, üründen, üretimden karşılıklı faydalanmak için Ürgüp'ü de içine alan kesimde Kaniş Karumuna Kervanlar düzenlemişlerdir. Uygarlığın oldukça geliştiği bir zamanda Mısır, Anadolu’daki Hititlerin olanaklarından oldukça zayıf durumda idi. Anadolu’da yaşayan bir yerel Kral bir Mısır Fi­ravununa demirden yapılmış bir hediye gönderiyor. Firavun bunu görünce heyecanlanıp hemen bir mek­tup yazarak Hitit kıralından çokça demir talep ediyor. Hitit kralı verdiği cevapta "kardeşinden" özür dileyip ancak çokça demir yerine üzerinde iyi çalışılmış bir hançer gönderiyor. Tarihi kayıtlarda o zamanki Hitit ordunun tümüyle demirden yapılmış olan silahlarla donanmış olduğunu yazıyor. Anlaşılan odur ki; demirin işlenmeside Anadoluda başlanmıştır. Zaten ta­rihler bu konuda da Anadolunun üstünlüğünü ortaya koyar ve der ki: Hititlerin "Kizzevadna" dedikleri bir kesimde bir barbar kabile tarafından bu maden keşfedildi ve işlenmeye başladı. M. Öncesi 3000 yıllarını anlatan tarihler yer olarak Ürgüp'e çok uzak olmayan Toros dağlarının kuzey kesimini anlatmaktadır. Ancak dikkate değer bir tesbiti burada gözardı edemeyiz. Araştıranlar bu keşifin içinde Kafkas kökenli halkın varlığını sezmişlerse, hemen hiç düşünmeden "Barbar" yaftasını yapıştırırlar. Batılı tarihçilerin tedavi edilmez hastalığıdır bu. Demir deyip geçmeyelim. Dünyada bununla bir çağ açılıyor ve bu olaya "Demir çağı" deniyor.
Ünlü tarih yazan G.Childe der ki "M. Önce 3000 Yıllarında yapılan keşif ve buluşlara insanlık, M.Sonra 1600 yıllarına kadar ulaşamamıştır." Ana­doluda yerli bir halk vardır. Sonrada önemli bir uy­garlığa imza atan Hititler vardır. 1200 yıl hüküm süren devletin çözülme sürecinde, bulunduğumuz ke­simde Tabal krallığı, arkasında da Frig egemenliği dönemi başlar. Batıda da zenginliği dillere destan Lydia devleti ve krallan Kreusa yani Karun. Bu dev­let Anadoluda M.Ö. 700 yıllarında kurulmuş, dünyada ilk olarak parayı kullanmıştır. Lydia hazinesi altınla doludur. Yani Anadolunun zenginliği başka halkların iştahımı çekmektedir. Ziraattan elde edilen ürün, madenden yapılan silahlar ve süs eşyası, altın ve gümüşler, üstelik Asyayı Avrupa’yaya bağlayan önemi hiç kaybolmayan kral ya da ipek yolu ve müt­hiş bir coğrafya. Bu şartlar altında düşman boş durmayacaktır. Nitekim istila hareketi başlamıştır.
M.Önce 585 Yıllarına gelindiğinde Anadolunun zenginliğini hep kollayan Persler bu zenginliği paylaşmak için, imparator Darius zamanında doğudan başlayıp Egeye kadar olan kesimi ordularıyla istila etmişlerdir. Tabii bu istiladan Kapadokya ve altınlarla dolu Lidya devletinin başı kral Karun na­sibini almıştır. Pers istilası Anadolu üzerinde bir ka­rabasan       olmalıdır.Günümüzde de yapmak istedikleri gibi halkın inançları onlar için önem taşıyordu ve bu kendi inançları doğrultusunda olmalıydı. O zamanki İranlılar Ateş kültüne inanıyorlardı. Kapadokyalıları da bu inanç doğrultusunda zorladılar ve bunda başarılı oldular. Perslerin istilası Egeye dayanmıştır ama onların gözü uzaklarda idi. Amaçlarının içinde Makedonya vardı. Makedonya denizden içeriye İllyra, şimdiki Arnavutluk ile Trakya arasındaki dağlık ülkeyı kaplayan büyük bir kara devletiydi. Bu devleti yönetenler çağdışı kalmış Yunanlı feodal beylerdi. Be­şinci Yüzyıl sonunda burayı 'Arkhelos' adında bir kral, çağdaş anlayışa göre yeni baştan ele aldl ve kültürel ve sanat yönünden zenginliğe ulaştırdı.
Makedonya’nın tek korkusu vardı o da Persler. Burada hemen Büyük İskender akla gelir. Bir gözü görmeyen kral Filipin oğlu iskender’e Anadoluyu işgal eden ve halkına olmadık baskılar uygulayan Perslerin niyeti hatırlatılmış olmalıdır. Hemen bir ordu hazırlayıp onlardan önce yola çıktı. İskender Mekodanya’dan İ.Önce 334 baharında ayrıldı. Çanakkale boğazını geçip Anadoluya girdi, ordusu 30 bin yaya ve beşbin atlıdan oluşuyordu. Ça­nakkale'nin Karabiga’nın küçük limanına yakın bir yerde ordusu Perslere karşı savaş düzenine girdi, Granikos lrmağının doğu yakasında mevzi almak üzere batıya doğru harekete geçtiler. İskender ve or­dusu kahramanca bir coşkuyla yaptıkları savaşta Persleri yendiler. Büyük İskender Ankara yakınında Gordium’a buradan da Anadoluyu boydan boya aşıp, Kilikya boğazından Hindistan'a kadar gitmiştir. Burada onun kahramanlıklarını anlatacak değiliz. Bizim araştırmamız Anadoludaki Rum varlığıyla ilgilidir.

KATPATUKA YA DA KAPADOKYA
Büyük İskender'in Anadoluya zulmeden Persleri yendikten sonra, buradaki egemenlik Makedon asıllı Hellenlerin etkisine girmiş oldu. Bir yazımızda Dia­Doklardan bahsetmiş, çok önceleri Katpatuka olan adın Trakyadan gelen bu halkın adından dolayı Kapa-dokya diye söylenmeye başladığını yazmıştık. Yani İskender Kapadokyaya ordularıyla gelmedi ama yerel kıralın adamları hükümranlığı kabul edip oradan gelen Dok halkını aralarına aldılar. Büyük İskender her gittiği yere kendi halkını da yerleştirmiştir. Tarihteki bu olaya Helen yayılmacılığı denir. Rum dediğimiz halkıda işte biz Anadolunun yerli halkı arasında ilk defa böyle görmüş oluyoruz. Yunan kültürü ve halkı akdenizden Hindistan'daki İndüs’a kadar İskenderle birlikte yerleşti. Burada şunu düşünmek lazım, hatta lüzumludur. Bu denli büyük bir yayılma sonucunda 70 yıl önce yur­dumuzu terkeden Rum asıllı halkın kendilerini Ana­dolunun en eski halklarından olduğunu ileri sür­meleri ve Kapadokyalı olduklarını söylemeleri inandırıcı mıdır? Öyle olsaydı, Büyük İskenderin her uğradığı yerde Çukurova’da, Mezopotamya’da, Ba­bil’de, Hindistan’daki İndus'ta da Kapadokyalı Rum­ların akrabalarına rastlardık. Eğer Anadoludaki gibi dönüş yapmışlarsa, bu günkü Yunanistana nasıl sığınmış oldukları hayli düşündürücü görünüyor. Peki bu Dok halkları nereye gitti? Tabii Anadoluda ilk ma­deni eritenler ve ilk büyük Hitit uygarlığını kuran Kafkasyadan gelen halklar, ise eğer ki bu böyledir. Bu bir potadır ve o potada erimişlerdir. Rum dediğimiz halkın Anadoludaki görülmelerinin tarihi bellidir. Bunu biraz daha araştırarak 1834 Yılında Anadoluya gelen ve Hitit uygarlık kalıntılarına rastlayan gez­gin Charles Texier’in, 1842'de yine Anadoluya gelen William Hamilton’un izlenimlerine bakarak daha açık bir şekilde görür ve anlarız.

ANADOLUDA TÜRKLER
Anadoludan çoktan gitmiş bu halk için neden böyle bir yazıya gerek gördüğüm benden sorulabilir. Ben bir tarihçi değil, araştırmacıyım. İlgi duyduğum konularda yazılmış kitapları bulur ve incelerim. Ben­den o konuda yazı isteniyorsa, yazarım. Herhangi bir ırkın insanlarına karşı ard niyet beslemiyorum. Yazmazssam unuttuklarım olabilir. Ben aynı zamanda eski çağ Anadolu kavimleriyle Kafkas kökenli insanların tarihsel ilişkisini de araştırıyorum. An­kara'da neşredilen Ürgüp dergisi bu konuda son de­rece faydalı olmakta, Turizm'ciler, araştırıcılar, üniversiteli öğrenciler tarafından ilgiyle izlenmektedir.
Rum dediğimiz halkların tarihinin belli olduğunu yukanda yazmıştık. Bu halkı iki değişik açıdan ele almak gerek. Birincisi: Savaşlar sonucu boşalan Kapadokya’nın sessiz kalan kesimlerine, bilhassa Doğu yönüne doğru dışarıdan getirilen ailelerin yerleştirilmesi olayı, ikincisi 7 yüz yıllık Osmanlı hükümranlığı döneminde imparatorluk bünyesindeki halkların serbest dolaşım imkanlarından yararlarlanmış olmalarıdır. Bu konuda tekrar tarihi bil­gilere başvuralım. M.S. ki Sasani yağması, Romanın bö­lünüşü Romadan Bizansa geçiş ve hepsinden önemlisi Arabistan’da güçlenen bir devlet Anadolu’ya bu arada İstanbul’a göz koymuştur. 708 Yılında yakınımızdaki Kemerhisar alınıyor. Alınıyor da akınların arkası da hiç kesilmiyor. Halk tarih öncesi çağlarda yer altına ve yer üstüne oyulan sürgü taşlı sığınakları kendilerini savunmak amacıyla kullanıyor. Bu akınların hemen sonrasında 1071 Türk akınları başlıyor. IV Romanos büyük bir ordu ku­ruyor ve Malazgirt'e doğru yola çıkmadan önce, bölgenin savunmasını güçlendirmek için Balkanlardan Slavları, Doğudan Ermenileri ve Suriyelileri getirerek bölgeye yerleştiriyor. Sonuçta Roman Diyojen 1071'de ordusuyla Kapadokya’ya geliyor buradan savaş yerine gidip orada Selçuklu hükümdan Alp Aslan’ın ordusuna yeniliyor. Bu savaştan sonra da Anadolu kapıları Türk akıncılarına açılmış oluyor.
Burada Rumların kimliği biraz ortaya çıkmış oluyor. Kapadokyada boşalan yerleri doldurmak üzere Balkanlardan insanlar getirilmiş oluyor. İyi ya onlar Rum değil, Slav denirse: o zaman büyük gezginci Te­xier’in seyahat izlenimlerine bakalım. Kaymaklı’nın tarihsel adı Eughi'dir. Texiere göre, buradaki not­larını olduğu gibi yazıyorum. “Halkın büyük bö­lümünü Rumlar oluşturuyor. Bu soyun özellikleri İz­mir’in ve batı kıyısı Rumlarının özelliklerinden temelde farklı. Aralarında Rumca bilen tek kişi yok. Papazlar bile yalnızca dinsel törenlerde bu dili kullanıyorlar. Bu halkın büyük ölçüde Ermeni soyuyla karışmış olduğunu sanıyorum ve giderek bu insanların doğrudan Grek dinine bağlı kalmış Euty­hes'in dinsel bölücülüğüne katıllmamış Ermeniler olduğunu düşünüyorum.” Gezgin burada Bizans etkisinden de bahsediyor. Bana göre Slav insanının  kimlik kaybından dolayı kendilerini Rum asıllı zan­netmeleri olgusu var. Texier Eneği’den sonra Antik adı Tiyana olan Kemerhisar’da da bu halk için iyon­ya tipi Rum olmadıklarını, en küçük bir soyağacı bilgisine sahip olmadıklarını anlatıyor ve diyor ki, “Geçmişleri çok hüzünlü, insanlar onu unutmaya çalışıyor” ve ekliyor “geleceklerinden umutlular”.
Texier’in Derinkuyu’da da izlenimleri var. “Rum kilise adamlarının içinde bulundukları derin cahillik, en küçük bir açıklama edinmeyi olanaksız kılıyor ve papazdan aldığı yanıtı söylüyor. “Kim bilir.” Tabii buradaki insanların kafasında boynuz taşımalarını bir türlü anlamadığını da anılarına ekliyor. Gerçekten benim için bu anılar çok ilginç. Ben hep Ka­padokyada yaşayan Rumların çok akıllı insanlar olduklarını duyardım. Hitit dünyasının gizlerini bulan bu gezgincinin 1834'lerde o halk için yazdıkları beni oldukça şaşırttı.
Anadolu’yu araştırıp keşfeden Texier’den ayrı bir başka kişi daha var. 1842'de Yurdumuza gelen ve konuda kitap yazan William Hamilton, onunda Rum­larla ilgili izlenimleri var. Eski adı Garsaura olan Ak­saray’ın kayalık kesimlerinde mağaralarda çok sefil bir hayat yaşayan Rumların Osmanlılar tarafından oralardan alınıp, Nevşehir'de yeni yapılan oturmaya elverişli evlere taşındıklarını kitabına aktarmıştır. Kendilerini Bizanstan kalma insanlar olarak tanıtan bu insanların inzivai ağır dinsel hayatın onları ne de­rece olumsuz etkilediğini hayretle ve ibretle görüyor ve anlıyoruz. Yazımızın sonunda anılarından bi­razını aktardığımız William Hamilton’un Develi'ye uğradığında Türkler hakkındaki izlenimlerini de gözden geçirip yazımızı bitirmiş olalım.
Orada karşılaştıkkları insanlardan Erciyas dağına çıkmak için yardım istiyor. Kendisine eşlik edecek Karaoğlan İbrahim Ağa’yı anlatıyor ve diyor ki: “Türkler çok zeki, delici bakışları var." Biz bazı araştırmalarımızda Rumların bize bıraktıkları eski çağla ilgili en küçük bir bilgi yoktur, diyorduk. Tabii bu anılara biz bir şey ilave etmedik. Sadece araştırdık. İzninizle unuttuğum iki şey var. Onları da bu­raya aktarmadan edemiyecegim. "Zülkarneyn" diye Kuran’da da adı geçen Büyük İskender’in Anadoluya gelişi, Pers mezaliminden bıkan halkın onu bir "kur­tarıcı" olarak karşılanması ve kutsallaştırmasıdır.
Diğeri de şudur. 90 yaşına merdiven dayamış Ürgüplü yaşlılardan birşeyler öğrenmek için Rum­lan sorarsanız, verecekleri cevabın içinde hemen şu vardır. “İstiklal ve Bağımsızlık mücadelesinde gözle görülür şekilde yan tuttular.”
Kaynakça :
1.G.Childe. Tarihte neler oldu.
2.C.W. Ceram. Tanrıların vatanı Anadolu.
3.İsmet Aksoy. Ürgüp dergisi 18-19-20-21 sayıları.
4.Ayhan Şahenk. Kapadokya.
5. İskender Ohri. Anadolunun öyküsü.
6. İsmet Z.Eyüboğlu. Anadolu Uygarlığı.­
İSMET AKSOY-1999

ÜRGÜP’TEKİ TARİHSEL VERİLERİ TURİZM AMAÇLI KULLANMAK
“AMAZONLAR”
Bulunduğumuz kesimde çok önemli bulduğum tarihsel konulan araştırıp yazıya dönüştürürken, aklıma çoktandır "tereciye teremi satıyoruz" diye bir soru takılıyor. Biz de oldum olası bazı önemli şeyler tartışılır, ancak bel­gelenmez. Eğer bir gün belgelemeye kalkışırsanız, bilge ve bilgili kişiler ortaya çıkar, yazılıp çizilenlerin de eften, püf­ten olduğunu ulu orta anlatmaya, yazan kimsenin değerini küçültmek amacına yönelik çıkışlara tanık olursunuz.
Ben gerek Ürgüp dergisinde, gerekse Ürgüp'te neş­redilen bir gazetede tarihi konulan kaleme aldığımdan bu tarafa, etrafımda tarih bilenler çoğalmaya başladı. Yıllarca konuştuğum dost kimseler, arkadaşlar meğerse hazine ni­telikli bu konuda otorite kimselermiş de biz atlamışız. "Yahu bu anlattıklarından eminsen, bir şeyler bildiğini zan­nediyorsan, görüyorsun bir dergi yıllardır neşrediliyor, üs­telik bir de gazete var, neden bu özelliğini kanıtlamıyor­sunuz? Gelecek kuşaklara ancak yazarak birşeyler bırakırsın, değilse her şey lafta kalır."
Cevap hazırdır; yazarım da çok uğraşmam lazım, ayrıca yazının bilimsel olması için kaynak kitaplar gerekir. şimdi onunla zaman kaybedemem." Yer konusu da bundan pek farklı değildir. Eğer Kapadokya'da ya da Ürgüp ci­varında önemli bulduğunuz tarihi zenginliği olan bir ke­sime rastladığınızı söylemeye görün, o zaman bakın etrafta neler varmış da sizin haberiniz yokmuş. Mustafa Kaya'nın kulakları çınlasın, yine böyle birisi bana dünyanın hiç bir yerinde bulunması mümkün olmayan doğal taşların bir köyün yamaçlarında olduğunu ve yerini tarif etti. Merak bu ya sabahın erken saatlerinde fotoğraf makinamızı da ya­nımıza alarak yola koyulduk. Ara babam ara, bula, bula cingi taşları bulduk orada. Gerçi ben cingi taşları da se­viyorurn. Onlar da aradığım taşın kendisi değil, renk­leridir. Açık havada oksidlenmiş cingi taşlarının üzerinde kına gibi al, yeşil renkler oluşur. Bunlar doğanın yarattığı sanatsal boyalardır. Saydam fotoğrafta kullanırsanız şaşırtıcı güzellikler ortaya çıkıyor ve seyreden insanı büyülüyor. Eh ne yapalım! bir değerli günümüz kayboldu orada ama yine de fotoğraf çekmeden dönmedik.
Çoktandır bu derginin sayfalarında bir temayı işliyoruz. Antik çağda Anadolu da Kafkas kökenli halklar, mitolojinin kayrıağı, yer ve mekan olarak Ürgüpün uygarlık tarihindeki yeri. Bunları yazmamak olur mu? Biz araştırıp yazmaz isek, kim yazacak? şimdiye kadar neden bu ko­nuda kalem oynatılmadı? 1-2-3 Ekim'de Ürgüp'te Türkiye bilimsel araştırma kurumu Tübitak’ın çok önemli bir çalışması vardı. 400 önemli kişi Mustafapaşa kasabası ci­varındaki ören yeri Golgoli’de uzayın derinliklerini in­celediler: Tübitakın Bilim ve Teknik dergisi genel yayın yönetmeni Zafer Karaca ile birlikte 4 kişi ile etrafdan ışık görülmeyecek bir yer ararken tanıştığımm Alp Akoğlu ve Çağlar Sunay isimli yazarların bana söylediklerine bakın. "Sayın Aksoy, sana imkan verdikleri sürece yazın. Belki şu an okunmayabilir, ama gelecek kuşaklar bu yazıları Kütüphanelerinden ve arşivlerinden bulup faydalanacaklar." diyerek beni yüreklendiriyor ve teşvik ediyorlardı.
Şunu iyi bilmeliyiz. Anadolu, uygarlık tarihinin en önemli çekirdek bölgelerinde bulunuyor. Bunu ortaya koyan çok önemli kanıtlar var. Dünyanın en büyük finans kuruluşlarının bütçesi buraya aksa, bunca kiliseleri, yer altı şehirlerini, kayadan oyulmuş mekanları, yer altındaki gizli geçitlerinin binde birini yapamazlar. Bunları yazarak turizm amaçlı kullanmak bize ne kaybettirir. Üstelik çok şeyler ka­zanırız. Anadolunun yerli halkı Hatti döneminden kal­dığını düşündüğüm bir Güneş Gözlem evini bu derginin önceki sayılarının birinde yazdığım zaman insanlar sustu. Bilimsel konulara ağırlık veren Cumhuriyet gazetesi der­gisinde, Sayın Turgay Tuna'nın aynı konuyu işlediği yazısına kocaman yer ayıdı. Binlerce yıl önce Ana Tanrıça inancının doruk naktasında yaşadığı bir çağda Ka­padokyada bu gözlem istasyonu neye yarıyordu? Güçlü kavimler ve yerel beylikler arasında zemin yüzünden sürekli savaşlar oluyordu. Savaşanların bir yerden başka bir yere gitmesi için hava koşullarının elverişli olması gerekir. Ürgüp'ün çok yakınındaki bu tarihi yerde o günün bil­ginleri gök yüzünü inceleyip Ay, Gün, Saatin dışında me­teorolojik bilgilere de ulaştılar, yapılan savaşları bu değerli bilgiler etkiledi.
Gözlem yapılan tepenin etrafındaki düzlüklerde sadece istasyonun varlığı düşünülmez. Orada adak taşlarının yanında Tanrıların geçit yaptığı "Panteon" da vardı. Ayrıca tanrı ve tanrıçalan koruyan, gerektiğinde hızlı bir şekilde savaşa hazırlanan yerli halk Hatti ordusu. Tarihi çö­zümlemeler çok önemlidir. Bence rasathanenin etrafındaki askerleri erkekler oluşturuyordu. Burada şu soru hemen akla gelir. Hatti ordusunda kadınlarda mı var? Tarihi kayıtlarda sıkça rastladığımız bir olgu var, Ana Tanrıçanın kadın askerleri, bunlar "Amazonlar" olarak tarihe geçmiştir.

AMAZONLAR
Ortasında bir Ay taşıyan boynuz kabartmasını yani Hathor’u Temenni kayasının ön yüzeyinde bulmuştuk. Aynı boynuz Kapadokya sınırları içinde bulunan ve Dünyada 100 önemli eser arasında korunması gerekli tarihi yer­ler arasında bulunan Çatalhöyük'teki ören yerinde de inek başlarını görüyoruz. Ana Tanrıça adına yapılan kutsal boynuz, halkı korumak ve kötülüğü uzak tutmak için ya­pılmıştır. Kapadokya’nın diğer önemli antik yerleşim yer­lerinde yapılan kazılarda arkeologlar tanrıçaları betimleyen aslına uygun seramik idoller buldular. Tarihlerin yazdığı gibi, neresinden bakarsanız bakın, Ana tanrıça Kapadokyalı hem de Ürgüplüdür. Yazılı belgelerde Ana tanrıçanın kadın askerleri Amazonlar boynuzdan yapılmış başlıkları savaşlarda da kullanıp düşmana korku saldılar. Araştırmalarımızda Ana tanrıça inancının Kapadokya’da 25000 yıl ötelere dek uzandığını görüyoruz. Katu ana da diye anılan ve bir din olarak gelişen bu inancı, daha sonraki de­virlerde yürütenler rahip ve rahibelerdi.
Yurdumuzda tarihi araştırma yönününde hayli isim yapmış Bilge Umar’dan ayrı bir insan daha var. Azra Erhat, onun yazıp hazırladığı bir kitapta, mitoloji sözlüğündeki 162. sahife tanrıça İsis anlatılırken bakın nelerle karşılaşıyoruz. Aslında bir Mısır tanrıçası olan İsis, İsa’dan sonraki yüz yıllarda Yunan-Roma dünyasına girmiş ve kişiliğinde bir çok dişi tanrıları bir süre tek tanrıça olarak tapım görmüştür. Mısır efsanesine göre İsis, kral tanrı Osiris’in kız kardeşi ve karısı, Güneş tanrı Horus’un anasıdır. Başında Ay taşıyan bir boynuz yahut inek kafası şeklinde simgeleniyordu. Bu inanç Anadoluyu da etkiledi ve orada Kibele, Afrodit, İştar yada Venüs olarak ortaya çıktı. "Eğer tanrıça İsis Anadoluyu etkilememişse, onun simgesi olan Hathor, Ürgüp’teki kayalara işlenmişse, bu Anadolu’lu kut­sal kadının ta kendisidir. Ne kadar araştırırsanız, araştırın Mısır’daki İsis’i M.Önceki 5000 yıllarına taşıyamazsınız. Oysa, Anadolu’daki tanrıça 25000 yıla uzanıp, dinler ta­rihinin en uzun süre tapınılan olayı olmuştur.

AVLAĞI TEPESiNiN ÖNEMİ
Daha öncede bahsettiğimiz Kibele inancını burada neden yeni baştan anlatmak ihtiyacı doyduğumuz bizden sorulabilir. En başta bir adı da Katu olan Hepat, yahut Kibele’nin Kapadokyalı olduğuna ve Kadı kalesini meskün tuttuğuna inanmamız gerekiyor ki; Ürgüp civarında rastladığınız Avlağı gibi henüz hiç anlatılmamış yerlerin eski Anadolu tarihiyle ilişkisi yüzünden berraklığa kavuş­muştur. Göremedeki sayısız kiliseler olmasıydı, belki de Bizans tarihini, Kültepedeki, Çatalhayükteki tapım yer ve objelerini görmesek, Anadolu tarihini tam olarak çözümlememiş olacaktık. Şimdi esas konumuza dönerek Kapadokya’nın bilinmeyen zenginliklerine yeni baştan bakmış olalım. Ben fotoğraf tutkunuyum. Bir yere gidiyorsam, yanımdan hiç ayırmamaya çalıştığım refleks objektifli makinamı yanıma kesinkes alırım. Kapadokyayı ne kadar sevdiğimi de zannedersem, bilmeyen kalmadı. Kalıcı olması için elimden geldiğince bilinmeyen kesimlerden fotoğraf çekmekteyim. Kızımın Eşi’nden dolayı Yeşilhisar’ın Ku­zeyine düşen aşağı yukarı 5-6 km uzakta volkanik tepenin yamaçlarında kurulan Keşlik köyüde akrabalarım vardır. Arasıra o tarafa gidince buradaki candan akrabaları da zi­yaret ederiz. Biraz sohbet çay ve kahveden sonra ben iyi bir fırsat olarak düşündüğüm zamanı boşa harcamam. Hızlı bir şekilde, gidenlerin orada oturmasını fırsat bilerek evden çıkar, hem çekim yapmak, hem de araştırmak bahanesiyle  dışarı çıkarım.
Yeşilhisara bağlı Keşlik köyü beni Kapadokyada önemli bulduğum Soğanlı ya da Göreme kadar ilgilendiriyor. Uzaktan görünen ilginç harabeleriyle oldukça da güzel ve büyüleyici bir manzarası var. Bu köyün sol tarafındaki çok uzaklardan görünen kayadan oyulmuş delikleri henüz görmüş değilim. Akrabanım evinden çıkarken, niyetim o ta­rafa doğru yürümekti. Öyle de yaptım. Delik devşiklere ilk başta her tarafdan çıkacağımı zannettim. Oysa yanılmışım. Oraya çıkan görünürde tek bir yol vardı ve yol dar bir koridordan geçiyordu. Yılların bakımsızlığından olacak, bir çok mağaranın bulunduğu yere giden dar geçit taşlarla dolmuştu, Anlaşılan çok meraklıların dışında bu­rayı gezen kimsecikler yoktu. Yoktu diyorum, aynı yerde yaz olduğundan tüyü dokülmüş tilkilere rastlamadım desem yalan olur. Doğacılığımdan olsa gerek, ben yaban hayatını severim.
Dar koridoru biraz da heyecanla hızlı bir şekilde ge­çince yoruldum. Hemen ilk girdiğim zaman önümde duran kaya dama girmeye çalıştım. Dar bir kapısı vardı, biraz sü­rünmem gerekti. Merak bu ya, zor da olsa girecektik. İçerisi modern evleri aratmayacak şekilde büyük bir ustalıkla oyulmuştu. Alıştığımız Kapadokyalı insanın oyduğu, ih­tiyacına göre zamanla çoğaltılmış başka odalar etrafta bulunmuyordu. Böyle tek oda halinde yüzlerce odaya rast­ladım. Gördüklerim beni şaşırttı. Muhteşem bir manzara orta yerde duruyordu ve biz turizmci geçinen insanların bundan haberi olmamıştı. Kayalar doğal kale gibi çepe çevre etrafı bir daire gibi kuşatılmıştı. Orta yer hayli geniş bir sahaya sahipti. Hem alışık olmadım bir manzarayı seyretmek, hem de bu mucizevi güzelliğe sahip yerin ne amaçla kullanıldığını düşünmek için meydanda uygun bir yer bulup oraya çöktüm.
Ne yalan söyleyeyim, aptallaştım. Burası eski çağların konaklama yeri olabilirdi. Önemli bir tapınma merkezinin olması da akla yatkındı. Eski çağların hastahanesi aklıma geldi. Köyün adından birşeyler çıkarmaya çalıştım. Fotoğraf çekmeyi bu arada unutmuştum. Kayaların gölgesine bakınca bu imkansız görünüyordu, sanatsal fotoğraf olmazdı. Biraz zaman geçince Kapadokya’nın bütünsel ta­rihini hatırıma getirdim. Ürgüp’le bağlantı kurmaya çalıştım. Bir ordugahın bulunması için elverişli gizlenme koşullarına sahip, uygun bir yerdi burası. Dar kapılardan askerlerin giriş zorluğunu düşündüm. O zaman çevik yapılı savaşcılar aklıma geldi. O da az ihtimal intibaı ve­riyordu. Aklıma Amazonlar, ana tanrıçanın kadın askerleri geldi. Bunun da olması için orada yönetici olan üst du­rumundaki kişilerin toplanacağı geniş yerleri, onların karargah binalanın ve topluca yemek yedikleri yerleri ve mut­fakları. Hepsini düşündüğum gibi buldum. Köyün adında Güvercin gübresini çağrıştıran bir çok güvercinlikten Keş­lik değil, Romalılara dek uzanan Anadolunun ünlü kadın askerlerinin kışlık karargahından kaynaklanmıştı. Ama bizim insanımız bir beldenin adını değiştirmekte oldukca beceriklidir. Temenno nasıl Temenni, Katu gala nasıl Kadı kale olmuşsa, tarihi bir köyün adı da biraz da küçültücü anlam yüklenerek Keşlik olmuştu.

KADIN SAVAŞÇILARIN YAZLIĞI NEREDE ?
Yeşilhisar’a bağlı şimdiki adı Keşlik olan bu köydeki esrarengiz yeri gördükten sonra, kadınlar ordusunun yazlık ordugahını bulup fotoğraflamayı kafama koymuştum. İl­ginç yerler olmalı, zayıflayan Kapadokya turizmine ka­zandırılmalıydı. Burada bir savaşçı gerçeği yaşanmışsa, insan hareketi ıssız olan tarafa değil, tarihin tüm canlılığı ile yaşandığı kesime yönelebilirdi. Orası da Yeşilhisar­ Ürgüp arasındaki tepelerin alt yamaçları olasılığını akla getiriyordu. Tek başıma çoğu kez Hodulun eteğindeki Kavak köyüne ve etrafındaki insan izlerine bakındım durdum. Ama sonuca bir türlü ulaşamıyordum.
Bir gün, gerçekten çok değer verdiğim Nevşehir müzesi Arkeoloğu Murat Gülyazla karşılaştım. Gülyaz’ın oldukça geniş fotoğraf arşivi var. Çalışmaları  oldukça başarılı. Ka­padokyayı ondan dinlemek ilgilenenler için doyurucu oluyor. Dergilerde de sürekli kalıcı yazıları çıkıyor. Bizi bazı konularda aydınlatıyor. Bu defa da araştırmalarıma ışık tu­tacak on bilgiyi ondan alıyorum. "Sayın Aksoy bi­liyor musun sizin Avlağı bir zamanlar insan kaynayan bir yermiş, 1960’ lardan sonra orada yasa dışı kazı yapan in­gilizler 60 bin adet obsidiyen taşından yapılan ok ucu bulmuşlar ve oradan British müzeum'a taşımışlar. O konuda İngiltere de yayınlanan bir arkeoloji dergisinde yazı neşredildi. Bir atölye olma olasılığı oldukça fazla da bu olay bizi son derece üzdü." diyordu. Yanılmıyorsam, bu konu yani Avlağı obsidiyen atölyesi Şahenk Vakfı tarafında neş­redilen "Kapadokya" isimli kitapta Kapadokya’nın diğer kesimlerinde bulunan atölyelerle birlikte yazıldı. Avlağı dağını ve onun eteğindeki bağları Ürgüp'te herkes bilir. Çok değil bundan 10-15 yıl kadar önce tepelerin arasına ser­piştirilmiş bir çok çavuş ve parmak üzümü bağları vardı. Yamaç olduğundan çok güzel Güneş alır, yetişen üzüm­lerin akik gibi kızardığını görürdünüz. Kışın yemek üzere asmalık üzümler Ürgüp pazarına oradan geliyordu. Şimdi o bağların çoğu yok. Terkedilmış durumdadır. Nedeni, çalışkan insanların Almanya'ya gitmesi ve turizmin insanlara farklı kazanma imkanları sağlaması. Bağların dışında çıp­lak gözle baktığınız zaman pek bir şeyler görünmez. Yani orada dendiği gibi eski kavim insan izleri taşıyan tarihi yer­lerin varlığını yürümek amacıyla çıksanız bile, göremezsiniz. Eskiden etraftaki köylerin Ürgüp’le bağlantısı olan dağ yolları vardı. Ben çocukluğumda Ürgüp’te oturan dedeme o yoldan bir hayli geçtim. Avlağı dağının doğu ta­rafındaki derinliklerinden geçerken, insan eliyle açılmış uzunca derin çukurlar vardır. Herkes merak ettiğinden bu kanala benzeyen çukurların ne için açıldığını birbirine sorar, bu merak, o yolu geçinceye kadardır sonra unutulur. M.Gülyaz’ın bana İngilizler tarafından açıldığını söylediği ­ve Ürgüp’ten parmakla gösterdiği bir zamanların cephane üreten tepesi, bu kanalların hakim bir noktasındadır. Ora­lara insanlar ne çıkar, ne de bakar. Bakanların İngilizler kadar tarih bilgisi olması gerekir.
Şimdi Yeşilhisar’ın Keşliğinde başlayan serüven biraz daha aydınlanıyor olmalıdır. Araştırmalarımda kışlık or­dugah olarak kullanılan Keşlik-Ürgüp hattında kayadan oyulmuş ve iç duvarları basit kırmızı aşı boyasıyla Ana tanrıçanın kadın askerlerinin resmedildiği zamanla açılmış mezarlara rastlamıştım. Fakat yazın konakladıkları yer or­talıkta görünmüyordu. Geçen hafta fotoğraf makinamı alıp biraz yürüyeyim ve Avlağı’dan güneşin batışını seyredeyim diye Ürgüp’ten biraz ayrıldım. Yürüdükçe, açıldım ve kendimi o tarihi tepelerin üzerinde buldum. Keşke gelmeseymişim. Adamlar tepe değil, tarla açmışlar sanki, her taraf hallaç pamuğu gibi atılmış. Karacaviran köyünün hemen karşısındaki bu tepelerdeki tahribatın yapılması için yüzlerce kişinin çalışması lazım. Hiç mi gören olmamış?
Yurdumuzun değişik yerlerinde, Karadeniz de yıllardan beri Amazon kadın askerlerinin izleri aranır, durur. Boşa aramasınlar. Benim Avlağı ordugahı dediğim yerde onların barınması, savaş sanatını öğrenmesi için her tür üretim olanakları var. Savaş sanatını öğrenmek için kazdıkları siperler, cephane üretim atölyeleri, kimileri yel değirmeni diye soylüyor, beslenmeleri için kurulan bazalt taştan yapılmış el değirmenleri, gözetleme kuleleri ve hem de ahırları ve vadinin derinliklerindeki meskenleri. İlle de bir şey­lerin toprak altından mı bulunması gerekiyor? Kapadokya milyonlarca yıldan beri de ulaşılmayacak yerlerde kalıyor. Eğer merak eder, bu tepelere çıkarsanız, hemen karşınıza bakın ve düşünün saraylara benzeyen bu kaya damlar kaç bin yılda böyle askıntıda kalır.
Onlar ki, tarihi eserleri, Allah’ın çakmaktaşların bile müzelerine taşıyanlar, Anadolu da ve Filistin’deki Ceriko’da bulduklan saksı kırıklarının bile, tarihsel ilişkisini en ayrıntılı noktasına kadar biliyorlar. Zamanında Mısır pi­ramitlerinde ölülerin yanına öbür dünyada yesin diye koy­dukları üzüm, zeytin, mısır, buğdayı, bile çoktan kaçırıp müzelerine taşıdılar. Ürgüpteki Avlağı dağına mı acıyacaklar? Deprem sıkıntısından bir nebze kurtulmuştum.
KAYNAKÇA :
1- Ezra Erhat. Mitoloji sözlüğü.
2- C.Melaart. Yakın doğunun en eski uygarlıkları.
3-İsmet Aksoy. Ürgüp dergisi 17-18-19-20-21 nci sayıları
4-A.Şahenk. Kapadokya.
5- M.Gimbutas. The language of the Goddess.
6- Ürgüp Keşlik hattında Ürgüp kesimine düşen yol üze­rinde çoktan terkedilmiş "AMAZ" isimli bir köyünde olması bu konudaki araştırmalarımıza ışık tutmaktadır.

İSMET AKSOY-1999

KAPADOKYADA VE ÜRGÜP’TE
                   ÖN TÜRK İZLERİ
Ünlü fotoğraf sanatçısı Nusret Nurdan Eren’in Kapadokya’nın güzelliklerini, doğal zenginliklerini anlatırken söylediği bir sözü var: Der ki, "Kapadokya’nın tadına varmak için derin vadilerdeki çarpıcı manzaraları yedi ayrı ke­simden izlemeniz gerekir."
Günümüze kadar tam anlamıyla araştırılıp yazıya dökülmemiş Kapadokyaya yalnız fotoğrafçılık yönünden 7 ayrı noktadan bakmak yeterli olabilir. Ancak aynı Kapadokya’nın tarih yönünde de erişilmesi oldukça zor bir üs­tünlüğü vardır. Bunun en güzel örneği benim araştırmalarımın ortaya koyduğu gerçeklerdir. Bir konuda yazıp ediyorsanız, aynı yere tekrar, tekrar gidip yeniden gözden geçirmeniz yeni ta­rihsel çözümlemelerin ortaya çıkmasına ya­ramaktadır.

Biraz da Ürgüp’ün turizm sorunlarına eğil­sek, o konuda yazsak diye düşünürken, daha önceki yazıların ışığında aynı konulan ir­deliyen bir kitap bulup, okumuşsanız yahut Kapadokya’yı araştıran yabancı, ya da yerli sizin neler yazıp çizdiğinizi duyup söz konusu tarihi yeri görmek için istekte bulunmuşsa önceden çok iyi bildiğinizi düşündüğünüz yerde bir başka yazılması gerekli konu karşınıza çıkmaktadır.
Aklımızda kalmış olmalıdır. Ben çok eski çağlarda Kafkas kökenli şaman inançlı in­sanların Anadoluya M.Ö. 9000 yıllarında geldiğini dergimizin önceki sayılarında yazmıştım. Eğer tarihimizi M.sonraki yıllarda yani 1071'e odaklamamış olsaydık ve bilseydik ki biz Anadolu’da tarihi, uygarlığı ve kültürü ile ilk çağlardan beri varız, belki bu gün elimizde sonsuz derece de çok sanat eserlerine sahip ola­cak, onu benimseyıp koruyacak bir çok yerde dağda bayırda açık hava müzelerimiz olacaktı. En azından bulunanlar yerinde teşhir edip bulunan eserleri daha kolay korunur düşüncesiyle büyük yerleşim birimlerine taşınmamış olduğunu görecektik. O zaman yurdumuza daha çok araştırmacı, daha çok turist gelecekti.
İsterseniz konuyu burda tekrar gözden geçirmiş olalım. Eski çağ Kapadokya halkı, buna erken Neolitik evre de diyebiliriz, yazı yazmayı bilmiyorlardı ancak kullandıkları ve özenle ka­yalara işledikleri pitografik imgelerle kimliklerini ortaya koydular, doğaldırki bizlere du­yurmaya çalıştılar.
Ama bizi anlatmıyor bizim geldiğimiz tarih bellidir diye neleri kırıp döktüğümüzü bil­meyen olabilir mi? diye hep düşünmüşümdür. Bunun en açık örneği tüm Kapadokya sathına yayılmış 365 tane olduğu söylenen kiliselerdir. İster kontrol altında tutulmuş olsun veya olmasın, ben gelen misafirlerimi Hristiyan ki­liseleri yıllar önceden çok iyi bildiğimden, aynı resimlerin bozulduğunu görünce üzülürüm diye onlara eşlik etmiyor, onlara yeri gösterip gezmelerini öneriyor ya da bir gruba ka­tılmalarını istiyorum.
Burada o büyük tarihi kalıtların Kapadokya sathında ne durumda olduğunu, tutucu ve bağnaz kimselerin yabancı gelmesin diye nerelerde lastik yaktığını, dikitlerin üzerindeki bazalt taşların nasıl uçurulduğunu anlatmayı bazıları gocunur diye anlatmayı gereksiz görüyorum. Nasıl olsa iyi anlatılmayan tarihimizin, kanıtlarının şöyle veya böyle ileriki tarihlerde ko­runamayacağını ve izlerininde ortadan kal­kacağını düşünerek yazıya dökelim de eğer o da bir yerlerde saklanmış olursa, gelecek kuşaklara azda olsa bir tarih kırıntısı bırakmış oluruz.

BİR ÖNEMLİ KANIT
Ucu kıvrık sivastika haçının çıkış nok­tasının Orta Asya’nın Kuzeyinde şaman inançlı Yakut Türklerince dinlerinin simgesi olarak binlerce yıl önce başladığını araştırıp kitap ve ma­kale şeklinde insanlığın hizmetine sunanlar yazdıklarının ne kadar çok önem taşıdığını bi­lerek hep üzerinde durmaktadırlar. Her dinde olduğu gibi insanlık tarihini çağlar boyu et­kileyen şaman inancıda zaman zaman değişikliğe uğrayarak aşağı doğru inmiş, Hin­distan’da Çin’de Buda dini doğmuş, bu simge yani gamalı haç uzak doğu da açık bir şekilde görülmeye başlamıştır. İlginçtir, Buda inancının başladığı çağlardan çok önce bu simgeyi Anadolu’daki ören yerlerinde Çatalhöyükte, Hacılar’da, Kültepe’de görüyoruz. Aynı simge ka­yaların ön yüzeyine ya da iç mekanlarına eski kavimler tarafından özenle Kapadokya’nın her tarafına yaygın bir şekilde işlenmiştir. Tarih yazanlar Anadolu'daki eski çağ inancının Buda diniyle düşünce farklılıkları olduğunu ortaya koymuşlardır.
Bilindiği gibi yakınımızdaki Kültepe tab­letlerine göre, Hattiler ve Hititler çok tanrılı inanca sahiptiler. Öyle ise bu simgeyi bu yörede yaşayan kavimler bu simgeyi ne için, neyi düşünerek kayalara işlediler. Tabii ki Güneş tanrı ve tanrıçasını, çarkı feleki, hepsinden önemlisi yönleri ve onun kutsallığını. Belki bu konuya pek dikkat edilmemiştir. Yönler Asyada ya­şayan insanlar arasında tanrı inancı kadar olmasa bile, kutsallık taşıyordu. Yönlerin kutsallığı inancı Inka, Aztek, Mayalarda da görülmüş Amerika kıtasını da etkilemiştir. On­larıa Asyatik halkların akraba olduğunu da bi­liyoruz. çok eski çağlarda Bering boğazından buzların üzerinden yürüyerek kıtaya ulaştıkları bilimsel olarak kanıtlandı.

Dergimizin bir sayısında Ürgüp'teki güneş gözlemevini yazarken, bir şeyi gözden kaçırdık. Gözlemevinin tavanında Güneş sem­bolize edilmişti ve güneş ışıkları dört yöne doğru kabartmalarıa belirlenmişti. Dört yönün renklendirilerek anlatıldığı her ışık çizgisinin ucuna, doğuş yerini başta verdiğimiz tanrıları, güneşi simgeleyen sivastika haçı işlenmişti. Ne yazıktır ki bir müddet önce o dört simgenin bi­rini birileri, oldukça sert konglamera olan yüzeyi kazıyarak ortadan kaldırdılar.
Güneş gözlemevinin giriş kapısının üzerinde bir çift keklikte resmedilmişti. Burada önemli olan simgelerle ön Türkler diye düşündüğümüz insanların uygarlık tarihini de­­rinden etkileyen bir buluşta onların öncü olması, bizim bildiğimizin aksine, Anadoluya çok eski çağlardan bu tarafa ayak basmış olmalarındandır. İlkel diye düşünülen bu insanların günümüzdeki gibi tapınakları yoktu. Etrafta bu­lunan tepeciklere dikilen değişik şekildeki taş­lar ya da doğal kayaları tapınak gibi kullandılar. Kurban adak yapılan yerin bilimsel adı Selladır. Gözlemevinin çok eski olmasını da hemen yakınında bulunan eşikli sellalar kanıtlar.
Ben yazdıklarımın bir hayal ürünü olmadığını, dikkatli bir araştırmaya dayandığını, her satır ve noktasının gerçekleri anlattığını hiç korkmadan söyleyebilirim." isterseniz bir kitabı inceleyıp, nasıl önemli bir konu üzerinde bu sa­tırları karaladığımızı hep birlikte görelim.
Kitabın adı: Kızılderililer ve Türkler. Yazan Ord. Prof. Dr. Reha Oğuz TÜRKKAN. 1999 şu­batında basılmış 122 nci sahifede Kızılderililer arasında 4 yönün kutsallığını belirtmekte, aynı halkın cihanı fethetmek üzere Kapadokon mağaralarından yola çıktıklarını ve o zaman baş­larında bulunan dört liderlerini yazmaktadır, sahife 134’de. Yazar aynı kitabın 147 nci sa­hifesinde en eski Sakyamani Budanın Saka soylu olduğunu bir kaynağa dayanarak not ola­rak düşmüştür. Yazara göre Kızılderililerin ko­nuştukları dilde 300 kelime Türkçe bulunuyor, onlarda tepeleri ibadet yeri olarak kullanıyor, onlarda Kapadokyada olduğu gibi Boğaları tanrı ve tanrıçalarının simgesi olarak be­timliyorlardı. Kuşların ise aynı duyguyla kut­sandığını bizdeki kekliğin onlarda kaz olarak ortaya çıklığını yazıyordu.

ZİYA GÖKALP'İN ARAŞTIRMASINDA TÜRKLER
Biz Ürgüp yakınlarmdaki Gözlem istasyönunun tavanından başlayıp yönleri be­lirleyen dinsel simgeleri, ışığın ucuna bakarak, bilgimizi yoklayıp onun üzerinde düşüneduralım. Bakın büyük Türk ve tarih araştırmacımız Ziya Gökalp 1989'da basılan Türk Medeniyet tarihi isimli kitabında "sahife 32-33" Türkler arasında dört yönün kutsallığını ortaya koyup yönlere ait öğeleri sıralamakta ve şun­ları yazmaktadır. Burada yazar Uygur tarihini vermiş olmalı. Doğunun unsuru Ağaç, "Hayat Ağacı", Güneyin unsuru ateş, batının unsuru demir, Kuzeyin ki sudur, deyip yön işaretlerinin aynı zamanda 4 hakanı anlattığını yıllar önce anlatıp önümüze bilgi olarak sürülmüştür.
Güneş gözlemevindeki ışık yerine konan kabartmalarında aşı boyası ile renklendirilmiş olması, araştırmaya anlam ve değer katmakta ve kazandırmaktadır. Gökalp dört yönün sem­bollerini kitabında anlatırken, renkleri de açık­lamış ve şunları yazmıştır. Doğunun rengi Gök, güneyin rengi kızıl, batının ki ak, ku­zeyin ki karadır.
Buradaki bilgileri gözden geçirip yazıların anlattığına bakarak tarihi verilerin bizim ortaya koyduğumuz gibi doğru, zamanlamanın ise berrak olmadığını görüyoruz. Ön Türkler de­diğimiz Kafkas kökenli halkların Anadoluya ge­lişlerini biraz daha cesaretli olarak ortaya koyar buzul çağının biraz önüne ve M.Öncesi 9000 ve 10000 yıllara taşıyabiliriz. Bizim yazımadığımıza bakmayın bir yerde inancımızla bağdaşmıyor diye görmemezlikten geliyoruz. Avrupa ve Amerikada araştırmacılar Anadoluda ve Asyada görülen Arianna tapkısının 25000 yıllık olduğunu ortaya koydular. Tabii ki Anadoluya göçlerin bir yerde kesildiği ve dur­duğu söylenemez. Bu olay daha sonraları devam etmiştir. Hattiden sonra ortaya çıkan ve Dünya uygarlık tarihini etkileyen Hitit devletinin kuruluşu da göç olgusuyla anlam ka­zanmıştır. Kayaların ön yüzeyine basit şekilde yapılan çapraz işaretlerin burada Hristiyanlık haçıyla pek ilgisi bulunmadığını, yönlerin kut­sallığını anlattığını söylemekte ve yazmakta pek sakınca yoktur.
Dinler ve inançlar bazı olaylarla ve tarihin akışı içinde birbirlerinden etkilenmişlerdir. Hristiyanlığın da M.sonrası I. nci yüzyılda Sn.Paulus tarafından ilk önce Anadoluda başladığını düşünürsek, haç şeklindeki kutsal çiz­ginin söz konusu dine sembol oluşu ya­dırganmamalıdır. Aynı şekilde Mezopotamyalı tüccarların Kültepe ve Ürgüp civarını mekan tutarak burada kutsallığa eren ve halen Ürgüpteki taş binaların ön yüzeyinde ve iç kı­sımlarında sıklıkla görülen tüccarların simgesi altı köşeli yıldızın bir devletin bayrağını süs­lemesi, bizim tarihimize sahip çıkmadığımızın çarpıcı bir örneğidir.
Kızılderililerin Katpotokon mağaralarından çıkışını öğrenmek son derece önemlidir. On­ların Amerikaya gidiş yolları konusunda farklı görüşler var. Bazı bilim adamları Asya kıtasının kuzey ucundaki Bering boğazını geçiş yolu olarak, bazıları ise Mısır’dan o zamanki pa­pirüs tekneleriyle deniz yoluyla kıtaya ulaştıklarını araştırmışlardır. Anlaşılan odur ki, göç olgusunda ortaya çıkan gerçekler farklı yönlerde gelişmiş, dünya yüzeyine dağılmış olan uygarlıkta Anadolu bir mihenk taşı görevini yerine getirmiş olmalıdır. Bir yazılarımızda Mısır’daki Sirius Nil yılının bulunuşunda bir şamanın etkisini anlatmış Kapadokyayla ne tür bir ilişki olacağını etraflıca yazmıştık.
Bize göre bilgin Mısır’a en yakın olan yerden Mısır’a ulaşmış veya kaçırılmıştı. Bu konudaki en açık ve sağlıklı bilgiyi bir eski çağ tarih ya­zan Gordon Childe vermektedir. Yazara göre en büyük buluşlar M.Önce 3000 yıllarında Me­zopotamya’da, Anadolu’da, Mısır’da gerçekleşti. Bu arada insanlar boş durmadı, hem ticaret yaptı, hem de, akıllı insanlar ve mucitler cazip tekliflerle ya da zorla bir yerden başka bir ülkeye kaçırıldı. Kimler kimleri, nereye, nasıl taşıdılar diye merak edilebilir. G.Childe bu bilgiyi de bize vermiştir. Bize çok yakın olan bir yerde açık denizde yüzlerce Fenike teknesi do­laşıp duruyordu, M.Ö.3500'de.
 Konumuza dönerek yazdıklarımızı bir daha gözden geçirelim. Ürgüp’ün neresinde Gamalı haç'a rastladık. Rastladığımız yerler oldukça yüksekte bulunan ve kayalara oyulmuş me­kanların bulunduğu kesimlerdi. Aynı yerler de yan yana yön belirten çapraz işaretleri de vardı. Bildiğimiz kadarıyla gamalı haçın Hristiyanlıkla hiç bir ilgisi olamaz. Hele yakınımızdaki bir yerde bu işaretler anıtsal bir şekilde bir kayanın ön yüzeyine işlenmişti. Bi­tenler burada birtakım kadın kabartmalarının bulunduğunu ancak çok önceden kazındığını söylemektedir.
Büyük Türk tarih yazarı Ziya Gökalp keşke Kapadokya kayallklarında bizim gibi dolaşıp biraz araştırma yapsaydı, belki daha çok tarih bilgisini onun kaleminden çoktan öğrenmiş ola­caktık. Ruhu şad olsun.
Kaynakça Ürgüp dergisinde daha önceki yazılarımızda geniş şekilde verildi. Bu yazıda kaynakça konuyla birlikte işlendi.
İSMET AKSOY-2000

YİNE TARİH YİNE KAPADOKYA VE ÜRGÜP
 ZİGGURAT'LAR, PİRAMİTLER
Ürgüp ve Kapodakya tarihini bugüne kadar geniş çaplı araştırıp kaleme aldıktan sonda bazı taşları yerin­den oynattığımı biliyorum. Bunlardan bir tanesi, Kapadok­ya'nın adı ve anlamı üzerine yazdığım bir yazı idi. Bu yazı dergide neşredildikten bu tarafa her fırsatta Kapadok­ya'yı "beyaz atlar" anlamına yazanlar suskun kaldılar. Hiç kimse yazılarınız doğru ya da değildir diyemedi.
Kapadokya'daki tarihin çok eski çağlarından kaldığı­m düşündüğümüz Güneş gözlem istasyonu hakkındaki yazımız bir önemli gazetede (Cumhuriyet) neşredilmesi­ne rağmen henüz aradığımız tartışma ortamını bulmadı. Geçen hafta burada ismini vermek istemedigim bir TV kanalı bizi yok sayıp çekim yapmak istedi. Yanıtlarımız onların isteği doğrultusunda olmadı.
Tarihin çok eski çağlarında Kapadokya'ya geldiğini ve burada uygarlığın temelini oluşturduğunu düşündüğümüz Ön Türklerle ilgili yazımız, umduğumuzdan fazla ilgi topladı. Bir çok sorulara muhatap olduk. Okuyucular bu konuda daha geniş bilgilere ulaşmak istediklerini ısrarla söylediler.

DİAPETLER KUTSAL TAŞLAR
Ürgüp olur da taşsız olur mu? şöyle biraz yüksek yerlere çıkıp baksanız başta kadı kalesi, temenni, Ortahisar Uçhisar kaleleri bir selvi gibi ufku tırmalar. Böyle tarihle iç, içe olmuş birbirine yakın komple kayadan doğa harikası kaleleri dünyanın hiç bir yerinde göremezsiniz. Buralar­da insanlar nakış nakış, bir zamanlar biz de vardık, di­ye iz bırakmışlar, bir tarih yazmışlar. Ürgüp’ün adı da oldum olası taşı çağrıştırır. Volkanik yapının sonradan oluştuğunu düşünen ilk İnsan "ur" demiş. Küp'te bir başka taşı ve mekanı anlatıyor. Özenilerek küpe benzetilen kayadan oyma damlar. Tarihi belgeler küp şeklinde­ki mimariye bit-adini diyor. Yani Mezopotamya kaynak önemli şehir olduğuna göre, Mezopotamya’yla akrabalık anlaşılan yüzlerce yıl devam etmiş. Kültepe’de bulunan tabletlerde sosyal ilişkilerin çapını anlatıyor, yazılarda kullanılan dil Akadça.
Madem taşlar aklımıza geldi, bu konuyu basit geçiş­tirmeyelim. Gordon Childe'ye göre taşlar süs eşyası ola­rak kullanıldı, ama onda İnsanlar hep gizsel gücü aradılar. Taş aramak için dağlara bayırlara giden İnsanlar, ma­denlerle karşılaşınca bulundukları ortamı değiştirip ilkel­likten kurtuldular. İnsanların bu dönemine tarihler, "ikinci devrim" diyor. Mısır’da yüz bin taşlar şeklinde bizim Kapadokya'da ve Kadı kalesinde yaşadığını öne sürdürdüğümüz Katu anayı simgeliyor, bir yerden başka bir yere taşınabiliyordu. İnsanı avcılıktan tarıma taşıyan ana tanrıçayı simgeliyen piramit taşını o çağın insanları boşuna yapmış olamazlar. Tarımda güvercin güb­resini kullanıp üretimi artıran ilk insan geleceğin hesap­larını da yapmış olmalıdır. O çağlarda şehrin uzak kesimlerindeki tapınak tepelerine yakın yerlerde tapınak, atelyeler ve okullar bulunuyordu. Piramit ya da farklı şekilde sunak biçiminde yapılan taşların geometrik biçimleri bir yerde geometri biliminin başlangıcım anlatıyor olmalıdır.
M.Öncesi dönemlerde 3 ayrı yerde önemli uygarlıklar kuruldu. Bu uygarlığın kurulup gelişmesinde su yolların büyük önemi var. Bunlardan biri bizi ilgilendiriyor. Kızılırmak(Hallys) yayı içindeki Kapadokya, diğeri Fırat, (Eufrate) Dicle (Tigre) arasındaki sulak bölge, Mezopotamya ve Mısır’daki Nil vadisi.
Kim ne yazar ve ederse etsin, Kapadokyayı, hem din­ler tarihi, hem de uygarlıkta geçirdiği aşamayı ele alır bir terazinin kefesine koyarsanız, Mısır ve Mezopotamya ta­rihine hep ağır bastığını hayretle görür ve anlarsınız. Mısır'daki günümüz toplumlarının oldukça ilgisini çeken piramitlerin kaynağı diapet taşları olarak Kapadokya’da ilk önce şekil bulmuş. Mezopotomya'daki gizsel tapınakların Zigguratların kaynağı da Kapadokya, aynı zamanda Ürgüp.
Anadolu’daki bu kültür hazinesinin merkezinde olan Ürgüp’ün tarihiyle ilgili bulguları, araştırmaların ışığı altında yeni baştan gözden geçirmemiz gerekiyor. 1834 Haziran’ında yurdumuza gelip tarihi yerleri gerçeklere uy­gun bir şekilde anlatan ve yazan Charles Texier bir gravür yapıyor.
O zaman fotoğraf henüz bulunmadığından Texierin bulunduğu yeri gravürle anlatması gerekli. Temenni te­pesinin uç kesiminden alınan tabloda göze çarpan he­men yamaçta oldukça büyük bir kilise var. Daha sonraları bu kilisenin önü yıkılmış. Biraz aşağılara bugünkü Kadılar’ın evinin bulunduğu kayanın üzerinde etrafından kıv­rımlı çıkış yolları olan bir peribacası var, Üzerinde otur­maya elverişli delikler görülüyor. Yani tam bir Ziggurat.
Kadı kalesinin önemini biz her fırsatta yazıp çiziştir­dik. O kadar önemli bir kalenin etrafında güvenliğin sağ­lanması için insanların oturacağı, sürekli gözetliyeceği yerlerin olması gerekli. Eğer anlattığımız yeri gravürden incelerseniz, Ziggurat'lardan farkını ayırt edemezsiniz. Olmaz demeyin. Olmuş işte. Daha ge­çen yıl aynı işlemi Japonlar, Ürgüp’ün güney kesimine düşen Pancarlı kilisesini gizlice, en ufak detayına kadar kopya edip ülkelerine taşıdılar. Bir arada kopyalanan Pancarlı kilisesini görmek için en az 15 gün önce rezervasyon yapmanız gerekiyor. Bizim gerçek Pancarlı ziya­retçi bekliyor.

KAYNAK ANADOLU
Mısır’da ve Mezopotamya'da ortaya çıkan sivri tapınakların Kapadokya’dan kaynaklandığından emin olmak için tarih­i verileri gözden geçirelim. Sümerler de Gök tanrısına tapıyorlardı. Dağlık bir bölgeden göç etmiş olduklarından tanrılarını dağlarını var saymaya alışmışlardı. Mezopotamya’da, ovalarında dağ gibi yüksek tapınaklar (Ziggu­rat)lar, yapay Olympos’lar kurdular. En ünlü Ziggurat Babil kulesi adını taşıyordu. Bab- kapı, el tanrı, çoğunlukla tanrıça anlamına gelir.
Bir Asur kralı yukarı ülkeden bir kızla evlendi. Karısının ülkesi taşlık, kayalık, tepeleri ve vadileri asma bahçe­leriyle dolu bir yerdi. Mezopotamya ovalarında dağ ve tepe yoktu. Peri bacası, siyah üzümlü bağlar yoktu. Kral karısını mutlu etmek için yapay tepeler yapıp üzerine as­ma bahçeleri yaptı. Anadolu halkları ile Asur’la ilişkiler tarih öncesi çağlarda hiç kesilmedi. M.Ö. 3000 – 4000’de Anadolu'da Karum’lar vardı. Karum pazar yerleridir. şim­di her Cumartesi kurulan pazar da bir Karumdur. En büyük Karum Kayseri’nin 17 km. doğusuna düşen Kültepe karumu idi. Mezopotamyalı tüccarlar Asur’dan ku­maş ve değişik türde dokuma getiriyorlar, eşek kervanlarıyla, buradan maden taşıyorlardı. Tüccar aldığı malı bir tek pazarda satamaz. Kervancılar o çağlarda önemli bir ticaret merkezi olan Ürgüp'e uğrayıp mal alışverişinde bulundular. Tabiatıyla burda bir çok insanla tanışıp ev­lendikleri de oluyordu. Kutsal kitap Yahudi peygamber­lerinin bir çocuğunun Yeşua’nın, Yakub’un, Yuda’nın karılarının (Hitit) olduğunu yazıyor.
Şunu akıldan çıkarmamak gerekiyor. Asur ticaret kolonileri çağında tüccarlar arasında oldukça çok yahudi vardı. Bu konuda bilinen en önemli kayıt, Yahudi kesi­minde kral Herodes İ.Önce 4. yüzyılda eşi Malthake’den olan oğluyla Kapodakya kralı Arkheolos’un kızı Glaphy­ra'yla evliliği idi. Mısır’a ve piramitlere gelince, II. Nakada dönemine ait bazı sanat biçimleri ve teknolojik nesneler Mezopotamya’yla Mısır’ın kültürel ilişkilerinin oldukça yoğun olduğunu göstermektedir. Mısır’a uzakta kalan bazı bölgelerin değişik zamanlarda Mısır tarihinde rolleri olmuştur. Bunların arasında Mezopotamya, Hitit Anado­lu, Girit ve Kıbrıs vardır.
Sanırım Mısır tarihiyle ilgili bulgularımızı da okuyun­ca Piramitlerin kaynağına önemli ölçüde yaklaşmış olu­ruz. Şunu unutmayalım. Anadolu tanrıçası kaynağına önemli ölçüde yaklaşmış oluruz. Anadolu Tanrıçası Katu ananın (Kybele)nin en eski heykelleri Diapetler gökyüzünden düşmüş gök kaşları idi. Taşlar piramit şeklinde yontulur, bir tepeye ya da ma­bede yerleştirilip bu kutsal taşlara tanrıçanın içinde barındığı yerler, ya da tanrıçanın kendisi gözöyle bakılırdı. Tanrıça inancı Anadoluda çok çok eskilere gider. Bunu anlamak için Çatalhöyük, Köşk höyük, Aşıklı höyük tari­hine bakmak ve incelemek gerekir. Karşılaştırıldığı takdirde Mısır biraz yavan kalır. Mısır’da 1. hanedan Menes’le başlar. Kendi dönemlerinde bu krallar, ünvanlarını oluşturan(horus) adlarıyla tanınırlar. Sakkara’da bizim Ürgüp'te Charles Texier’in gravüründe görülen ve kutsal kaleyi gözetim altında tutan dolambaçlı kayanın benzeri ilk piramitler onun dönemine aittir. O piramitlerle sonra­kilerin arasında çok büyük mimari farklar vardır. Sakkara piramidi dışardan basamaklıdır. Kral Coser 2630­-2611'de İmhotep adlı bir heykeltraşa yaptırmıştır. 5. ha­nedan dönemine ait bazı tarihi parçalar ve altından yapılan eserler Anadolu'da bulunmuştur. Mısır, geç 13. hane­dan döneminde doğu deltasına yoğun Asyalı göçü ve is­kanına sahne olmuştur. Bir çok yenilik Mısır’a Asyalı göçmenler tarafından getirildi. Tarihi belgeler bunu şöyle anlatır. Küçük Asyalı göçmenlerin getirdikleri arasında dikiş tezgahı, sebze meyve tohumları, at arabası, yaylar, kılıçlar ve müzik aletleri vb. gibi.

ASYA GÜÇLERİ ÖN TÜRKLER
Biz tarihi konuları ele alıp üzerine gittikce tutucu çevre­lerin rahatsızlığını az, çok hissediyoruz. Yazılarımızda ah­laki değerleri küçültmeyecek tarz ve uslüp kullanmaya oldukça dikkat ediyoruz. Ancak şurası bilinmelidir ki; ta­rihi gerçekleri bir torbanın içine koyup ağzını da bağla­yamazsınız. Binlerce arkeoloğun ve araştırmacının yazdığı kitapları, bizim inancımızla bağdaşmıyor diye okumazsanız, ne Kapadokya uygarlıkları ne de orta Asya'da­ki Atalarımızı ve onların göç yollarını, kurduklan uygarlıkları ne de, çok ihtiyaç duyduğumuz Ürgüp’ün antik çağ tarihini öğrenemeyiz. Bizim sahip çıkmadığımız tarihe başkaları sahip çıkar. Çok eskiden günümüze kadar insanlar bu konuya hiç ilgi duymadılar diyebilir miyiz.? Ürgüp’ün okur yazar insanı mı yoktu ki yazmadı? Tabii bili­yorlardı, ancak bizim taşıdığımız endişeleri onlar da taşıdı, herşeyden önemlisi zamanı değildi ve şimdi o za­man geldi.
Geçen sayıda yazdığımız Ön Türk’lerle ilgili yeni bulgula­ra bakalım. Bir batılı arkeolog doğu Anadoludaki önemli bir kesim de (Aslantepe) de kazı yapıyor. Adı M. Frangi­pane ve bir de ilginç araştırma yazısı yazıyor. "Çamurun gücü". Söz konusu yerde toprak kazıldıkça ilginç objeler karşısına çıkıyor. Bunlar siyah seramiklerdir. İlk örnekle­ri de Türklerin yaşadığı orta Asyadaki ören yerlerinde görülüyor. Kazı yapılan alanda iki halk yaşamış. Bir müddet anlaşamayan halk, kavga döğüşün kendilerine yarar sağlamayacağını anlayınca barışık hale gelmişler ve ortaklaşa hiyerarşik bir düzen kurmuşlar. Yani kralları, reisleri, kanunları olmuş. M.Ö. 5000 - 4000 yıllarına tarihlenen yere sonradan gelenler kimler biliyor musunuz? Arkeoloğa göre "Kafkas ötesi çobanlar" arkeolog M. Frangpane bunlar Türk'tür demiyor. Tarihi kesimde bulunan parçalar da çok önemli. O çağın insanları tanıdığımız spiral motifli eşyalar yapmışlar. Ürgüp Yeşilöz köyünde rastladığımız spiral motifli eşyalar yapmış­lar. Ürgüp Sucuoğlu evine yakın bir peribacasındaki ilkel boyamada gördüğümüz yılanın öldürülüşü sahnesini onlar taşlara işlemişler.
Göreme’deki kaya kiliselerinde görülen ermiş Georgi­osu'nun yine bir başka ermiş Theodoros’la birlikte ejder­haya karşı savaşım sahnesini Kafkas çobanları dediğimiz halk, ayak bastıkları yerlere ilkel de olsa yapıp gel­dikleri yerleri anlatmaya çalışmışlar. Söylemek veya yaşamak kolaydır “Göreme’deki kiliseleri Roma’nın ve Kudüs’ün zulmünden kaçan hristiyan keşişler yaptı” diye. Ama kazılarda yahut araştırmalarda ortaya konan yeni yeni bilgiler önünüze çıkarsa, anlarsınız ki uygarlığa damga basmış halklar içinde en başta Ön Türkler dediğimiz halklar da var.
Araştırmayı ve kazıyı yapan batılı arkeolog: "Bu kazıda bizi düşündüren gerçekler var." diyor. Uygarlıklarının te­melinin kökeninde yani antik Akdeniz uygarlığında Ana­dolu’nun temel teşkil ettiğini apaçık söylüyor.
Bizim Ön Türklerle ilgili tezimizi doğrulayan ve bizi oldukça sevindiren olay bize birşeyler öğretmiş olmalıdır diye düşünüyorum.
Kaynakça:
1- 17.nci sayıdan 23.ncü sayıya Ürgüp dergisi. İsmet Aksoy
2- İletişim ansiklopedisi. Eski Mısır Yahudileri.
3- C. Şakir, Altıncı Kıta Akdeniz.
4- Nihat Aksoy çevirisi. Antik Türkiye. Roma baskılı
5- Heredot Tarihi
6- Prof. A. M. Mansel Ege ve Yunan tarihi.
7- G. Childe. Kendini yaratan insan.
İsmet AKSOY-2000

ANTİK ÜRGÜP'TE HATTİLERİN KUTSAL MABEDİ
"TUMANNA"
Günümüze kadar hiç araştırılmadığı anlaşılan Kapadokya'nın ve Ürgüp’ün eski çağ tarihini kurcaladıkça karşımıza ilginç veriler ortaya çıkıyor.
Ürgüp’ün orta yerindeki Temenni kayasının ve Kadıkalesi'nin adlarının 13.ncu asırda Kapadokya'yı yönetmek üzere görevlendirilen Afşin bey tarafından değiştirildiğini bulmuştuk. Aynı tarihlerde Anadolu­nun bir çok yerleşim yerlerinin isimleri biraz asına uygun ama farklı anlam yüklenerek değiştirildi.
Örneğin: Tamisos, Damsa diye, Suvasa Söveşe diye, Ainosya da Awinos Avanos diye anılır oldu. Avanos'lular merak edeceklerdir. "Aksoy bu bulguyu nerden çıkaldı. Biz kentimizin eski çağ adının Venes­sa olduğunu bilirdik. Awinos'ta neyin nesidir? diye­ceklerdir. Onların merakını giderip sonra da yazımıza devam edelim.
Milattan önceki 3000 yıllarında yani Hattiler döneminde Hititlerden önce Kapadokya'daki kayalıkların arasındaki vadilerde ve yüksek kesimlerin yamacında bağcılık tarımı, günümüzdekine yakın, aynı zamanda başarıyla yapılıyordu. O çağın insanları Anadoluda günümüz uygarlığının temelini oluşturan bir çok keşiflerde bulundular.
Keşiflerden biri mayalanmış üzüm suyu yani şarap, ikinciside o zamanlara kadar çabuk kırılan ve dayanıksız üretilen seramik kapların sırlanması ve fırınlanmasıyla farklı tekniğin geliştirilmesi oldu. İnsan­lar o devirlerde neyi çok yemişler, neyi çok içmişler­se onu kutsallaştırdılar. Ekmek ilk çağ insanının sofrasını zenginleştirdi. Hitit döneminde 180 çeşit ek­mek yapıldığı Kapadokya tabletlerinde anlaşılıyor.
Günümüzde iştahla yediğimiz yufka bize onlardan kalmadır. Ballı ekmekleri vardı. Buğday, çavdar, arpa ekmekleri vardı. Asker ekmeği yani taynı, mayalı mayasız ekmekleri vardı.Her çeşit pide yapılıyor­du. Bezelyeli ekmek, değişik figurlerle şekil verilen ekmekler koyun, aslan, kulak, kafaya benzer ekmek­ler pişiriliyordu. Ekmek kutsaldı. Ekmeğin kutsallığı neolitik çağlardan diğer evrensel dinlere geçti. Irmak kenarlarında, doğal sahalarda oturmaya elverişli yerleri genişleterek barınak yapan eski çağ Anadolu insani balık tutmayı biliyorlardı. İçenler bilir, balık var­sa orada şarap da olmalıdır.
Balık ve ekmek. üzümle birlikte şarap'da ekmek gibi kutsal yiyecekler olarak benimsendi. Hitit pan­teonunda krallar tarafından merasimle tanrılara sunu­lan şarap bayramları oldukça coşkulu geçmiştir. Pira­mit şeklindeki kutsal diapet ve diorit taşları bu mera­sim başlangıcında zeytinyağı ve şarapla yıkanırdı.
Günümüzun Avanos'u da şarabın ve biranın oldukça çok tüketildiği kutsal yer anlamına Ainos, ya da Awinos şeklinde söylenmeye başlandı; AvrupaCJa bir çok şehir adları Anadolu menşeilidir. Bazı adların örneğin; Paris'in adının nereden kaynaklandığı bili­nir. Tam bir Hatti ismi olan Wiyana'nın Anadolunun neresinden bu ismin taşındığı bilinmiyor. Niğde'ye yakın Kemerhisar’ın tarihsel adı, Tiyana olur da Avanosun adı Wianna olmaz mı?
Hattilerin seramik deposu Ainos'un baş hecesinin günümüzdeki anlamı pek değişmedi. Ayinin ne anlama geldiğini hepimiz biliriz. Kutsal mekan anlamında kullanılmıştır. Selçuklular döneminde Ürgüp’ün adı Başhisar olarak değiştirildi. Avanos'a dokunulmadı. 
İpek yolunda seyahat eden tüccarlar ünlü bir bilgin ibni Rüşt'e Awinroes diyorlar (r) harfini hecelemiyor­lardı. Bilginin adına saygı nişanesi olarak Avanos'un tarihi adı öylece kaldı. Bir çok ünlü islam bilgini şarabın kimyasal oluşumunu araştırırken yeni keşifler­de bulundular.

YENİ BULGULAR VE ÜRGÜP
 Ürgüp adının anlamı üzerine bir çok yazılar yazıldı. Ben de yazdım.Eğer yeni ilginç olan şeylerle karşılaşmış iseniz, yazmamak sıkıntı yaratır. Yeni kuşaklar antik çağ, Anadolu tarihine bizim gibi ilgi duy­mayabilirler. Bizim geleceği düşünmemizde yarar olduğunu düşünüyorum. Elimizde ham dökümanlar varsa bilgi kırıntılarından yazıya dökerek, bizim çektiğimiz sıkıntıyı onlara yansıtmayalım. Her şey ellerinde bulunmuş olsun. Bazılarına göre eski çağ tarihi ma­sal gibi anlaşılıyor. Eğer eski çağ tarihine ilgi duyar­sanız, son derece ilginç aynı zamanda da önemli. En başta turizmde imaj yaratmak bakımından kıymet taşıyan bilgilerdir. Mısır bu gibi bilgileri çok akllıca kullanmaktadır. Ur diye anılan yerler uygarlık tarihi­nin önemli kentleridir. Mezopotamya'daki Ur'la Kapadokya'nın kayalıkları arasındaki Ur'küp'ün günümüzün kardeş şehirleri gibi, ulaşım bakımından uzak, ama hissi bakımdan yakın bir bağlantı vardı.
Asur ticaret kolonileri 250 eşeğin katıldığı kervan­la yüklü olarak yola çıkıp Kapadokya’daki devrent başlarında oturan Hatti devlet muhafızlarına yüklü bir ücret ödemeyi göze alıp, Kayseri'deki Kaniş Kültepe pazarına ya da Ürgüp pazarına geliyorlardı. On­lara göre volkanik oluşum doğal dokunun üzerine sonradan akan ve yeni yığınla şekil bulan yer yapısı Ur'du, oradan esinlenerek yapılan kaya damlar küp'tü. Hattilerin savaş sonucu zayıf düştükleri za­man Asurluların egemenliklerini genişletip 3. ncü Ur hanedanı döneminde Kapadokya'da hükmettikleri bilinmektedir. O taraftan Anadoluya taşınan mimari­ye bit-adini denmektedir. Ur-kup denince mer­kez, baş, küp şeklindeki önemli kent diye anlaşıldı.
Bütün bunlar daha önceki dergilerimizde az da olsa yazılıp çizildi. Şimdi bizim araştırmamız farklı bir seyir izliyor. Biz, tarih öncesi çağlarda dağların ve tepelerin kutsallığından yola çıkarak, 13. ncü asırda adının Temenni diye değiştirildiğini bulduğumuz, Ka­padokyalılar tarafından Temenno, Roma ve Bizanslı­lar tarafından Temenos denen yerin nerde ise Ürgüp adı kadar anlam taşıdığını, ayrıca Hattiler tarafından bu blok kayanın şimdiki kutsal kentler kadar mukad­des sayıldığını adıyla birlikte yeni öğrendik.
Bir kere araştırmaya başlarsanız arkası geliyor: milattan önceki çağlarda Anadolu'da iki güçlü halk yaşıyordu. Bunlardan biri şu an üzerinde bulunduğumuz topraklarda yaşayan Hattiler, öteki Karadenizin batısına doğru yayılan yerel krallıklar şeklinde yaşa­yan savaşçı Gaşkalar'dı. İki halkın da kutsayıp, günahtan arındıkları tepeleri bulunuyordu. İki kutsal mabedden biri Ürgüp'teki Temenos, o zamanki adı "Tumanna" öbürü de Karadeniz'de aynı adla söyle­nen Tumanna tepesi idi. İnançlar gelişip, değiştikçe Hattilerden sonra buralardan kaynaklanan Temenos tepeleri çoğalıp batıya doğru yayılmış oldu.
Devlet güçlü oldukça Tumannanın bilhassa Ürgüp Tumannasının ünü ve kutsiyeti oldukça namlan­dı. Tanrıça İştar'ı temsilen, yüzlerce rahip ve rahibe­nin bulunduğu kayalık, uzak ülkelerden gelip günah­tan arınmak ve şifa bulmak için akan ziyaretçilerle dolup, taştı. İştar, üretim ve bereket tanrıçası idi. An­cak cinsel hastalıklara da ziyaretin faydalı olduğuna inanıldı. Kısaca Ürgüp adı nerde ise unutulup "Tumanna" diye anılmaya başlandı, Tumanna. tanrıça ana, Tüman babadır. Tumanna, tüman, teoman şek­linde gelişip inanç bilimsel nitelik kazanınca günümüz okullarında teoloji dersi doğmuş oldu.
Tumanna bize birşeyler çağırıştırıyor. Kilikya boğazının Anadoluya çıkışının ucunda bir başka şehrin adı da Tuvanna'dır. Günümüzdeki geçitin adı Gülek boğazı, Tuvanna'nın adı, Kemerhisar'dır. Hatti ve Hi­tit döneminde sonu (na) ile biten bir çok yerleşim ye­ri ve kentler vardır. Bu şekilde adlandırılan yerlerin Hatti ve Hitit hiyerarşik döneminde bir takım işlevle­ri olmalıdır. Bir yazımızda Temenni kayasının kutsallığını anlatmış, çok inançli bir kişi olan ve Temenni'­de yaşadığına inanılan Tanrıça İştar'a aşırı bağlılığı yüzünden o tepede yaşayan bir hekim rahip tarafından yıllarca hastalık çeken Hitit krall III. Hattuşi­li'nin orada tedavi edildiğini yazmıştık. Bundan da şu sonuç çıkmaktadır. Tumanna gerçekten bir kutsi ma­bed idi. İnsanlar buraya günahlarından arınmak, şi­fa bulmak ve inançlarının gereğini yerine getirmek için gelip dua ettiler.
Tüm kanıtlardan yola çıkarak şunu kesinkes söyleyebiliriz. Tarihin çok eski dönemlerinden başlayıp, çok uzun yıllar boyunca Kapadokya ve Ürgüp, hem mabetleri, hem de doğal yapısı ve Peribacalarıyla çok büyük önem taşıdı. Ziyaret için Tumanna kayasına akan insanlar, izdiham yüzünden oraya ulaşamayıp sadece yüksek kayanın dibinden dini akidelerini yerine getirmiş olunca, Peribacalarında oturan, inanç konusunda kendilerinin yetkili olduğunu söyleyen azizlere koştular. Oysa, orada yaşayan keşişler, kendilerini hiç bir ekole bağlı görmüyorlar, derin va­dilerdeki oyuklarda hem inanç karmaşası yaratıyorlar, hem de fakir ve yoksul halkı sömürüyorlardı.
Tanrıya erişmenin yolunu ve yöntemini bildiklerini söyleyen azizler geleneği Peribacalarına oyulan evlerden başlayıp tepelere taştı. Biz onu yakın zama­na kadar tekkeler olarak gördük. M. önce 1275-1250 yıllarında Hitit devletini yöneten ve Temenni'de teda­vi gören III. Hattuşili'nin doktorunun adı Mıddannamuva'dır. Tedavisi süresince Hattuşili 20 yıl kadar başkent Hattuşaş'tan uzakta yaşamıştır. Tarih bilinmezlerle dolu değildir. Eğer ilgilenmez isek, her şey bize yabancıdır. Biz Göreme'yi gezer, dolaşırız, ora­nın adının da görmeden kaynaklandığını zannederiz. Oysa Göreme ile Ürgüp’ün, Ürgüp'le Kayseri'deki Kültepe'nin çok büyük tarihsel ilişkisi vardır. M. Öncesi dönemlerde Katpatuka diye söylenen şimdiki Kapadokyadaki açık hava müzesinin neolitik çağlarda bile kutsal sayıldığını, adının da Kuwaura-uma olduğunu merak bile etmeyiz. O tarihlerde Kuwaura­-umanın anlamı sevgili ana tanrıçanın yurdu anlamın­da kullanılmıştır. Bana göre kuwa, ruh anlamı taşımaktadır. Ur'a ise Ürgüp'ü anlatmakta, uma bizim bugünkü ama, ya da hala anlamı taşımaktadır.
Göreme'de rastladığımız bir çok kilise, oraya durup dururken yapılmadı. Kayadan oyulan mabedlerin transformasyona uğrayıp kiliseye tahvil edildiğini herkes biliyor. İlk çağ insanları orada bir mukaddes yer yarattılar. Sonraki halklar ise, mabedlerini inanç­larına göre geliştirip boyadılar. Kayalık Kapadokya’nın hemen her tarafı mabed doludur. Eğer etrafa dik­katle bakar ve incelerseniz, dik kayaların Güney ya­maçlarında mihraba benzeyen oyuklar görülür. Ora­ya ulaşabilmek oldukça zordur. İlk çağ insanları ora­ları oyarken tüm hünerlerini ortaya koymuşlardır. Bunlar günümüzden 5000 - 6000 yıl önce yapılmış Cella, Zella tapınaklarıdır.
Ürgüp Kadı Kalesinde, Sivritaş'ın güney yamacında, Ürgüp M. Paşa yolu üzerindeki kanlı kayada, Karakuş yakınlarındaki kayaların yüzeyinde, Kapadokya'nın her tarafında görülebilir. Eğer Zella çok önem taşımasa, mihrabın bulunduğu ön kısımda bir derin çukur bulunur. Açılan bu çukur kurban kanının aktığı yerdir. Kutsal kan orada birikmiş ve etrafı temiz tutulmuştur.
OSUANA VE PROKOPİ'NİN ANLAMI
Bir tapınma merkezi, kutsal sağlık ocağı, şifa dağıtan yer diye düşündüğümüz Temenno dan yola çıkarak biraz da Osuana adının üzerinde duralım. Bu ad Hititlerin son dönemlerine doğru devletin bir takım politik nedenlerle dağılmasına yakın zamanlarda söylenmiş olmalıdır. Osiana, osuana sözcüğü doğan güneş anlamındadır. Yeni bulgularla bu adın anlamını geniş tutmak gerekiyor. Osuana sağlık, enerji, diri­lik ve göç kazandıran kesim, yurt, dertlere derman dinlence şehri anlamında söylendiği de kesinlik kazanıyor. Volkanik toprak yapısının nemsiz havası, derin vadilerin ve dik yamaçların tarım bakımından akıllıca kullanılması sonucu yetiştirilen çeşitli üzüm­ler, kayısı, erik, elma, doğal ortamda kayalara oyul­muş arılıklarda çokca üretilen bal ve hepsinden önemlisi değişik hastalıklara karşı kullanırlar ve her dereden fışkıran maden suları.
Hele bir tanesi Ulaşlı mevkiinde bulunan ve bağırsak şişkinliklerini bilinçli içildiği zaman tamamen ortadan kaldıran o sihir dolu su, osu'ana. Bilimsel hekimliğin olmadığı o çağlarda büyücülerin ve üfürükçülerin oyunlarından bıkıp, usanan ve derdine dur­madan derman arayan yığınla insan hep buraya akıyor, hem, cellalarda ibadet ediyor hem de manen ve bedenen güç kazanıp gidiyordu.
Anadoluda hala bir çok bölgede yalnız tahıl üretildiğini, bağ ve bahçe tarımının tam anlamıyla bilinmedigini düşünük isek, Kapadokyada ki Ürgüp'e ne­den Osuana, Mustafapaşa kasabasına Asuana dendiğini daha iyi anlarız. Dikkate değer bir husus ise va­dilerde yeşitirilen üzümlerden elde edilen şarabın o zamanki hekimler tarafından buraya koşan insanlara uyku ilacı olarak verilmiş olmasıdır.
Osuana'da peribacalarında yaşayan ana tanrıça keşişleri, hayatlarını idame ettirmek için dağda, bayırda ot toplayıp onları ilaç ve merhem haline getire­rek maden sularına yakın kesimlerde çaresiz hastalarına bakım yaparak geçimlerini sağlamış oluyorlardı. Bizans döneminde de varlığı bilinen bu azizlere "stylit" azizleri deniyordu.
Devletin kontrolünden uzakta zararlı faaliyetlerde bulunan keşişlerin yanında yeni buluşlarla Kapadokya'nın ününe ün katan bilgin hekimler de vardı. Bun­lara "Asklepios" hekimleri ya da rahipleri deniyordu. Bizans döneminde adının Prokopios olarak bildiğimiz o zamanki Ürgüp’ün sağlıkla ilgili bir ad olduğu­nu biliyoruz. Kapadokya'da tarih ve doğa tüm cömertliğini gösterip insanların hep ilgisini çekti, çeki­yor. Statik, durağan ve hareketsiz toplum olmayı hiçbir zaman benimsemeyen halk, zor hayat koşullan altında çalışıp çabalamış dışardan kendisine koşan insanlarla kültürel alışverişte bulunmuştur. Fark göz­le görülür şekilde ortadadır. Bu yazının sonucunda bana şu soru sorulabilir. O zamanlarda türkçe var mıydı? Biz hep çok eski çağlardan bu tarafa Anado­luya Asya göçlerinin olduğunu, tarihin ve kültürlerin kopuk değil, sürekliliğini anlatıp durduk. Burada iki önemli bilgiyi de vererek yazının içeriğini biraz zenginleştirelim.
Roma döneminde söylenen Asklepios hekimleri­nin Hitit dönemi karşılığı "Asuana" hekimliği idi. A­zu hekim anlamınadır.
Tarihte, renk renk toprağı konu alan Avanos'la, Ürgüp'ün samimi ilişkisini hatırlatan mitolojik bir hi­kaye vardır. Tanrı Zeus (Zas) ile Katuana (Khtonie) evliliğidir.
KAYNAKÇA
1) Aksoy İsmet Ürgüp dergisi 17. sayıdan 24'e kadar.
2) İietişim Ansiklopedisi.
3) Aksoy Nihat. çeviri Antik Türkiye Roma baskılı.
4) C. Şakir. Altıncı kıta akdeniz.
5) Heredot Tarihi.
6) Mansel. Ege ve Yunan Tarihi.
7) Gordon Childe. Kendini yaratan insan.
8) Eren Nevzat. çağlar boyunca toplum, sağlık, insan. 1996
9) Gimbutas Maria. The language of the Goddes.
10) Wulf Schirmer. Hitit mimarlığı.
11) Uygarlığın Irmak kenarlarına yakın yerlerde geliştiği göz önüne alınırsa, Avieno ya da Einos'un bağcı -tarımcı anlamına da kullanıldığını düşünebiliriz.
12) Uhri. A, Ahmet, Ekmek ve Uygarlık. Bilim ve Ütopya Dergisi, sayı 76.
13) Türkmen T. Kemal - Ürgüp.
İSMET AKSOY-2000

MİTOLOJİ'NİN VE UYGARLIĞIN DOĞUŞ MERKEZİ ÜRGÜP'TE BİR İNANÇ DORUĞU
“GOLGOLİ TEPESİ VE KIRK EŞİK”
Araştırma merakınız ve yeteneğiniz var ise, ilgi duyduğunuz konuda biraz sabırla umulmadık sonuçlara ulaşabiliyorsunuz. Kapadokya ve Ürgüp’ün antik dönemlerindeki yaşamına ait yazılarımız umulmadık ilgi görüyor. Bir çok eğitimli genç, bitirme sınavına esas olmak üzere kaynak arayışına başlayınca bizi buluyor ve elimizden geldiğince onlara yardım etmeye çalışıyoruz. Bu benim kişisel çabanım ötesinde, Ürgüp Dergisi'nin yaşaması için azimle her zorluğu aşmaya çalışan Anka­ra'daki Ürgüplüler derneği üyelerinin, yöneticilerinin büyük başarısıdır. Bu çaba ve gayretin önemi ve değeri amacın esas noktasına yönelikse, yani işin için­de çoğunlukla Ürgüp var ise, takdir etmemek olmaz.
Derneği ilk başta kurup bu günlere getirenlerin sıkıntılarını bizler az da olsa yaşadık. Ürgüp dergisine kaynak arayışına çıkıp, maddi sıkıntıyı aşmaya çalışan Ankara'daki değerli insanların umdukları yerden para yerine nasihat aldıklarını hep biliyoruz. Tu­rizm'den en büyük pastayı alan bu müesseselerin yöneticileri Ürgüp dergisinin 9-10 sayıyı geçmeyeceğini, derneğin de amacına ulaşmasının mümkün olmadığını söyledikleri zaman, yaşanan acıyı unutmak mümkün değildir.
Yapılan, yaşanan, yapılacak olanlar ortada iken, benimsenmediği taktirde, sorulması gereken bir soru­yu ben hiç bir zaman aklıma bile getirmek istemiyorum.
Bu soru şudur: Acaba Ürgüplüler derneği kurul­masa, daha mı iyi olurdu? Ürgüp dergisinin 6. yılını döldürup 25. sayıya ulaşmasını ben "bir olmazı" başarmak olarak görüyorum.
Ankara'daki Ürgüplü kardeşlerimizin, başta yöneticiler olmak üzere, kurucularını takdir ediyor, 2001 yılında başarılarının devamını diliyorum.
NEYİ ARAŞTIRIYORUZ?
Burada Ürgüp’ün antik çağ tarihini araştırıp, yazarken, Kapadokya'nın mucizevi doğal güzelliklerini sanatsal anlamda fotoğraflarken, amacım alkış almak ve de saygınlık kazanmak değildir. Bu bir yaratılış gereğidir. Benim içimden akıp gelen bir duygu, amatör bir ruhtur. Buna ilahi bir misyon da demek mümkündür. Öyle  ya, Annem Şerife de ölen kocasına "Cema­l'im" türküsünü yaktığı zaman onun sürekli çalınıp söyleneceğini, Ürgüp’ün tanıtılmasında etkili olaca­ğını nerden, nasıl bilebilirdi?
Hayatın akışı içinde, halisöne duygularla çalışırsanız, bazı oluşumlar insanı şaşırtıyor. Örneğin, Ürgüp Dergisi'nin 25. sayısına "Antik Ürgüp'te Hattile­rin Kutsal Mabedi "Tumanna" diye bir yazı göndermiş, onun anlamını da irdelemiştik.
Tumanna daha ne anlama gelir, bulunduğu morfolojik yerde tarihi etkileri nereye kadar gider, diye araştırırken karşımıza M.Ö. binli yıllarda buradan Mısır'a taşınan ve oradan İsis diye geri dönen ocak tanrıçası "Duman ana" karşımıza çıktı. Mitolojiye meraklı olanlar bilir. Bir Tanrıçanın bir çok adı vardır. Her fırsatta Kapadokyalı olduğunu söylediğimiz Kybele inancının da sayılamıyacak kadar adı vardır.
Burada ilginç olan şey, var olduğunu söylediğimiz misyonla ilgilidir. Annem "şen olasın Ürgüp dumanın gitmez" demiştir. Biz sonradan farkına vardı­ğımız belgesel bir yazıda Temenni'nin başındaki bir "Duman ana" yı konu edinmişizdir.

THALES
Dergide geçen yıllarda neşredilen, ayrıca geniş etki yapan bir konu da sonradan araştırmalarımızda yakaladığımız bir başka ilginç rastlantı da; Güneş'in önceden tutulacağını M.Ö. 28 Mayıs 585 tarihinde bilmiş olan İyonya'lı yani Anadolu'nun batı tarafında yaşayan bilgin Thales'le ilgilidir. Onun buluş ve te­orileri, içinde bulunduğumuz uzay çağında bile değerini korumaktadır. Söz konusu yazıda tarihin çok eski çağlarındaki Kapadokya'daki dünyanın en eski gözlem istasyonun varlığını bildirmiş, bu konuda etrafıı bilgi vermiştik. Tezimiz şuydu: Türkler Anado­lu'ya çok eski çağlarda geldiler ve uygarlığın önemli buluşları Kapadokya' da gerçekleşti. Hemen arkasın­dan konuyu genişletip ikinci bir yazıyla "Uygarlık ta­rihinde Kapadokya'nın gerçekleri ne idi, yanılgılar ne olabilirdi" diye sormüştuk.
Günümüzde bilgin Thales'le ilgili bir çok kitaplar neşrediliyor. Kitap yazanlar Thales'e ait bilgilerin hep Mısırdan kaynaklandığını usanmadan yazar du­rurlar ve Anadolu'nun bir başka kesimindeki gelişen uygarlığı görmek istemezler ya da işlerine öyle gelir. İşlenen konu hep şudur: Thales bilgin oluşundan ayrı, ticaret işiyle uğraşıyor ve yaşadığı yıllarda Mısır'a Ege'den zeytinyağını gemilerle taşıyor, oradan da tuz getiriyordu. Astronomi bilgisini orada kaldığı zaman­larda öğrendi bildiklerini Anadolu'da açıkladı.
Verdiğimiz bilgilerde bizim sorduğumuz soru şuydu: O zamanlar Anadolu'da işlenilen tuz ocakları ne işe yarıyordu, Mısır'dan tuz taşıma zahmete değer miydi?
Israrla yaptığım araştırmalarımda Milasli Thales'in buluşları da dahil, güneş gözlemlerinin ve da­ha başka önemli buluşların Kapadokya menşeli olduğu ortaya çıkmaya başladı. M.Ö. 624-547 yıllarında yaşadığı bilinen Bilgin Thales, buluşlarını açıkladığı yıl yani M.Ö. 28 Mayıs 585'de Milet-Lidya ordusun­da doğudan batıyı tehdit eden kral Kiyaksar'ın ko­mutasındaki Med ordularına karşı savaşmak üzere Kızılırmağın doğusunda Avanos yakınlarında bir sa­vaşa katılmış, burada kaldığı sürece de edindiği bir çok bilgileri de İyonya'ya yani Milas'a taşımıştır. Med-Lidya savaşı hemen bitmemiş tam beş yıl sürmüştür. Bu savaş İyonyanın yenilgisiyle sonuçlanmıştır.
Bilimde şüphe esastır. Böylelikle bir şüphe bizi doğruya götürmüş olmaktadır.
Yine yazımızda (25. sayımızda) Temenni kayasını incelerken, yazdığımız yazının bir yerinde Göreme'nin antik adını Kuwa-ura-uma diye verip, ur'a nın urla ilgili olduğunu bu deyimin Göreme'yi de içine alan bir tarihi deyim olduğunu bildirmiştik.
Bu yazıda Ürgüp’ün eski çağda yani Sümer-Asur dönemlerinde çok önemli ticaret merkezi "Karum" olduğunu, Mezopotamyalı tüccarların burayı yurt tuttuğunu anlatmaya çalışmıştık. Seton Lloyd Asurlu ticaret kolonilerinin M.Ö. 2000 yıllarında Kaniş'te Hi­tit devleti kurulurken oluşan kaynaşmadan orayı terk ettiklerini yazmıştır. Olasılıkla o yıllarda ve daha sonraları tüccarlar Kayseri'deki Kaniş'ten Kapadok­ya'daki Ur'a taşınmışlar, münzevi yaşam içinde etkinliklerini burada inançlarıyla birlikte sürdürmeye çalışmışlardır.
Bir kaynakta verildiğine göre, bu tüccarların halkı sömürüp ticaret hayatını olumsuz etkilediklerini öne sürerek krala şikayette bulunmuşlar M.Ö. 1275 ­1250 yıllarında krallık yapan Hattuşili, onların ev, bark, tarla almalarını yasaklamış, kışın orada kalma­larını da men etmiştir. Tüccarların yer değiştirip uzun yıllar kaldıkları yer olan Urla hep Fırat kıyısında bir yerde araştırıldı, durdu. Oysa biz Kapadokya'daki yer altı kentlerini, tarihini, Göreme'yı araştırırken Ur'a gerçeğini yakalamış olduk. Burada dikkat edilmesi gereken nokta Ürgüp ve Göreme'nin ayrılmaz tarihi bütünlüğüdür.
Değişik konulardaki tarihle ilgili yazılarımızda, Kapadokya'daki doğa harikalarının ve sihirli oluşum­ların ilk çağda yaşamış olan insanların bu acaip ya­ratılışı kutsallaştırdıklarını ileri sürdük. Bu konuda bulgularımız devam ediyor. Yine geçen sayımızda Ürgüp yani UR-KOP' ün merkez, baş, küp anlamı ta­şıdığını, günümüzde Dünyada ki kutsal kentler ka­dar eski çağlarda önem taşıyan bir yer olduğunu an­lattık. şimdi sırası gelmişken, şunu bir not olarak düşmemizde bir sakınca olmadığını düşünüyorum. Asur ticaret kolonilerinden etkilenen yerel halk bir mimari geliştırıp "küp" dediler. Küpün o zamanki yazı dili Akadçayla anlamı "Kab"dır. Buna göre sami dil aile­siyle Kab'e nin de küp anlamı taşıdığını görüyoruz. Buna göre eski çağlarda Ürgüp’ün inanç merkezi olduğunu daha berrak şekilde görüyor ve yanılma­dığımızı daha iyi anlamış oluyoruz. Bunun için ille de kanıt aramak gerekmiyor, dağda, bayırda gördüğümüz mabetler bunun için yeterli delildir.

GOLGOLİ VE KIRK EŞİK
Kapadokya'nın kutsallığından yola çıkarak ismi üzerinde araştırılmadan sadece akla dayanan ve olur, olmaz yorumlar yapılan Mustafapaşa kasabası­nın güney kesimine düşen bir çok mekanın bulunduğu terkedilmiş ören yerini ve yanıbaşındaki etrafı çepeçevre çardak biçimindeki evlerle doldurulan Gol­goli tepesini, hemen önüne düşen Gömede vadisinin üstünde oldukça yüksek bir peribacasına oyulan 40 eşik Amazon sarayını turizm yönünden bulunmaz değerde yerler olarak görüyorum.
Varlığı dahi bilinmeyen ve üzerine çıkıp görülmesi için, aşınmadan dolayı, bir hayli efor sarfedilmesi gereken bu muhteşem yapıya en çok Amerikalı turist­ler ilgi gösteriyor. Ben düşerim korkusuyla çıkmayı göze almadığımdan içinde neler var bilmiyorum. Fotoğraflamak amacıyla gittiğimde etrafı Kapadokya' da görülenden ayrı bir doğal manzara insanı adeta büyülüyor. Etrafta inişi, çıkışı oldukça zor, antik değer­de arılıklar ve meyve bahçeleri var. Köylülere sorsa­nız, burası bir kadın asker (Amazon) için oyulmuş. Burada çalışan insanlar kayaların üzerindeki işaretle­ri de biliyor ve neyi anlattığını sormaktan çekinmi­yor. Tariflerine göre, Kapadokya'da yaygın bir şekil­de kayalara oyulan gamalı haç sivastika. Oldukça önemli bir işareti biz hep yazdık durduk, binlerce yıl önce Anadolu'ya akan Asyatik kavimleri anlatıyor.
Bunlar safir diye bilinen yakut, Uygur ve İskitler olabilir. Belli ki tarım için oldukça bereketli bir yeri elleriyle koydukları gibi bulmuşlar, unutmayalım diye de pitografik işaretleri kayalara nakış nakış işlemişler. şimdi onların torunları orada hala birşeyler üretiyor. Tarihlere bakılırsa M.Ö. 2885 yıllarında Kapadokya'ya Doğudan büyükçe bir Uygur göçü yaşanmış. Bize göre bu göçlerin başlangıcı çok çok öncelere dayanıyor. Kanımca Kapadokyayı bilimsel an­lamda araştırmanın günü geldi, geçiyor. Bunca üni­versitelerimiz ne yapar, ne işe yarar, anlaşılmıyor? Araştırdıkça çok değerli şeyler şaşkınlığımıza yol açıyor. Bilginlerimiz, hocalarımız bunları Dünya kamu­oyuna sunmalıdır. İlle de yazmak için bir Gordon Childe ya da J. Mellart gerekmez.
Kapadokya'da mitolojik kırklar hikayesi oldukça yaygındır. Suvasa'daki 40 azizler, kırk kilise, kırk tanrıça, tabii bir de kırk eşik. Kırk eşiğin ötesinde Golgo­li tepesi, Ürgüp kadı kalesi, Ortahisar kaleleri ve Uçhisar kaleleri var. Eğer buraları gözetleyip bekleyen tarihteki bir kadın savaşçı ise, bunların kimler olduğunu tarihçi Heredot'tan dinleyelim: Heredot Ama­zonların İskit'lere benzeyen Sarmat Kadın savaşçıları olduğunu bildirmiştir. Tiflis yakınlarında bir korugan­da kadın savaşçıya ait içinde çömelik olarak duran bir mezar bulunmuştur. Heredot'un Sarmat dedigi İs­kitlerin Sauramat koludur.
Sauramat kadınları, kız kaldığı sürece ata biner, ok atar, at üstünde kargı savurarak düşmanla savaşırlar, üç düşman öldürmedikçe evlenmezler, töre gereğin­ce hayvan kurban etmeden kocalarıyla aynı evde oturmazlardı. Bir kız kocaya varmışsa, genel bir se­ferberlik zorunluluğu ortaya çıkmadıkça ata binmeyi bırakırlardı. Kadınların sağ memeleri yoktur. çünkü kızlar daha çocuk iken, anaları bu iş için yapılmış tunç'tan bir aleti şiddetli kızdırıp sağ memeye bastırarak dağlıyorlardı. Böylece memenin savaşta zorluk yaratmaması için büyümesi önlenmiş olur, bütün kuvvet sağ omuz ve kola giderdi.
Yer ve mekan bakımından tarihin çok eski çağlarında insan kaynaşmasına sahne olan Golgoli tepesi­ni ve oranın kudsiyetini Damsa'ya eski adı sevgili ana tanrıçanın koyu anlamına Dama-issaya yakınlığı dolayısıyla göz ardı edemeyiz. Bu tepe Hattilerin de önemli mabetlerinden biri sayılır. Arinna'nın güneş tanrıçası ve fırtına tanrısı Telepinu'nun zirvelerinden biriydi. Huhutiş denen mukaddes bir su vardı. Tepe­den bu suya ulaşmak için derince bir mahsen oyulmuştu. Mahsenin bulunduğu kuyu başına Bizans döneminde bir kilise inşa edildi. Golgolide ayazma de­nen bu su hala kutsallığını koruyor.
Buranın esas adı bulgularımıza göre Golgoli değil, Golgot'a tepesidir. Fırtına tanrısının doruğu olduğuna ve serin, havadar bir yer olmasından bir Kapa­dokya dil ailesinden Amazon-iskitler de söz konusu ise, Hind Avrupa menşeli luwi diliyle "serin tanrı" te­pesi anlamını çıkarabiliriz. Bu tepenin adı ve kudsi­yeti yerinde durmamıştır. Eski gezginci kavimler aynı tepeyı Filistin Nasıradaki Betlehem'de yapmışlar ve adına da "kafa kemiği" anlamına gelen Golgot'a demişlerdir. Hazreti İsa bu dağda düşmanları tarafından çarmıha gerilmiştir.
Dinler tarihini incelerseniz, inancın üç doruğu vardır. Musanın on emirle Tur dağından inmesi, İsa'nın Golgota'da çarmıha gerilip (transfiguration) şekil değiştirmesi, peygamberimiz hazreti Muhammed'in miraci.
Golgoli tepesinin etrafına çepe çevre saran çar­dak biçimindeki evlerin çok çok eski görünümleri var.  Burada rahip ve rahibeler oturmuş olmalıdır. Ana tanrıça kültüründe onu temsilen görev alanlar, yerleşim yerinin içinde değil, ikametgah olarak seçilen ayrı kesimde barındılar.
Bu kesime biraz uzakta, yerini yazmayı tahrip edilir korkusuyla uygun bulmuyorum. Kaya yüzeyine oyulmuş orak ve ay kabartmasına rastladım ve fotoğrafladım. M.Ö.ki çağlarda Mısır’ın İsis inancı Kapa­dokya'da yaygın olduğuna göre, Hermes öğretilerin­de ruhun ilk önce aya ulaştığı inancı anlatılır. O inançta yerin üstünden çok, altı dinsel amaç için kul­lanılır. Bu da bizi Kapadokya'da yer altı şehirlerini ve labirentleri daha farklı incelemeye götürür.
KAYNAKÇA
1. Aksoy İsmet Ürgüp Dergisinin 17. sayısından 25'e kadar.
2. Kitabı Mukaddes Yuhanna sahife 115 bab 19.
3.Hançerlioğlu Orhan, Düşünce Tarihi, Remzi Kitapevi,1977.
4. Aksoy Nihat, çeviri, Antik Türkiye Roma Baskısı
5. C. Şakir, Altıncı Kıta akdeniz.
6. Heradot Tarihi
7. Mansel, Ege ve Yunan Tarihi
8. Gordon Childe, Kendini Yaratan İnsan
9. Eren Nevzat, çağlar Boyunca Toplum, Sağlık, İnsan,
1996 Ankara.
10. Gimbutas Maria, The Language, Of the Goddes.
11. Anadolu'da Golgota Tepesi anlamlı Kurukafa, Cavlak Tepe gibi adlandırılan çok tepe vardır. Gömede Go­matha şeklinde yazdmalıdır.
12. Ansiklopedik bilgiler ve Bilim ve Ütopya Dergisi yazı­ları.
14. D. İlhami, İskitler ve Sakalar, 1993 Ankara
İSMET AKSOY-2000

HATTİLERİN TEMELKAYA'SI ÜRGÜP'TE GÜNEŞ MİTOSU VE MA’ATNEFRURE

­Yılllardan beri turizmde oldukça kan kaybeden, 1980 öncesi eski cıvıltılı canlı günlerine bir türlü kavuşamayan Ürgüp’ün yeni baştan yapılarınması gerekiyor. Ürgüp'te turizm olgusunu yapan, yaratan onu karşıla­yan ağırlayıp sonra da etraftaki yerleşim birimlerine yayan bizzat içinde yaşayan halkıdır. Bu inkar edile­mez tarihi bir gerçektir, tartışılması da halkın yaratıcılığına inanmamak anlamı taşır.
Ayrıca Ürgüp, tarih bakımından henüz tam çözülememiş muhteşem bir tarihe sahiptir. Tarihi gerçekler irdelenip, araştırıldıkça, ilkçağ insanlarının kayalara dikkatle işledikleri simge ve semboller karşınıza çıktıkça, geçen yıllarda neden araştırılmadığı sorusuna yanıt bulmak oldukça zorlaşıyor. Zengin kültür birikimine sahip akıllı insanların bu konuda varlık göstermemesine anlam veremiyorsunuz. Şayet bu muhteşem tarihi yıllar önce açıklığa kavuşmuş olsaydı, ne türlü bir kazanç sağlanırdı? diye sorulabi­lir. En azından uzun yıllar canla, başla tanıtılmaya çalışılan Göreme açık hava müzesinin idari konumu değişip Nevşehir’e bıraklınca acze ve kötümserliğe düşülmezdi. Elinizdeki tarihi bilgi bolluğunu kullaır, her kaya damın, her simge ve sembolün orjina­litesi dünyaya açıklanır "mas" turizm denen kitle tu­rizminde harikalar yaratılabilirdi.
Ticaret hayatı aksamaz, esnaf işsiz kalmazdı. Enerjiyle dopdolu genç insanlar harıl, harıl çalışır ekmek kapısı sürekli açık kalırdı. Göreme yine yerinde kalır ancak biz, insanlığın Anadoluda ve etraf ülkelerde geçirdiği yaşantıyla Ürgüp tarihinin etkisini anlatmış ve anlamış olurduk. Yani Ürgüp açıkça ak­şam gelinip, sabah gidilen yer olmaz, sokakları dışar­dan gelen misafirlerle kaynaşır, Tümanna’sıyla (Te­menni) Kadı kalesiyle (Katu Gala) etraftaki ilginç yerleri anlayabilmek için heyecanla sıra bekleyen yabancılarla dolup, taşardı. Dikkatimizi kentimize yönelterek tam ama sarsılmaz bir turizm beldesi olur­duk.
Biz daha önce herşeyi Göreme üzerine inşa etmiştik. Turizm işiyle uğraşanlar, Ürgüp’ün antik çağ tarihindeki zenginliğinin farkına varamadıklarından varsa, yoksa Göreme, sonra da Ürgüp dediler. Oysa kiliseler günümüzde yaşayan bir dinin, tarih bakımından bize pek uzak olmayan boyalı mabetle­ri idi. Büyük bir hoşgörü içinde birlikte yaşadığımız yıllar vardı arkada. Anlatmak zor değildi o halkı ve inançlarını gelip görmek isteyen misafirlere. Ama ar­kada kalan ve tarihin derinliklerine doğru uzanan önemli zaman dilimlerini 19. asır başlarında yeni öğrenmeye başladık ve yeni, yeni tadına varır olduk.
Ürgüp'e onun içinde yaşayan insanına, he­men şimdi değil ama gelecekte alabildiğine yarar sağlayacak olan tarihi bilgiler nelerdir? Ona bakalım.
Dergimizin önceki sayılarında Temenni kaya­sının ön yüzeyinde kalenin önemini anlatan bir Hat­hor kabartmasının varlığını bildirmiş ve o konuda ta­rihi gerçekleri anlatmaya çalışmıştık. Bu yontuda boynuzla birlikte bir Ay kabartması vardı.
İkinci olarak Kadı kalesinin yakın bir kesimin­de, sivri kayaların bulunduğu bir yerde, çağlar önce aşı boyasıyla ilkel olarak çizilmiş pitografik resimler vardı. Burada bir at, üzerinde kargısıyla avlanan bir avcı ile beraber, etrafta yabani hayvanlar görülüyordu. Belli ki burada yaban hayatı anlatılmak istenmiş, avcının ayaklarının altında zig-zag işaretleriyle yılan resmedilmişti. Bu sahne Hititlerin "İlliyankas" ejder­hanın fırtına tanrısı Telepuni tarafından öldürülüş mitosudur. Tarihi belgelerde bu kesimde tanrıçanın kayalara oyulmuş evi vardı. ilkbaharın canlanışını halk tanrıçaya yakın olmak için evin önünde kutlar­dı. Hititlerde Purilli bayramı denen sözkonusu za­man bizim nevruz kutlamalarıyla eşdeğerdedir. İlli­yankas efsanesi çağları ve inançları etkilemiş, Hristi­yanlığın Kapadokya’daki duvar resimlerinin konusu olmuştur.
Bir başka yerinde oldukça ilginç kaya yüzeyine oyulmuş, şekil bakımından biraz sade olmasına karşın, Mısır tarihinde sıklıkla görülen koruyucu kut­sal göze “Udjah” benzeri bir göz motifine rastladık. Oyma taşların yığınla bulunduğu oldukça eski bir Ürgüp evinin pencere üstü süsü olarak bozulmadan günümüze ulaşması aynı evin yıkılmaya yüz tutmuş bir odasının şömine taşlarının üzerinde geometrik nakışlarla birlikte, işlenmiş yılan motifi bizi oldukça heyecanlandırdı. Heyecanlandırdı diyorum, bu evi bana aynı mahallede yaşayan değerli insan Hasan Sarıkaya gösterdi. Araştırma tek başına olmuyor. Ta­rihe ilgimi bilen arkadaşlarım bana her fırsatta yar­dım etmeyi görev biliyor, eksik olmasınlar. Ürgüp’le ilgili yazılarım onları da heyecanlandırmış olmalıdır.
OSUANA GÜNEŞ Mİ?
Dördüncü ama en önemli Ürgüp simgesini geçen hafta bulduk. Bu bir güneşti. Çimenli kayasının eski Ürgüp'e bakan kuzey yamacının ucunda kaya­lara asılmış gibi duran bir kaya odanın sahanlığının duvarına oyulmuştu. Bir koca dairenin kenarları üçgenlerle, süslenerek "Doğan güneş" kabartılmış. Dikkat edilirse Osiana sözcüğünün Ürgüp'te Doğan Güneş anlamına kullanıldığını ve bu adın da M.Ö. 1250’lerde Hitit devletinin yıkılışına yakın zamandan günümüze geldiğini dergimizin bir önceki sayı­sında yazmıştık. Bu konuda yorumlarımızı biraz öte­ye bırakarak aynı mahalde daha neler var ona bakalım, güneşin önünden geçen dar bir yerden sürekli yakılan ateşle simsiyah olmuş bir başka dama giri­yorsunuz. Tam karşıda halen toprakla dolu bir bö­lüm karşınıza çıkıyor. Biraz uçta demirci ocağına benzer çukur var. Yan odanın zulası gibi kullanılan dar mekanın küçük percereleri dam ile birleştirilmiş. Aynı zamanda oradan giriş ve çıkış sağlanmış. Ön kısımda şırahane var. Şırahaneye yakın bir yerden di­kme giden bir tıraz oyulmuş. Yakılan ateşle simsiyah olan tırazın ne işlev gördüğünü anlamak için oraya tırmanmak gerekiyor.
Uzun uzadıya bu önemli yerde neler var diye anlatmayı gereksiz görüyorum. Tırazlar Kapadokya'da çok eskidir. Güneş simgesinin yanındaki mekan, Kut­sal Ateş tapınağıdır. Bu tapınağın bir eşi Erciyas (Ar­gios) Dağının Lifos tepesindedir. Güneş tanrı adına yakılan ateş hiç sönmüyordu. Önceleri tepelerde yakılan ateş sonraları meskun yerlere taşındı. Tapınak­larda ateşin sönmesinden sorumlu muhafızlar bulu­nuyordu. şayet ateş, kazara söner şikayet söz konusu olursa sorumlular idam edilirdi. Tapınağın içinde bu­lunan zula yeri ateşin yakılcı etkisinden korunmak için yapılmış oluyordu.
Ben bazı bilgileri okuyucuya ulaştırmak için çok dikkatli davranıyor, yazdıklarımdan emin olmak için de titizliklik gösteriyordum. Temenni kayasının kutsallığını anlatırken ağır bir sorumluluk taşıdığımı anlıyordum. Ne var ki, şimdi oldukça rahatım. Zira temenni de yıkık kayaların altında Anadolu’nun en eski tapınağını da elimizle koymuş gibi bulduk. Müsaadenizle yine bir ismi hatırlayalım. Araştırmalarım­da bana kırık ayağıyla yardımdan yorulmayan değer­li insan Mehmet Esatoğlu'nun büyük katkıları oldu.
Sayın Esatoğlu'nun tabiriyle güneş kursunu keşke bana göstermesiydi, diye aklıma geliyor. Ben sanki hep o simgeyi arıyordum gibi bir duygu taşıyorum. Güneş deyip geçmek olanaksız, bir çok tarihi ger­çekler onun içinde gizli. Bundan böyle etrafa fazla bakmadan Kapadokya’da doğa fotoğrafları çekmeye çalışacağımı biliyorum. Neden derseniz? Anlatayım: güneş tek başına bir kaya yüzeyine ustalıkla oyul­muş ise, eski mekanların bulunduğu bir kesimde bu anıtsal simge bozulmadan günümüze kadar gelmiş­se, tabiatıyla o da Ürgüp’ün tam orta yerinde bir yer­lerde bulunmuşsa bize bundan böyle dolaşmak değil, otürüp araştırarak bir güzel yazmak kalıyor.
Yukarıda anlatılan 4 simge ayrı ayrı yerlerde olmasına karşın bir bütünlüğü anlatmaktadır. Bu sim­gelerin ne zaman yapıldığı, kimler tarafından kayalara işlendiği benim açımdan önem taşımıyor. 3000 yıldan fazla ise bizzat tarihi yaşayan halk yapmıştır denilebilir. Eğer 500 ya da bin yıllıksa, adet ve törelerine sadık eskiyi unutmayan halkın elinden çıktığını düşünebiliriz. Bence gördüğümüz bu işaret ve damgalar Ürgüp tarihini berraklığa kavuştürüyor. İç­ten ve inanarak söylüyorum, bu simgeleri Anadolu’­nun başka bir yerinde 4 ünü bir arada bulmak mümkün değildir. Eğer işin içinde Ürgüp'e uzak olmayan bir kesimde çok eski bir Güneş gözlem evi varsa ki, onu da yazmış bulunuyoruz. Kalıtsal altın değerinde beni oldukça heyecanlandıran muhteşem tarihi değerlerdir.
Eğer yetkileri olan bir yönetici olsaydım, yarından tezi yok bu tarihi kesimlerde koruma amaçlı çalışmalara başlar, etrafı bir güzel temizler işaretleri korumak için ne mümkünse onu yapar, gerekirse cam fanus içine alır, turizm amaçlı değerlendirirdim. Değerlendiririm dedim ya, üzülerek söyleyeyim yıllardan beri Ürgüp'te ben bu hassasiyeti göremiyo­rum, pek birşeyler yaplacağına da inanasın gelmi­yor. Neden? Derseniz anlatayım. Karahandere mahallesinde bir kaya kilise var. Nevşehir'den inişte he­men sol tarafta gözümüze çarpar. Dışarıdan görülen Fresklerin eğer dikkatli iseniz, her yıl değiştiğini görür, neden açılmadığına bir türlu anlam veremezsi­niz.
GÜNEŞ MİTOSU NEYİ ANLATIR?
Güneşsiz tarih yazarsanız yavan olur. İnsanoğlu dünyada var olduğu sürece onu izlemiş, inançlarına onu katmıştır. O hayatın ebedi kaynağıdır. On­suz yaşanmayacağını biliyoruz. Tarihin akışı içinde inançlarımızı nasıl etkiledi ona bakalım. İlk insanı uygarlığa taşıyan ateştir. Günümüzde bile Anadolu'nun güneyinde bu inançın tüm canlılığı ile yaşadığı gözlemlenmiştir. Onlara ateş'gede denir. Güneşi ilah yerine koyarlar. Eski Türk inancı olan şamanizmde düğün duası bir yaşlı tarafından yapılır ve dua şöyle biterdi: “Alevli ateş yak, yaktığın ateşin, kıvılcıları sönmesin, kışın oturduğun ev bereketli, yazın oturduğun ev kutlu olsun". Yakut duası olan bu dilek şu an yazdığımız yazıya umarım ışık tutacaktır. Hava­dar bir yerde yazlık bir odanın sahanlığında görülen Ürgüp güneşi kabartması, müzelerimizde ve yazılı belgelerde görülenlerden apayrı bir özellik taşımak­ta, bize Mısır tarihinde gördüğümüz Ra'yı hatırlatmaktadır. Kanımca çimenli kayasındaki  AMON-­RHA, Temenni’de gördüğümüz İsis, Osiris, Horus'u anlatan HAT-HORU tamamlamaktadır.
Biliyorsunuz Kadıkalesinin antik adı Katu-Gala'dır. Mısır piramitlerinde Hattilerin adı Kheatu diye geçiyor. Biz bir Hitit kralının III. Hattuşili'nin Ürgüp’lü olduğunu hastalığının Ürgüp Temenni tepe­sinde Middannamuva, isimli bir doktor tarafından te­davi edildiğini 25 sayılı dergimizde ele almıştık.
III. Hattuşili 24 Hitit kralının 21 ncisi, büyük krallık döneminin 10 ncu kralıdır. Adı Hattuşili'dir, ama, onun takma adı, Katu-sar’dır. Sar burada han anlamına geliyor. Bu ad başka krallar için kullanılmadı. Ka­tu, Hatidir, Katu ya da Hatti bir site şehirdir ve orası" da Urküp'tür. Ürgüp adı çok eski olmakla birlikte, şehirlerin adı ve yeri bazen yanında bulunan kutsal tepelerin adıyla hatırlanırdı. Örneğin, Kayseri için Kaisareia değil de, Argiosun (Erciyas) dibindeki Euse­bia gibi. Kapadokya tabletlerinde Hattilerin birbirine uzak olmayan kesimlerde 3 büyük site şehirlerinin olduğu ve bunların Kuşar, Hatti ve Kaneş adılarını taşıdığı yazılmıştır.
Kussar, Hatti, Kaneş Anadolunun orta yerinde önemli site devletlerdi. Mezopotamya'da Sümerler, tüm güçleriyle ilerde Anadolu'da büyük bir uygarlığın etrafı sarsacağını anlıyorlar, ticaret kervanlarıyla burada neler olup bittiğini yerinde izliyorlardı.
Bir başka uygarlık Mısır'da başlamıştı bile. Oradaki uygarlığı yaratanlar, kablarına sığmıyorlar, dünyanın neresinde üretim varsa ülkelerine taşıyıp para kazanmanın yoluna bakıyorlardı. Ticaret hayatında dostluk önemlidir. Tarihi belgelerde M.Ö. 2500-2000 yıllarında Anadolu-Suriye yoluyla yoğun bir ticaretin olduğunu, her türlü gıda, giyim eşyası, hayvan ve insan taşındığı yazılmaktadır. Gülek boğa­zından inen yol, Halep, Hama, Kadeş ve Beyrut'tan Gazze'ye varıyor, oradan Mısır'a ulaşıyordu. Ticare­tin yoğun olduğu yerde insanlarla birlikte inançlar da taşınır. Kutsal kitap Tevrat Hitit’lerden sıklıkla söz et­mektedir. Öyle ki M.Ö. 2000 başlarında Anadolu'dan Mısır'a gitmek için Suriye'ye gelen insanların orada kutsal Ma ana (Kybele) ve fırtına tanrısı Telepinu inancını yaydığını sadece Hititlerin barındığı Katu şehrinin orada da kurulduğunu yazıyor.
Uygarlığı kuranlar alelade insan kalabalığı, değildir. Mısır’a Anadolu’dan insanla birlikte inanç taşımışlarsa onlar boş dururlar mı? Onlar da devletleri­nin etkilerini ve sınırlarını genişletmek için her yola baş vurup ellerine geçen insanlara ilk başta dinlerini öğretiyorlar, sonra da güçlerini kullanıp istila ettikleri yerlere yöneltmek üzere görevlendirdiler. Mısır'la Anadoluda ortaya çıkan inaçlara yönelik etkili psiko­lojik savaş M.Ö. 1296 yılında Firavun II.Ramses'le Hititler'in güçlü kralı Muvatallis'le yapılan Kadeş sa­vaşından önceki yıllarda başladı.
Üç önemli Mısır simgesinin Amon-Rha güneşi de dahil Ürgüp'te bulunması rastlantı olamaz. Anımsarsanız, yine bir yazımızda III. Hattuşili’nin rahibe olan eşinin Suriye'ye yakın yerdeki Hurri ülkesinden Anadolu'ya geldiğini yazmıştık. Çok kültürlü olan Pudu-Hepa kralla evlenerek Hititlerin Tava­nanası olmuş, kendi inancı olan gök tanrı inancını ısrarla Hitit halkı arasında yaymaya çalışmıştı. Anlaşı­lan odur ki, Pudu-Hepa Mısır’lıların psikolojik savaşından etkilenerek eşinin kentine İsis inancını taşımıştı.
Katu-Sar yani III. Hattuşili'nin eşinin Anado­lu’da bir dinsel kaynaşma başlatmasına rağmen, inançların tümüyle değiştiği söylenemez. Olsa, olsa Anadolu, Asur, Mısır ve Fenikeden kaynaklanan çok tanrı ve tanrıçalar inancı Temenni kutsal tepesini bir buluşma noktası haline getirmiş, onlar burada bütünleşmiş olmalılar.
MAATNEFRURE
Kıralın eşi Hurri rahibesi çok güçlü bir yapıya sahipti. Hem aklını hem de kadınlığını kullanarak siyasi yönetimde söz sahibi olmakta gecikmedi. Mısır­la yapılan savaşın barış anlaşmasına kralla birlikte M.Ö. 1269 yıllarında damga bastı. Bu anlaşmadan sonra Mısırla Anadolu 70 yıllık bir sulh dönemi yaşadı. Mısır kralı II. Ramses çok çalışkan akıllı bir kraldı, onun zamanında Mısır'da bir çok su kanalı, tapınak, yol inşa edildi. Güçlü Anadolu uygarlığı ile sürekli kavganın içinde olmak Mısır’ın yararına olmaz­dı. Aynı şeyi Hitit kralı Katusar da düşünüyordu. Bu­nun sonucu olarak Hattuşili büyük kızı Nefrure’yi Mısıra II.Ramsese eş olarak yolladı. Nefrure Mısıra sa­ray tarafından hazırlanan bir çok armağanla gitti ve büyük bir merasimle karşılandı. Kıralın kızı oldukça alımlı ve güzeldi. O nedenle isminin önüne kutsal Osiris’in refakatcisi anlamına Maat koyarak Maatnef­rure olarak değiştirdiler ve onu saraya başkadın yaptılar.
Ürgüp konum itibariyle hem Anadoluda hem de başka uluslar için kutsallığından ötürü ziyaretgah hüviyetini uzun çağlar korumuştur. Yer altı ve yer üstü sığınaklarının mükemmel olması, yaşam bakımından sağaltıcı ve diriltici özelliğinden önem kazanmış, kral erkanı, bilim ve din adamları, sanatkarlar zaman zaman oraya gönderilip savaşların yıkıcı etkisinden korunmuşlardır. İnsanları yıkan yalnız savaş değildir. Doğal afetler de vardır, hep olmuştur. Kaya­ların arasındaki bu site şehir zelzele bakımından da değerlendirilmış Hitit'ler buraya "Temelkaya" demiş­lerdir. Yemek kültürünü de göz ardı etmemek gere­kir. Doğal anbarlarda aylarca saklanan et, meyve, gıda türü besinler yemeğe içmeye düşkün insanları ta­rih boyunca buraya çekmiş olmadır.
Yeniden tarihi konuya dönerek bulgularımızı gözden geçirelim. Bir çok tarihi belgelerde Hitit kralnın kızıyla birlikte Mısır'a gittiği yazılmaktadır. Bu konu kesinlik kazanmamıştır. Kral olan damat kayın­pederine bir mesaj gönderip: "sen de gel de, güneş ve Gök tanrılarımızı hep birlikte burada analım" de­mesine rağmen Hitit kralı ayaklarının şişliğini baha­ne ederek düğüne katılmamıştır. Kraldaki hastalık aşırı et  tüketiminden ortaya çıkan gud hastalığıdır.
Uzun yıllar süren savaştan sonra Anadolu'dan Mısır'a bir gelin gidip oranın başkadını oluyor. Ram­ses gibi güçlü bir krala hükmetmeye başlıyor, onun­la etraf susturulup tehlike uzaklaştırılıyor, sulh sükun dönemi başlıyor. Mısır o zaman bir çok Anadolu insana ekmek kapısı oluyordu. İnsanlar oradan edin­dikleri kültürel bilgilerden de alabildiğine yararlandılar.
Maatnefrure isterse kral karısı olsun, o Anadolu’nun taş gibi havasını yaşadı. Mısır’ın yaz sıcağı, sivri sineği, kum fırtınası çekilir mi? Atalarının her yönüyle çok sağlam dediği baba ocağı Temelkaya unutulur mu? İşte o kral kızı dirayetli kadın gelip yazı burada geçiriyor, orada aslının orta Asyaya dayandığını öğrendiği Samaş miti "Horus" güneşini Katu-­Gala'da kayalara nakşediyor. Kısmeti Mısır'da açılan kızın elleriyle yaktığı ocak kıvılcımı Ürgüp'te hiç sönmedi. Görmek isterseniz, lütfen eski evlerin kapı­ları üzerindeki devinen güneş motiflerine dikkatle bakın. Kral Ramses ölmüş (1232) oğlu Marneptah ik­tidarı eline almıştı. Anadolu'dan kuraklıkla birlikte ağır kıtlık yaşandığı haberi saraya ulaştı. Hemen ge­miler yanaştırılıp hububat dolduruldu, hızlı bir şekil­de yardım eli uzatılmış oldu.
Aradan binlerce yıl geçse bile iyilikler asla unutulmuyor.
1.Aksoy İsmet, Ürgüp Dergisinin 17. sayısından 26’ ya kadar.
2.Akyıldız Erhan, Taş çağından Osmanlıya Anadolu.
3.Şakir Cevat, Düşün Yazıları.
4.C. Cream, Tanrıların Vatanı Anadolu.
5.Strabon
6.Childe Gordon, Doğunun Prehistoriyası.
7.Akurgal Ekrem, Anadolu Kültür tarihi..
8.Gökovalı Şadan, Anadolu mitolojisi.
9.Aksoy Nihat, (çeviri) Antik Türkiye Roma .Baskılı
10. Heredot Tarihi.
11. Ohri İskender, Anadolu'nun öyküsü.
12. Eyüboğlu İskender, Anadolu Uygarlığı.
13. Şener Cemal, Türklerin Müslümanlıktan önceki Dini.
14. Childe Gordon, Tarihte Neler Oldu.
15. Childe Gordon, Kendini Yaratan insan.
16. Dinç Dilek, çağlar Boyu Boynuz Formunun Anadolu
Seramik Sanatında Kullanılışı.
17. Umar Bilge, Türkiye Halkının ilk çağ Tarihi.
18. Ansiklopedik Bilgiler.
19. Lloyd Seton, Türkiye'nin Tarihi.
20. Gimbutas Maria. The Language of The Goddes.
21. İskender Anadolu ve Mısırı istila edince, her tarafta farklı din anlayışı vardı. M.Ö. 300'de İskenderiye’de bir toplantı yapıldı. İki teoloji bilgini Yunanlı Timathes ile Mısırlı tarihçi Manethon inançları kaynaştırmak için anlaştılar. Ürgüp'te kayalara nakşedilen Hathor, İsis inancı imparatorluğun resmi inancı oldu.
22. Mandel Gabriele, Mamma li Turchi, Lucchetti 1990 Bergamo.
İSMET AKSOY-2001

REFİK BAŞARAN'I ANARKEN
1947 yılında vefat edip Ayaş mezarlığına def­nedilen saz ve söz üstadı Refik Başaran’ın yıllarca orada kalması ve şimdiler de hatırlanıp, kabristanının oradan alınıp, aile yurdu olan Ürgüp'e (Taşkınpaşa) taşınması hem anlamlı, aynı zamanda düşündürücüdur. Böyle ünlü bir halk mü­ziği üstadının sağlığında çektiği sıkıntıları araştırıp yazan TRT sanatçısı hemşehrimiz Gürbüz SAPMAZ’ın kaleminden "BAŞARAN" isimli kitabını oku­dukça hayıflanıyoruz. Zira biz, sanatkarlarımıza, ozanlarımıza sağlıklarında hak ettiği değeri veremiyoruz, aksine onu köreltmek için elimizden ne gelir­se yapıyoruz.
Aradan yıllar geçtikçe, onu duyup dinledikçe değerini anlıyoruz. Öyle buyük ozanlar kolay yetişmi­yor. Refik Başaran hem sesi, kendine has üslubu, aynı zamanda zekası ile kişiliği ile toplumun arasından çok nadir temayüz eden (çıkan) bir doğal sanatçıdır.
Onun derin bir kültürü, yetiştiği müzik okulu yoktur. Ama o halk musikisinde bir çığır açmıştır. Reper­tuarı oldukça zengindir. Bildiğimiz kadarıyla 200'e yakın eseri vardır. Bilmediklerimiz de oldukça çok­tur. Keşki zamanında gölge gibi izlenip türküleri, hayatı yazılmış olsaydı, Anadolu türküleri ve de kültürü çeşitlilik kazanırdı. Şimdinin Taşkınpaşa'sı eski çağların Damsa'sı (Dama-issa) "kutsal ananın yurdu" anlamında söylenen, tarihe Antik Anadolu tarihine damgasını vuran, büyük Selçuklu devletinin anıtsal mimari eseriyle değer verip süslediği bu köyden ge­lecekte bu çapta değerlerin ortaya çıkarak hayatımızı etkilemesi beklenmelidir. Çünkü orada çağların kültür birikimi vardır.
Dilden dile, kulaktan kulağa söylenen Ürgüp’ün otantik türkülerini Başaran evrensel hale getirmiş, yurdun her tarafına yayılmıştır. Hayranları günümüz­de bile çoktur. Onun ses ve saz tavrı kendine has orjinalite taşımaktadır. Eğer bir yerde orjinalite varsa etkilenme güçlenir, yoksa, sanatkar çabuk söner ve unutulur..
içine kapanık, gelenekçi toplumlarda şairlerin, ozanların, ses ve saz sanatçılarının yeniliğe açık çaba ve gayetleri toplumun soluk almasını sağlamakta­dır. Başaran’ın yaşadığı yılları bizler biraz gördük ve unutamayız. O yıllarda gençler nişanlılarını anahtar deliğınden seyrediyorlardı. Tanışma aşk evliliği söz konusu değildi. Evlenmek için anne, babanın yardımı gerekirdi. Dünürcü evlilikte rol oynardı. Kadın erkeğin yanında değil, arkasında yürürdü. Kızlar çar giyer, peçe takardı. Kadın sokakta erkek gördümü durur, önünden geçemezdi. Kız evlendiği zaman ge­lin gittiği evde ses saklar arı vızıltısı bir sesle konuşurdu. Hepsini sayıp dökmeyi gereksiz görüyorum. Aşkın sevdanın sözü edilmez, edilemezdi.  Bizim gençliğimizde inkılaplar yeni yeni benimsenmeye, toplum aydınlanmaya yeni açılan okullar ve eğitim­le le başlamış bulunuyordu.
Mesleğim gereği halı ve kilimlerle uğraştığımdan, emek verilip zerafetle dokunan el sanatlarını görünce Başaran’ın şu dizeleri aklıma gelir, kendi kendime mırıldanırım.
Evlerinin önü bir kötü yokuş,
Kız kurban olurum bu nasıl bakış
Halının üstüne döktilgün nakış,
İlmek çalan ellerine kurban olayım.
    Ünlü ressam edebiyatçı Bedri Rahmi Eyüpoğlu'nun çok önemli tesbitleri vardır. Anadolu'yu, insanımızı, folklorumuzu anlatırken der ki: "Halk sanatın­da resimin yerini nakış tutar. çünkü bize suret çizme­yi yasak etmişler, biz de bunun acısını dünyanın hiç­bir yerinde bulunmayacak kadar çeşitli nakışlar ya­parak çıkartmışız".  Ben Refik Başaran’ın söylediği türküleri de nakışlara benzetirim. Bulunduğu ortam da hayat ve yaşam nasıl olursa olsun, o sazı eline aldı mı aşkı ve sevdayı ilmik ilmik dokumakta dilediği gibi terennüm etmektedir. O  yaratılıştan gelen asli görevini dar hayat çizgisinde başarmış nadir sanatçımızdır.
Saz çalmak, türkü söylemek her kişinin yapıp başaracağı kolay iş değildir. Bir sanattır. Sanatı herkes her zaman bir yerde yapamaz. Beceri, zemin zaman bu işte önem taşır. Sanat insanın çok boyutlu düşünmesini sağlar. Ulu önder Atatürk'ün dediği gibi bir millet sanatıyla yücelir, sanatçısıyla yaşar. Sanatçısı olmayan milletin hayat damarları kurur. Sanatçısız çağı yakalamaya uğraşmak beyhudedir, yani boş uğraştır.
İSMET AKSOY-2001

ANADOLU'DA İLK ÖNCÜ VE ÖRNEK TURİZM KENTİ
ÜRGÜP'ÜN DÜNÜ VE BUGÜNÜ

Ürgüp 1950-1960 yıllarında durağanlıktan kurtulmak için çıktığı Turizm yolunda kısa zamanda büyük başarılar elde ederek Anadolu'da "Örnek Kent" imajı yarattı. Aydın kafalı hoşgörülü, bağnazlıktan ve tutuculuktan uzak Ürgüp gençleri ve halkı kendilerine öncü olabilecek insanları ve fikirlerini destekleyip onların arkasında kale gibi durdular. Tabii desteklenen insanlar da işin önemine inandıkları için güveni hiçbir zaman ­kotüye kullanmadılar. Gecelerini gündüze çevirip, bazen de asıl işlerini bir kenara bırakarak, hep düşlerinde gördükleri "Turizm cenneti" Ürgüp'ü yapmaya, yaratmaya çalıştılar. Bunda da büyük başarılar elde ettiler.
Nüfusu gün geçtikçe büyük şehirlere kayan, kayaların arasına sıkışıp kalmış ve biraz irice bir köy görüntüsündeki bu kent bazı aklı evvel kimselerin anlayışsız davranmasına rağmen, kurtuluşun tek çıkış kapısı olarak turizmi seçmeleri ve o konuda yapılacak fedakarlıklardan kaçınmaması Ürgüp yıldızının Anadolu'da parlamasına yaradı.
O zaman Ürgüp'e yolu düşen ilk öncülere halk son derece samimi davrandı, onlara misavirperverlik gösterdi. Gerektiğinde onlara rehberlik edip, Göreme'yi Üzengi'yi, peribacalarını varsa arabası ile yosa eşek ve katırıyla gezdirdi, gösterdi, buna karşılık asla ücret talep etmedi, çünkü kendilerine öncü olan sıradan insanlar değil, akıllı, bilinçli, toplumda saygın kişilerdi. Onlar kurtuluşta turizmi tek çare olarak görüyorlardı ve Ürgüp o yolla başarıya koşacaktı.
Ürgüp halkı gerek doğrudan gerekse dolaylı yoldan kendilerine ulaşan mesajlara harfiyen uyup bir olmazı başardılar. Sonuçta neler oldu? Neler olmadı ki…1960 yılında kurulan derneğin de tavizsiz çalışması sonucunda şehrin sokakları yabancılarla doldu. Esnaf gelen yabancılara yönelik işleri ekmek kapısı olarak görmeye başladı. Halk daha önce alıştığı çul, çaput satışından halı, kilim, hediyelik eşya satışına yöneldi. Lokantalar ve onlara göre hazırlanmış küçük çaplı oteller dolup taşmaya başladı.
Ürgüp civarında eski düzeni devam ettiren ve turizmin ne olduğunu bilmeyen şehir, kaza, kasabalarda yaşayan halk, kalıplaşan ve adeta donan hayatına, zamanın gidişine uygun şekil ve biçim verme sıkıntısı çekerken, Ürgüp cıvıl cıvıl bir kent görünümü içindeydi.
Ürgüp'e yolu düşenler o yıllarda yerlaşik halka, şimdi de olduğu gibi, hep şunu soruyorlardı: siz neden başkasınız? Gülüyor, eğleniyor ve biz yabancılara bazı yerlerde gördüğümüz kaba ve katı davranışlarda asla bulunmuyorsunuz. Bu halkın hemen bilmem nerede gördüğümüz şu şehrin ve köyün halkından ne ayrıcalığı olabilir ki? Bize sormadıkları bir şey kalıyordu. Acaba siz aydan mı geldiniz? Gerçi bu ay hikayesi o zaman çok şeyler kazandırdı. Kapadokya'daki Volkanik Doğal güzelliklerin, Peribacalarının, konilerin görüntüsü hep Ay yüzeyı diye tanımlanır olmuştu. İnsan oğlu henüz Aya gitmediğinden çıplak gözle gördüğü ve biraz da bilimsel verilerle karıştırarak Aydaki sarkıt, dikit ve derin uçurumların ancak Kapadokya'daki insanı hayrete bırakan doğal oluşumlara benzeyebileceği düşüncesine değişmez bir teori nazarıyla bakıyordu.
Gerçi, aradan yıllar geçip insanoğlu bazıları hala inanmasa da, aya giderek orada kuru satıh, kum yığınları volkanik kraterler görünce: "Yanılmışız  meğer burası Kapadokya'ya hiç benzemezmiş" dedi, ama Ürgüp bu imajdan sonsuza dek yararlandı. Ben  bunları hep, halishane duygular içinde örnek kent olma çabası içinde olan Ürgüp halkına yaratılışın ilahi  katkısı diye düşünür, ona göre algılarım

DÜŞEN GÖLGE
Turizm Ürgüp halkına yeni bir dünya görüşü, yeni bir perspektiv kazandırdı ama bu kentte doğup gelişen imaja bazen gölge düştü. İyi giden işler aniden tersyüz oluverdi. Hiç hesapta olmayan zamanda ortaya çıkan savaşlar bu sektörü etkiliyordu. İyi yönetilmeyen ülke insanları sıkıntıya düşerse, yer değiştirmiyor, olduğu yerde kalıyordu. Cazibe merkezi görünümünde ki kente dışarıdan semaye akışı oluyor, samimi duyguların yerini para kazanma hırsı alıyordu. Arasıra politikacılarda bastırılamayan ilkel duygular depreşiyor, halkın rahatına çomak sokma içgüdüsü ön plana çıkarak, bu hengamede neyin nasıl oluştuğu kontrol altında tutulamıyordu. Yani bir yerde bu işte öncü olanlar sözkonusu karmaşaya seyirci olmaktan öte, aciz de kalıyordu.
Dertlerimizi, sıkıntılarımızı açıkca ortaya koymanın şu an bile inanın zorluğunu yaşıyorum. Anlatır­ken, acaba kimler söylediklerimden, yazdıklarımdan alınır, hangi dalları bilmeden sallarım, kimleri incite­bilirim diye içim titriyor. Ben yurdumun, ülkemin tanıtımında Ürgüp’ü bulunmaz nitelikte bir değer diye düşünüp, onun üzerinde motivasyon geliştirilebile­ceği inancında yaşadım, nacizane olarak ta hep bu­nun çabası içinde oldum.
Kişisel kırgınlıkları, dargınlıkları bir yana bırakıp akıllı olalım. Nüfusu 14-15 bin sınırına yaklaşan bu kentin halkı, yapıp yarattığı bir sektörün sağlıksız gelişimi yüzünden açıkça sıkıntısını yaşıyor. Mega büyüklükteki dev oteller yüzünden aile ekonomisine katkı sağlayan 75 pansiyonun kapısına kilit vuruldu. Şimdi modasıl çoktan geçmiş, günün koşullarına uyması mümkün olmayan onca yataklar, karyolalar, teçhizatların nerede depo edilebileceğini hiç düşün­dünüz mü? Binbir emek ve milyarlar harcanarak yapılan BÜYÜK OTEL'e bitişik, bir zamanların el sanat­ları çarşısı herkesin gözü önünde köhneleşip adeta tükendi. Tabii burayı yönetenler köklü çözümler ye­rine kafalarına uygun değişiklik yapmayı yeğlediler. Şimdi bu çarşı hem de Ürgüp’ün orta yerinde kade­riyle başbaşa kaldı.
Bir zamanların alışveriş merkezi durumundaki Ürgüp çarşısında yaprak bile zor kımıldıyor artık. Bi­limsel ve master turizm yapan devletten sertifikalı teşkilat, yani turizm acentaları internet ortamında çalışıp, anlaşma ve akitlerine uyarak, şehirlerin dışında gelişen mega büyüklükteki market, mağazalara özel alışveriş turları düzenleyip keyiflerine bakıyorlar. Ürgüp çarşısı işsiz kalmış, esnaf sıkıntı yaşamış onlara keder mi? Anlaşma ve akte uyulmaz, kazara birkaç müşteri kontrol dışına çıkar, dilediği yerden alışveriş yaparsa tur operatörü işinden olur, olduğuyla da kal­sa iyi, ömür boyu iş bulamaz, çünkü güven çoktan kaybolmuştur. Farkında iseniz, Ürgüp'te son yıllarda açılan yüz ağartacak gıda maddeleri satan süper marketler teker teker kapısına kilit vuruyor. Bir çok genç iş bulabilmek için kapı kapı dolaşıyor. Esnaf kendisinden beklenen fedakarlıkları yapmak şöyle dursun, günü kurtarmak için çırpınıyor.
Yönetenlerin şikayeti tükenir gibi değil, söyledikleri hep aynı. "Ne yapayım halkın ilgisizliği", esnafın uzakta kalışı canımı sıkıyor, nedenini anlamakta güçlük çekiyorum. "Ürgüp gibi özel konumu olan yerde yönetici olanlara Allah yardımını kesmesin. Doğal olarak bu özel şehrin ağır misafirleri, tanıtım ve kültürel çalışmaları olacaktır. Bu işlerde katılım önem taşır. Yapılacak işlerde masraf gerekirse, pasta­dan pay alanlar güçleri nisbetinde yük taşımalıdır. Bu yolda yapılacak davetlere çarşı esnafı duyarsız kalır, olumlu yanıt vermezse, o zaman ne, olur? Ne olacak tüm yük taşıyabileceklerin üzerinde kalır. Halkın seçtiği, ayrıca çok şey beklediği umutların yönü ve yüzü değişip, varlıklıdan yana tavır konunca, halkın hep söylediği değişmez bir cümle ortaya çıkar: "Bunu beklemiyorduk, sonuçta güvendiğimiz dağlara kar yağdı" Birileri bu cümleyi ulu orta bir yerlerde söylemişse, etraftaki kulaklar boş durur mu? Sözler taşınması gereken yere ulaşınca işin tadı, tuzu kaçar, dengeler altüst olur, heyecanlar tükenir proje ve tasarılar ertelenir. Yani herşey gelecek yaza kalır.
ÖNERİLERİMİZ
Açık hava müzelerinin etrafında politik amaçla yapılan kayırılmış ticarethanelere, özel kredi imkan­ları tanınıp yerleşim birimlerinin içindeki çarşı ve pa­zar yerlerine taşınmaların özendirilmelidir.
Her fırsatta örnek aldığımız Avrupa ülkelerindeki ticaret kuralları, esnafın geleceğinin güvence altına alınması ilkesine harfiyen uyar. Aynı işi ve mesleği seçen ensaf belli aralıklarla konumlandırılır ve kırıcı, yıkıcı rekabet yapmaları kesinkes önlenir. Örneğin İtalya'da bir şehirde eczane açıyorsanız, bulunduğu­nuz yer bir diğer eczaneden 17 işyeri uzağında olmalıdır.
Avrupa'da turizm şehir içlerinde kurulmuş bir çok müzelerle yapılır. İlgi duyduğunuz bir müzeyi birkaç saatte gezemezsiniz. Hem objelerin teşhiri, aynı zamanda dekoru İnsanı yormaz dinlendirir. Tatil günle­ri ücret alınmaz. Gittiğiniz şehirlerde yapacağınız alışveriş yemek, içmek ekonomiyi canlı tutar. Ürgüp merkezinde bir Kapadokya tarihi müzesi kültürel açıdan gereklidir.
Son zamanlarda sıkca duyduğumuz "köykent projesi" bir müddet bir kenara bırakılıp turizm kenti projesi geliştirilmelidir. Halkla sermaye, otelle pansiyon elbirliği, işbirliği içinde kaynaştırılmalı, halkın çıkarları ön plana alınmalıdır.
Oto yollar ve yollar şu an ekonomiye en çok ve hızlı şekilde katkı sağlayan turizm birimlerine doğru inşa edilmeli, kaf dağının arkasındaki umuda bel bağlanılmamalıdır.
Öncü turizm kentlerine ayrıcalıklar sağlanmalı, yapılan işler iyi proje edilerek kurum ve kurullardan geçirilip, bir daha yıkılmamak üzere kalıcı olması sağlanmalıdır.
Turizm beldelerinde peyzaj mimarisi geliştirilme­li, estetik görünüm kazandırılmalıdır.
Ürgüp henüz bilinmeyen tarihi değerlerle dolu­dur. Örneğin Temenni ve Kadıkalesi başlı başına Anadolu tarihidir. Bu kalelerin etrafındaki yıkıntı ve molozlar kaldırılıp yer altında bulunan tarihi değer taşıyan yerler açığa çıkarılıp turizme kazandırılmalıdır.
Ürgüp'e hizmeti geçmiş ve geçecek konumda olan insanlara hep saygı duyarız. Burada 1964-1966 yıllarında İstanbul'da 2 yıl haftalık "Turizm cenneti Ürgüp" gazetesini çıkaran kalbi Ürgüp sevgisiyle dopdolu, değerli insan Sami BİLGİN'in hizmetini ve çabasını anmadan geçemiyeceğim. Kendilerine sağlıklı ömür diliyorum.
İSMET AKSOY- 2002

KIRLARIN KORUYUCU TANRIÇASINA ADANAN ÜRETİCİ KENT
“WİYANAVANDA”
Geçtiğimiz aylarda Ürgüp'e bağlı Aksalur  kasabasının Doğu tarafında antik bir yer­leşim yerini bulduk ve basın yoluyla da bu yerin işlevini duyurmaya çalıştık. Söz konusu yer tamamıyla terkedilmiş durumda idi. Anlaşılan odur ki, buraya ne bir bilim adamı, ne araştırıcı, ne de tu­rizmci hiç mi hiç uğramamış, yerin fonksiyonel özelliğini değerlendirme yönünde çaba ve gayret sarf edilmemişti. Hiç kimse uğramamıştı diyorum ya, bu biraz haksızlık olacak, zira yerleşim yerinin oldukça geniş yüzeyinde arazinin delik, deşik edildiğini görünce define avcılarının her yerde olduğu gibi, bura­da da büyük tahribat yapmaları bizi üzdü. Yetkili ki­şiler olmadan bilinçsiz yapılan kazılar gelecek ku­şaklara aktaracağımız bir çok önemli bilgilerin üzerini örtmekte, bu yüzden tarihi bilgiler kaybolmakta­dır. ­
Erciyes'e yakınlığı dolayısıyla alışılmış Kapadokya kayalıklarından biraz farklılıklar arz eden bu ke­sim, görünen odur ki, tarihin en eski kavimlerine yurt olmuş ilkel insanın burayı seçmesinin nedenlerin­den biri, kaya katmanının tavan kısmına gelen yerin sert, altta da çamursu çökelti tabakanın oluşu. Kapadokya’nın bilhassa Aksalur etrafındaki arazide bulu­nan bu özelliğini araştırma yapan bilim adamları gözardı etmiş olmalılar Eski kavimlerin bu arazi ve je­olojik yapısında kendilerine ev ve bark yapmaları için alet ve edevat kullanmaları gerekmemiş. Sert ze­min altında yumuşak çökelti tabaka elle oyularak mağaralara istediği biçimi ve şekli vermiş. Gördüğümüz kadarıyla Aksalur ve etrafındaki arazide bir çok ilkel mağara bu tarz bir çalışmayla oyulmuş.
Gizlenmeye oldukça elverişli arazi benim anladığım kadarıyla buzul devrinden başlayıp insanlar tarafından yakın zamana kadar barınak, anbar, ahır olarak hep kullanılmış. Sorup soruşturduğumuz kişi­ler ömürlerinin bir kısmının bu deliklerde ataları gibi harman ve hasat yaparak geçtiğini söylüyor. Düz bir arazinin ortasına gizlenmiş gibi görünen antik yerle­şim yerleri, orada buğday, arpa, çavdar, yulaf, ızgın yetiştiren çiftçilerin köye hergün taşınma güçlüğü nedeniyle barınak olarak kullanıldığı düşüncesini doğruluyor.
Çobanlar ormanlarla kaplı arazide Hitit döneminde zaman zaman görülen kuraklıktan kaynaklar ku­ruyunca, açılan su kuyularının başını, koyun ve sığırlarına "yatak" olarak kullanmışlar çoban deyip geç­memek lazım. Anadolu’daki bir çok uygarlığa damga vuran onlardır. Anadolunun eski çağ tarihi yazılırken bir çok belgelerde onlara rastlamaktayız. Hatti ve Hi­titlerin menşei Orta Asyadan coğrafik ve toplumsal yaşamın zorluklarından bulunduklan yeri terkedip batıya doğru göçen Kafkas ötesi çoban kavimlerine dayanmaktadır. Bunlar aynı zamanda tarımcı topluluklardır.
Anlattığımız yeri Aksalur’lular değişik isimlerle adlandırmaktadırlar. Bazen Alaçoş diyoş Alikoçaş diyenler var. Aluşaş dendiğini de duyduk. 1985­-1990 yıllarında Ürgüp ve köylerinde geniş envanter çalışmaları yapan Ürgüp müzesi müdürü K.T. Türkmen bu kesimde rastladığı siyah seramik parçalarına anlam veremediğini bir raporunda belirtmiş. Siyah seramiklerin geliş yeri ve onu yapan halkın orijini, tartışma götürmez bir şekilde bilim dünyasınca be­lirlenmiş Arkeologlar eski ad, Melitene olan Malat­ya Aslantepe'de örneklerine rastlamışlar. Kafkas ötesi çoban kavimlerinin üretip kullandığı çanak çömleklerdir. Bunlar M.Ö. 3000-4000 yıllarında burada­ki insan varlığının kanıtlarından biridir. Hem de Türk soylu Asyatik bir ırkı, ya Oğuz yahut Kırgız, Yakutlar olabilir. Bence Yakutlar olmalıdır. Rahmetli Türkmen, Alu­şaş’ı anlatırken, bizim rastladığımız şarapçı kent nite­liğini gözardı etmiş, ama eksik olmasın şunu belirt­miş: "Burası M. Önce 3000 yıllık bir Tunç çağı ken­tidir." diyor.
Her nedense Bilim Dünyası günümüzde bile pek önem vermiyor ama Kapadokya'da bilinmeyen büyük bir tarih var, adım attığınız yerde insanı meraka sürükleyen yeraltı geçitleri, tırazlar (peyrek) galeriler, meskenler var. Örneğin: Eski adı Sobeste olan Şahi­nefendi köyünün üst kaya kuşağında, Karlık’ta, Yeşi­loz'de Kavak ve Yeşilhisar köylerinde, Ihlara, Sofular tarafında görünen ören yerlerinin kimliği hakkında kimsenin bilgisi yok ve şu ana kadar da olmamış. Bi­lim adamlarınca bölgemizde en popüler tarih, Bi­zans ve Hristiyanlık. Kanımca o yönde ünlenmek da­ha kolay oluyor. Yakın tarih olduğundan bilgi ve döküman bulmakta zorlanıyorlar, yazdıkça da yazıyorlar.
Geçen yaz aylarının birinde Ürgüp'te Türkiye Kültür ve Sanat Vakfının hazırladığı ve bir çok bilim adamının katıldığı bir toplantı yapıldı. Ben orada Ka­padokya'da rastladığım bir sembolü anlatırken; B. Umar ve Azra Erhat’ın bilgilerinden yararlanıp Hititle­ri anlattım. Halen önemli bir kentte müze müdürlüğü yapan arkeolog bir katılımcı, program sonucunda, A, Erhat’ın ve B. Umarın güvenilir bir kaynak olmadı­ğını, Hitit devletinin de bu yörede kurulmadığını özene bezene anlatarak beni ikna etmeye çalıştı. Onunla fazla tartışmadım, ne de olsa misafirdi. Bir hayli dinledikten sonra kendisine kısa bir soru yönelttim.
Kapadokya’ya bundan önce hiç geldiniz mı? Bu bölgedeki ören yerleriyle ilgili bir araştırmanız var mı? Beni sorguya çeken arkeolog Ürgüp'e ilk defa geliyordu, henüz hiç bir yeri görmemişti. Ben araştır­malarımda doğruluk payının yüksek olmasına özen gösteren biriyim. Acaba ben mi yanılıyorum diye, zamanla dikkatle okuduğum ve not tuttuğum kitapları yeni baştan gözden geçirdim. Madem araştırmacı yönleriyle oldukça sivrilmış bu iki insanın bilgileri tutarsızdı, o halde, yabancı yazarlardan "Türkiyenin Tarihi" adlı kitabın yazan Seton Lloyd'un bilgilerine          başvurmalıydım. Ve öyle yaptım.

HATTİLER
1940-1955 yıllarında Kayseri'nin Doğusuna düşen Kültepe’deki Kaniş höyüğünde kazılar yapılıyor ve burada bazı belgeler bulunuyor. Bu yazılı kayıtlar Asur ticaret tecimenlerinin bıraktığı iş mektuplan, muhasebe kayıtları konşimonta türünden şeylerdi.
Kaniş höyüğünün yıkıntıları arasında bulunan önemli bir yazılı belgede, Komşu Mama kentinin yöneticisi Anum-Hirbi’nin Kaniş kralı Warsama'ya mektup yazdığı görülüyor. Mektupta, Anum Hirbi çevre­sinden gördüğü yıkıcı düşmanlıktan yakınıyor ve Warsama'nın kendisine yardım etmesini istiyor. Mektubun yazıldığı zaman, Kanişin yıkılış dönemine rastlıyor ve o sırada Asurlulara ait yerleşimin ortadan kalktığı görülüyor. Öyle anlaşılıyor ki, Anadolu’nun bu önemli kenti politik ve askeri güç kullanımının sürekli baskısı altında bulunuyor. Bütün bu karmaşa Mısır kayıtlarında Kheate (Katu) Asur metinlerinde Hatti diye geçen devletin yıkılacağını ve yerine yeni bir devletin kurulacağını haber veriyor.
Büyük mücadeleden sonra Hitit devletini Pithana oğlu Anitta kuruyor ve o ana kadar bulunduğu Kussara’yı bırakıp Kaniş’i başkent yaparak oraya yerleşiyor. Devlet kuruluş aşamasında büyümüyor. Bir sonraki kral Labama "Bu I. Hattuşili’dir.", devlet sınırlarını etrafa doğru genişletmeye başlıyor. Halkın o zaman konuştuğu yerel dil olan Neşaca’dır. Boğazlı­yan sonradan ele geçiriliyor. Yukardaki satırların ya­zarı Seton Lloyd'dur. Şu halde benim söylediklerimin mesnetsiz olduğunu söyleyen müze yetkilisinin araştırıcı yanı yok denecek kadar zayıf. Buradan çıkan özet şudur: Anittaş zamanında Hititlerin güçlerini Kaniş üzerinde toplamış oldukları, bunun sonucunda da devletin bize çok yakın olan bir yerde kurulduğu kesinlik kazanıyor.
Devlet Anadoluda kurulmuş ya, şurada burada yahut biraz ötede ise ne fark eder diye bir soru akla gelebilir. Çok şey fark eder ve etmektedir. Karmaşık bilgiye sahip olan ehliyetli zannettiğimiz kişilerin araştırma aşamasında Alaşar örneğinde olduğu gibi çelişkiye düştükleri ve yerin tanımında zorlukla karşılaştıkları görülmüştür.
Burada, sağlıklı bilgiye ulaşmak için bir olayı dikkatle izlememiz gerekir. Kayseri'nin doğusuna düşen Kültepede iki önemli yer var. Kaniş - Karum yani dünyanın ilk mal birikiminin sağlandığı bir ticaret merkezi. Belgelerde bir de wabartumlar var ve 10 tane olduğu biliniyor. Bunlar Kültepe'de bulunan Ka­rum kadar büyük değil, biraz küçük olan pazar yer­leridir. Ben Ürgüp'te bu wabartumun Temenni-Çi­menli kayalıkları arasındaki yer olduğunu hep düşünmüşümdür. 1940’dan başlayıp uzun yıllar Kültepe höyüğünde başarılı kazı çalışmaları yapan ve bul­gularını rapor halinde yayınlayan değerli bir bilim adamımız var Tahsin Özgüç. Kazı raporlarının birin­de henüz yeri tam olarak bilinmeyen, belki de Anit­ta yazıtlarında adı geçiyor, bir şarapçı kent Wiyanavanda'dan bahsediyor. şarapçı kentin yeri tam olma­makla birlikte Kültepe’nin batısına düşüyor ama nere­de olduğu bilinmiyor.
Ankara'da neşredilen Ürgüp dergisinde yazdığım bir araştırma yazısında da Ürgüp'ün bir adının Osiana olduğunu, bunun sağlık, dirilik, sağlatıcı kent anlamına geldiğini ve o zamanki Ürgüp'te şarabın hastalara tedavi amacıyla ilaç olarak verildiğini yazmıştım. Tüm veriler Anadolu’da bağcılığın ve şarabın çok eski olduğunu; antik çağ insanlarının bunu tüke­tip aynı zamanda kutsallaştırdıklarını gösteriyor. M. Önce 4000-5000 yıllarında yazılı belgeler olmadı­ğından, nasıl üretilip ne şartlar altında tüketildiğini tam anlamış değiliz. Bu konuda en doyurucu bilgiler bize okuma yazmaya önem veren Asur ve Hititlerin tabletlerinden ulaşıyor. Eski çağda şarapla ilgili bilgi­mizin az olduğunu yazmam sakın sizi yanıltmış olmasın. Anadolu’da yapılan arkeolojik kazılarda orta­ya çıkan objelerde bunlara içki sunum kabı anlamı­na Bibru Rithon, Libasyon deniyor, yer altından müzecilerimiz tarafından bulunup teşhir ediliyor. şarap­çılık yoksa yalnız içki içimine göre hazırlanmış kap­lar ne işe yarıyor diye sorarsak mantık hatası yapmış oluruz.
Kültepe’de Hatti ve Hitit tarihini aydınlatan tablet­ler dikkatle okunur ve değerlendirilirse, etrafımızda­ki yerleşim birimlerinde neler olmuş, bitmiş diye me­rak etmeyiz. Dikkat edilirse tabletlerin adı konmuş, çoktan Kapadokya tabletleri denmiştir. Araştıranlar bilir. Sağlıklı bilgide tarihçiler belgelerin hangi kat­mandan çıktığına dikkat ederler. Eğer yazılar derin­den çıkmışsa, bu bize daha erken dönemi anlatmış olur. Kültepe adından da anlaşıldığına göre, bir yangınla kül olmuştur. Burada iki ayrı halkın yaşadığını ilk başlarda yazmıştım. Yerli halk Kanişliler ve para kazanmak hırsıyla, Anadolu’yu her fırsatta kervanlarla boydan boya bıkmadan usanmadan kateden gözü açık Asurlu tüccarlar. Biz tüccarların orada bulunduğu zamana Asur koloni çağı diyor ve Hitit ön­cesini hatırlıyoruz.
Mezopotamyadan da bize içkinin üretilip içildiğine dair bilgiler ulaşıyor. Bir Sümer şiirinde biranın al­kol derecesi ve etkisi vezin olarak anlatılmıştır. "O bana en iyi birasından koyarsa" diye başlayan şiirin daha sonraki metninde ayartıcı biraya karşılrk en iyi sütün ikram edileceğinden söz edilmektedir.
Bilim Dünyası Asur-Kapadokya ilişkisinde başlangıcını M.Ö. 3000 olarak esas almaktadır. Öyle ise, yer değiştiren, yük taşıyan kervanların geçtiği yerde canlılık vardır. Orada diğer yerleşim bölgelerinden ayrı olarak değişik kazanç yollarının kapısı çoktan açıl­mıştır. Bundan dolayı yeme, içme ağırlama kültürü, yani günümüzün turizm hareketlerinin yaşandığı kent benzeri kalkınma modelinin antik kentleri etki­lemesi, yaşantıya ayrıcalıklar getirmesi doğal sayılmalıdır. Ticari kaynaşmada en büyük etkenin altın, gümüş, bakır, seramik olduğunu biliyoruz. Tüccar yalnız maden diyerek yola çıkmaz, insanların ihtiyacı içinde tarımsal ürünlerin de yaşamak için elzem olduğu düşünülürse gidilen yerlerde pazarının (wa­bartum)u olması gerekir. Nitekim bunun belirtileri vardır ve Kültepeden Konya yönüne doğru 10 kadar olduğu bildirilen küçük çaplı pazar yerlerinin amacı da budur. Kapadokya’da bağcılığın ve tarımın çok eskiden beri yapılageldiğini bildiğimize göre, burada bizi ilgilendirecek bir belge de yazılı olanlara bakmak yeterlidir sanınm.
    Bulunan bu belgelerin birinde tüccarlar bağ bozumundan mektup tarzında kayıt düşmüşlerdir. Bağ bozumu deyin isterseniz orada biraz duralım. Bizim yaşımızda olanlar bilir, eski bağbozumu günleri gençlerin damarlarından akan sımsıcak bir kan gibiydi. Tüm komşu köylerden gelen davetlilerle yardımlaşa yapılan üzüm kesimi her zaman aynı gün başlar, bayram havası içinde sona ererdi. Şimdilerde o adet ve töre unutuldu, bir çok evliliklerin başlama tanışma yeriydi. Şimdi turizm için tanıtım amaçlı yapılıyor, tabiatıyla yavan oluyor. Yazılı kaynaklardan antik çağ Asurlu tüccarların da Kapadokyada yapılan bağ bozumu şenliklerine katıldıklarını öğreniyoruz. Öğrendiğimiz bir şey daha var. Ürgüp'teki derin vadilerde yetiştirilen üzüm kültürünün tarih uzantısı oldukça derinlere iniyor. Belki 8000, belki 9000 yıl ama oldukça eski. Yabani bir üzümü bulup onu yetiştirecek çeşitlendirecek şarap, içki yapmak için elverişli hale getirip ve o kültürü gelecek kuşaklara aktaracaksınız. Pek de kolay başarı değildir bu ve olmamıştır.
Kapadokya’daki doğa koşullarına uygun, Asur’lu, Mısır’lı, Urartu’lu, Fenike’li tüccarların da zevkine tadına vardığı üzümü günümüzde bile yurdumuzun başka kesiminde bulmak olası değildir. İnce kabuklu ve bol şıralı kara üzüm, asmalık parmak üzümü, dir­mit, gül, çavuş, karaburcu, heveng, keçi memesi bunlar başlı başına bir kültürdür. Şiirlerinden içki alışkanlığı olduğunu anladığımız tüccarların geliş ve gidiş yolları bellidir. O zaman dünyanın ilk ticaret merkezine 3 yol kullanıldı. I. önemli geçit Gülek boğazından Ulukışla, Niğde, Hodul’dan İncesu’ya inen yoldu. İikinci yol doğudan Maraş yolu, 3.ncüsü ise Ceyhan, Zamantl, Yahyalı yolu idi.
Gittikleri yerlerde bile faaliyetlerini en üst nokta­da sürdüren, orada ikinci bir evlilik yaparak ev ve bark donatan tecimenler sıradan kişiler değillerdi. Okuyup yazmayı çok iyi bilen, bulunduklan çağı bu­luş ve icadlarıyla etkileyen büyük bir ulusun, yollar­da bellerde sürünen değil de, tüccarvari yaşamayı bi­len ve ona tam hakkını veren üyeleriydiler. Bu seya­hat anında nerde yenir, nerde içilir, hangi kentte din­lenilir onu çok iyi biliyorlardı. Öyle anlaşılıyor ki, yol güzergahında sadece bağcılık şarapçılık konusunda devleşmiş bir kent olan o zamanki adı Wiyanavanda’yı hiç mi, hiç bırakmadılar. Alaşaş’ın mahsenlerde ya­ptıkları özel şaraplarını içtiler aynı zamanda ülkelerine taşıdılar. Tarihçiler, bu arada G. Childe bu tüccarların o zaman yalnız maden değil, Kültepe’den “SIVI” taşıdıklarını da yazmıştır.
Kapadokya yıllarca rehberlik yapıp yol gösteren kişilere, yabancı turistler hep şu soruyu sordu:
Burada çok eski çağlardan günümüzü büyük bir uygarlık yaşanmış. Bu uygarlığın tarımda son derece başarılı olduğunu biliyoruz. Bağcılık var ve üzüm oldukça bol, arasıra kayaların içinde oyulmuş şarap mahzenleri görüyoruz, ancak çok az. Hayat yoğunluğu, eski kavimlerin içki alışkanlığı, tapınaklarda kutsallık taşıması üretimle tüketim ortamının orantılı olmadığı intibaını veriyor.
Asında varlığını hep düşündüğümüz üretici bölge nerede. Buralarda tüketilen içkinin üretildiği yeri biliyor musunuz, bize bu konuda bilgi verebilir misi­niz? Tabii ki bu soru hep cevapsız kalmıştır. Yazının       cevap niteliğini taşıdığını düşünmekteyiz.

HİTİTLER VE ŞARAP
Kültepe ve etraftaki pazar yerlerinden Sümere taşınan herhalde su değildir. O zaman aydınlatma için çoklukla kullanılan ızgın, bezir yağı olabilir. Bir çok çeşidi olduğunu tabletlerden öğrendiğimiz şarabın ve biranın taşınması da göz ardı edilemez. Yakın za­mana kadar Ürgüp'te görülen pelte kıvamındaki şarabın sırf ticari meta anlamında taşınma kolaylığı sağlamak amacıyla üretildiğini akla getirir. Yeri gelmişken yazalım. Hitit ve Sümerlerin ortak diliyle şarabın adı Gestin'di. Yerel dille "Karanum" diye söylenmiştir. Bira, Sessar ya da Kastı. Wiyana daha önceleri konuşulan Anadolu diliydi. Bağ bozumunun adı Gestin - Tuhsuvas diye söyleniyordu. Koloni çağında ve Hitit döneminde şarap çok çeşitlendirilerek üretildi. Taze şarap, ekşi şarap, yıllanmış, tatlı, temiz, saf, kuru ve keskin, kırmızı, iyi içimli ballı ve pelte karışık şeklinde üretilen şarap kültürünün varlığı, bu konuda Anadolu'yu rakipsiz yapmıştır.
Ballı şarap denince aklıma geldi. Yıllar önce Ürgüp köylerinin birinde ballı şarabın yapılışı hakkında bilgiler edinmiştim. Araştırma sonuçları o alışkanlığın bize Hititlerden kalma olduğunu gösteriyor. Hitit­ler kuru üzümden de şarap üretmişler, kuru üzüm­den fermantasyon yapmak zordur. Rakı kuru üzüm­den üretilir. Tabletler onlara ait bir başka içki çeşi­dinden de söz etmektedir. Adı "Walhi" muhtemelen biraz telaffuz değişikliği ile günümüzde bizdeki "ra­hı" olmuştur. Bu içkinin de Anadolu menşeli olduğundan şüphemiz yoktur.
Aksalur’da terkedilmiş Antik Alaşaş şehrinin terke­diliş nedenini bulmak zor değildir. Çok eski çağlarda yaşamış birçok uygarlıkların kaybolmasının nedenlerinden en başta geleni doğal felaketler olarak karşı­mıza çıkar. Örneğin Mısır'da binlerce yıl hüküm süren uygarlık kum fırtınasından, Mezopotamya çokça mahsul elde etmek için bilinçsizce yapılan sulama ve gübrelemeden oluşan çoraktan, Kültepe ise yangın­dan tarihin derinliklerine gömülmüştür. Alaşaş’ta başlangıçta evlerde, daha sonra da birleştirilmiş ve özel­lik kazandırılmış imalathanelerde günümüzdeki mo­dern sistemi aratmayacak şekilde üretilen bol içki çeşidine zaman zaman talep azalmış olabilir. Anadolu'da Hitit uygarlığı büyüyüp geliştikçe bağcılığın ve tarımın etrafa yayılmasından doğan rekabetin etkile­ri üretimi düşürür. Yangın ve doğal afetlerin kayalık Kapadokya’da pek etkisi görülmez. Bazı yerlerde uygarlık izleri yer altında olmasına karşın, Kapadokya’­da aşınmadan ve erozyondan etkilenen sert kayalıklar üzerinde devam ettirmektedir. Tek eksik kazıya filan gerek olmadan çıplak gözle izlenecek bu yerlerde araştırma noksanlığı olarak görülür. Asurlu kolonilerin ora­da meydana gelen kargaşadan dolayı Kültepe’den ayrılmış olması burada gelişen şarapçılığı belli nisbette azaltmıştır. Ama tüketmemiştir. Farklı kuşaklar edin­dikleri üretim deneyimini daha uzun yıllar geç dönem Hitit beyliklerine, hatta Frig, Roma, Helenistik döneme kadar sürdürmüş olabilir.
WİYANAVANDA - ALUŞAŞ
    Ala ya da Alu bir Hatti - Hitit Tanrıçasıdır. Kırların koruyucu tanrıçası, şaş ise, taştır. Kültepe de bu­lunan bir tablette Hititlerin 1000 tanrısı olduğu yazılı. Yani o ulus bin tanrısı olan buna antropomorf insanbiçimli tanrı inancı denir, öyle inanmışlar. Taşların yanında bir çok bitki ve hayvan o tanrılarla birlik­te kutsallaştırıldı. Aslan, geyik, kartal, boğa inancın temelini oluşturdu. Ekmek ve şarapta kutsaldı. Şarap yalnız evlerde içilmiyor, tapınaklarda tanrı ve tanrı­çaya adak olarak sunuluyordu. Buna Libasyon denir. Sunan kişinin görevi (Sakilik) idi. Biz hala saki sözcüğünü kullanıyoruz. İçki sunumlarında kullanılan li­basyon kapları, kupalar çok değişik şekilde yapılmıştır. M.Ö. 3000 yıllarına tarihlenen kupalar arasında altından, gümüşten yapılanlar vardır. İçki sunumlarında gaga ağızlı ve hayvan şeklinde seramik kapıarın sıklıkla kullanıldığı görülür. Gaga ağızlı içki testilerini Libasyon yani tanrılara içki sunumu sırasında ilk önce kralın kullanması gerekiyordu. İçki alışkanlığının, her safhada varlığını Hitit tarihinde görmek mümkündür.
Hititlerden günümüzü kalan birçok kabartmalar­da içki sunumunu tasvir eden kabartmalar var. Beni meraklandıran müzikli ve danslı eğlence kabartmalarının yanında Peribacası şeklinde şapkalı kolonile­rin hep bulunmuş olması. Bunların kralın, ülkenin ve kentin sembolü olduğu hep biliniyor. Bir çeşit resim­li hiyeroglif yazısı ve aynı zamanda kutsallık taşıyor. Hititlerin Huvaşı dedikleri Diorit taşları da Kapadok­ya’da doğal şekilde oluşan kayalıklara uygun. Eğer bir şeyin ve oluşunun nedeni tam olarak bilinemiyorsa, o kutsallaştırılır. Taşların şaşırtıcı jeolojik yapısı ve şarabın aklı zorlayan kimyasal oluşumu konusunda istenilen çözüm sonuçsuz kaldığı sürece o kutsallaştırılmış olmalıdır.
Şarabı üreten, içime hazırlayan ve onu çeşitlendi­ren ustaların her şeyi rastgele yaptıkları düşünülemez. "Bildiğin bir şey varsa, ne duruyorsun çabuk söyle" diyen, bilime ilime son derece önem veren bu uygarlıkta devlet çıkarlarının her şeyin üzerinde tutulduğu görülmektedir. Devlete ve tapınaklara ait olan yüksek rütbeli bir subayın kontrolünde sürekli denetlenen şarap ve imalat bilgisi ordu disiplinine uygun, büyük bir sır olarak saklanmıştır. O çağda Fe­nike ve Mısırlı bilgi taşıyıcıların, casusların zararlı fa­aliyetleri gözönüne alınınca her safhada gizliliğin önemi artar.
Burada bir noktayı gözden kaçırmayalım. Aluşaş’ın yapısal konumunda devletin etkinliğini fark et­mek zor değildir. Şarabın başında olan kişi devlet yönetiminde oldukça etkindi. Bunlar hanedan içinde sonsuz yetkiye sahip olduklarından, bazan sarayda huzursuzluk yaratıyor, veliahtların yetkisini zorluyarlardı. Şarap kentlerinde oturdukları saray tarzı evleri işgal edip kralı aşağıladılar, kente bu yolla ağır baskı uyguladılar. Aluşaş’ın hemen tepesindeki düzlükte temel taşları fark edilen, süslü kapı taşları ka­çakçılar tarafından açığa çıkarılan konak tarzı ev, yönetim binası olan yerdir. Yıkık binanın ortasındaki boşlukta gördüğümüz mezarların Hititlerle ilgisi yok­tur. Orada yaşayan ve yakın zamanda ölen tarımcı topluluklara aittir. Hititlerde ölüler yakılıyor ve ke­mikleri kutsal şarapla yıkandıktan sonra toplu mezar­lara konuyordu.
Şimdiye değin farklı şekilde söylenip durulan, adı üzerindeki karışıklığın hiçbir zaman ortadan kalkma­dığı antik Alaşaş, ya da Aluşar’ın adına isterseniz Hi­tit tarihini gözden geçirip açıklık kazandırmaya çalışalım. Wiyanavanda M.Ö.2000den eski olan Hatti dönemi adıdır ve Kafkas kökenli bir dilden gelmekte­dir. Ala, Alu, Anu erken Hitit dönemine ait isimdir. Ala kırların koruyucusu üretici tanrıçadır. Şar-ru-ma aynı görevi yapan daha sonraki dönemde tarihe Di­onisios olarak geçen şarapçı ilahtır. Alaşaş’ın doğal oluşumunda etrafta bulunan kırmızı yani Ala taşları görmemezlik edemeyiz. Taşları anlatırken yeni baş­tan şu tarihi bulguları gözden geçirelim.
"Çoğu zaman gökten indiğine inanılan siyah bazalt taşlar resimsiz olarak bir simge şeklinde şehirle­rin giriş yerine konuyor, huvaşi denilen adak taşına tapınılıyordu. "1985-90 yıllarında Ürgüp civarında envanter çalışması yapan K.T. Türkmen’in kentin he­men girişinde gördüğü siyah taşın tanımı doğru, ancak şehrin işlevsel yapısına uymamaktadır. Türkmen şehir girişinde şematik boğa başlı bir bazalt taş gör­düğünü, taşta sürtünme izlerine rastladığını ve doğal olduğunu söylemekte, kendi kendine bir soru sor­maktadır. "Acaba bu taşlar Jupiter ve Tarhunza’nın, Teşup’un sembolü mü idi" şehrin içinde ne yönde bir üretim amacı olduğu tanımı zorlaştığı sürece, bu­radaki kültün mahiyeti hep soruya neden olur.
Tarih boyunca burada kutsallık kazanan taş siyah değil, aladır. Şarabın da Kapadokya’ya has siyah üzümden kırmızı olarak bolca üretildiğini düşünür ve her Hitit şehrinin kendine has bir tanrı ve tanrıça­sına adandığını anlarsak ki öyledir, şehrin adının Alaşaş ya da Aluşar olması gerekmektedir.
Alaşar olarak adlandırılan şehirdeki erkek tanrı­nın adı da bolluk-bereket anlamında şar-ru-ma'dır. Antik şarapçı kent Wiyanavanda'da üretilen alkol sözcüğündeki ilk hecede Asur tanrıçası Al-u (El) kırların koruyucu tanrıçası Ala'yı, yine Hititlerin şaşşar dediği bira içkisinde Aluşaş’ın kutsal taşını ve Alaşar'ın son sözcüğünü bulabiliriz. Şarap sözcüğü de bolluk tanrısı Şarruma’nın ilk hecesi olduğuna göre, bu kentin eskiliğinden asla şüphemiz kalmaz.
Benden Anadolunun günümüzdeki sosyal yapısı ve İslam kimliği gözönüne alınarak şarapçı kent üzerinde neden bu kadar durduğum sorulabilir. Tarihte­ki Anadolu uygarlıklarını tümüyle bilmek istersek, hiçbir gerçeğin üzeri örtülmemelidir. Biz turizm yönünden işi ele alıp tarihin ve uygarlığın beşiği Ana­dolu’daki sır perdesini aralamak için uğraşıyoruz. Hi­tit tarihini ilgi alanı olarak seçenler belgeleri okuyun­ca, alkollü içkilerin onları nasıl etkilediğini görebilir­ler. Krallarının bile gençlik yıllarında tapınak ve pan­teon'da içki sunucusu (saki) olduğunu anlayınca me­rakları dağılır. Belki merak edersiniz, bu kral eski krallık döneminin beşincisi olan Hantili’dir.
Burada kayda değer birkaç konuyu gözden kaçırmamamız gerekir. Hititler azınlıkta olmalarına rağmen, Hattilerin arasına girip onların tüm değerlerine sahip çıktılar ve sonra da teşkilatlanıp az bir kuvvet­le kral Anitta önderliğinde Kültepe’deki Hatti ege­menliğine son verdiler. Hititler tarımcı topluluklardı, bağ, bahçe ve hayvancılığı çok iyi biliyorlardı. Her­halde bu halktan bazıları şarap üretiminde de son derece mükemmel bilgiye sahiptiler. Wiyanavanda kentinde becerileriyle göz doldurdular. Bu kentte tüm selahiyeti üzerlerinde toplayıp, Hatti krallığına kafa tutar hale geldiler. Şarapçı kenti korumakla yükümlü askerleri kullanarak ani bir baskınla Kültepe'yi ele geçirip Hitit devletini kurmuş oldular.
Kültepe’deki evlerin üzerindeki çatı kalaslarının tutuşup yangına neden olduğu teorisi de pek tutarlı görünmüyor. Şarapçı kentte yönetimi elinde tutan ve Gal-gestin denen asker sorumlu, Hitit protokol kural­larını zorlayıp idarecilerin arasında üstünlük sağlamak için fırsat kollamışlarsa, şu halde ekonomik üstünlüğe sahip bölgelerde zaman zaman ortaya çıkan isyankar davranış Kültepe'nin sonunu hazırlamış ola­bilir. Gılgara denen kesime ilginin nedeni araştırma­ların bu yönde geliştiğini güçlendirmektedir.
Unuttuğumuz ve yazmadığımız şeyler olabilir düşüncesiyle hatırlamakta faydalı olacak bilgileri biraz daha gözden geçirip yazımızı sona erdirmeye çalışalım. İncesu barajının sağ tarafında İncesu’dan Ürgüp'e yer altından gidildiği rivayet edilen ve adına "Kırklar ini" denen geçidin asında Alaşara, ya da o taraftaki ordugah Gılgara'ya çıktığını düşünmekteyiz. Ayrıca Alaşar’a giden yolun hemen önündeki te­penin ve sol taraftaki harabe görüntüsünün o zaman­ki muhafız kıtalarına göre hazırlanmış yerler olduğu kanaatindeyız. Buralardan Aluşar ve Gılgara sürekli gözetlenip şehrin emniyeti sağlanmış olmalıdır. Kentte şarap üretildiği sürece bu imalathaneler dev­let için çok büyük önem taşıyordu. Çünkü sonradan başkent yapılan Hatuşaş yönetici kadrosunun kaldığı tüketici kent konumunda idi. Her türlü ihtiyaç şehrin dışındaki üretici bölgelerden sağlanıyordu.
Hatti, Hitit ve Kapadokya kralları bağcılığın ve şarapçılığın korunması, bağbozumunun düzenli ve gününde yapılıp kargaşaya meydan verilmemesi için zaman zaman fermanlar çıkarıp orada çalışanları uyardılar. Ne zaman kaderine terkedildiğini bilmediğimiz Aluşar’da çubuk izleri tarla ve tapan yapılırken, bir de kayaların arasından çıkan kütük izleriyle arta kalmıştır. Ne var ki, Aksalur’lular şu günlerde durumu fark etmişler ve Alaşar sahasının üzüm tarımı için son derece elverişli olduğunu keşfedip yeniden çu­buk dikimine başlamışlardır. Henüz yeni yeşermeye başlayan çubuklar önümüzdeki yıllarda mahsulünü vermeye başlayacak, yeniden bağbozumu günlerine dönmüş olacağız.                  
Anadoluda dağların, tepelerin, belirli yerlerin kutsallığı inancı kesiksiz olarak günümüzü kadar de­vam etmiştir ve ediyor. Bunu Alaşar’da da görmekteyiz. Cumhuriyet kurulmadan önce inanç tepesi ola­rak tekke şeyhlerinin de kullandığı bir bina önce taşları için yıkılmış, yıkan kişi aynı yeri rüyasında görünce, gidip onu tekrar eskiye uygun tarzda yeniden inşa etmiştir.
Aksalur’da bulunan bu kentin açığa çıkarılması, turizme hazırlarlanması, ayrıca tanıtılması için proje safhasındaki çalışmalar ilerki yıllarda çok büyük çaba ve gayreti gerektirmektedir. Dünyada eşi ve ben­zeri asla bulunmayacak olan bu kent, yurdumuzdaki turizm sektörüne, şimdiden kestiremeyeceğimiz, bu­nu anlamaya çalışırken de oldukça zorlanacağımız sonsuz faydalar sağlayacaktır. Yıllardan bu tarafa şehirler arası rekabetin yıkıcı etkileri, Ürgüp'ün gölge kent konumunda kalmasının istenmiş olması, Göreme örneğinde olduğu gibi, bizi hep endişeye sevk etmiş aynı zamanda düşündürmüştür.
Ürgüp Kaymakamı Sayın Necdet Türker, Belediye Başkanı Sayın Bekir Ödemiş, Aksalur Eski Belediye Başkanı Mehmet Korkmaz ve Turizmci İsmet Aksoy Aluşar’da bir inceleme anında. Hemen önlerindeki derin ve oldukça geniş mahsenlere adım başı rastlanıyor ve tahminen 500 kadar olduğu sanılıyor. Dileğimiz bu orijinal nitelikli yerin kısa zamanda turisme kazandırılmasıdır.
KAYNAKÇA
1. Aksoy İsmet; Ürgüp Dergisi, 17. sayfadan 27. ye kadar.
2. C. Cream; Tanrıların vatanı Anadolu.
3. Childe Gordon; Doğunun Prehistoriyası.
4. Childe Gordon; Tarihte Neler Oldu?
5. Childe Gordon;Kendini Yaratan insan.
6. Gökovalı Şadan; Anadolu mitolojisi.
7. Lloyd Seton; Türkiye'nin Tarihi.
8.Aksoy Nihat(çeviri); Antik Türkiye, Roma baskılı.
9.Dinç Dilek; Çağlar Boyu Boynuz Formunun Anadolu Seramik
Sanatında Kullanılışı.
10.Tuna Turgay; Tutankamon.
11.Gimbutas Maria; The Language of The Goddes.
12.Özgüç Tahsin, Özgüç Nimet; Kültepe Kazısı Raporu.
13.Eyüboğlu İsmet Zeki; Anadolu Uygarlığı.
14.Alp Sedat; Hitit çağında Anadolu'da üzüm ve şarap.
15.Cevat Şakir; Düşün Yazıları.
16.Akyıldız Erhan; Taş çağından Osmanlıya Anadolu
17.Mandel Gabriele. Mama li Turchi. Lucchetti. 1990 Bergamo.
18.Strabon.
19.Herodot Tarihi.
20.Ohri İskender; Anadolunun Öyküsü.
21.Şener Cemal; Türklerin Müslümanlıktan Önceki Dini.
22.Umar Bilge; Türkiye Halkının ilk çağ Tarihi.
23.Akurgal Ekrem; Anadolu Kültür Tarihi.
24.Bilim ve Ütopya Dergisinin muhtelif sayıları.
25.Hitit Tarihi ile ilgili ansiklopedik bilgiler.
26.Türkmen Kemal Talih; Ürgüp. Bilinmeyen Kapadokya’dan bir
Kesit
27.Hitit mimarlığı Wulf Schirmer.
28.Melaart James. Yakın Doğunun En Eski Uygarlıkları.
29.Wabartumun bir anlamı da misafirdir. Biz daha önce küçük
    çaplı pazar yeri diye kayıt düşmüştük.
30.Wiyanavanda diye düşündüğümüz şarapçı kent Bohça köyüne sınırdır. Bu kesimde bir Hitit yazıtı bulunmuştur. Kapadokya, Prof. Sözen M. sh. 188
İSMET AKSOY- 2002

KAPADOKYA’YI TANITAN ÜRGÜP HAN VE KONAKLARI
BİR SELÇUKLU HANI, ASMALI KONAK,
TARİHTE KAPADOKYA’YI VE ÜRGÜP’Ü TANITAN ÜNLÜLER VE PUŞUKEN

Hatırladığım kadarıyla Ürgüp dergisinin 17 nci sayısından başlayıp 32 nci sayısıtna kadar, tarihi devirlerde Kapadokya'da olup bitenleri araştırıp okuyucularımızıi bilgilendir­meye çalıştık. Ünlü yazarlarımızdan Çetin Altan'ın da söylediği gibi, her metrekaresi tarih kokan, adım başı eski kavimlerin izini taşıyan bu bölgede yani Anadolu'da bitip, tükenmez kaynak var. Yeter ki araştırılsın ve de yazılsın. Madem ki dergimiz yayın hayatına devam ediyor, madem ki bir grup insanı­mız Ankara'daki derneğimizde tüm zorluğa karşın Ürgüp" dergisinin yaşaması için çaba gösteriyor, eli­mizden geldiğince bizler de bu çabaya katkıda bulu­nacağız. ­
Araştırıp sonra da onu yazmak sabır işidir. İlgi duyduğunuz konuya göre bilgi edinmek için kaynak kitaplar bulacaksınız, yeni neşredilen yayınları dikkatle izleyip gerekirse satın alacaksınız, hepsinden önemlisi, işinizden artakalan zamanınızı bu iş için değerlendireceksiniz.
Ben zamana, zemine ülkenin sosyolojik yapısına uyarlanmış klasik tarih öğretisine fazla ilgi duymuyo­rum. Klasik tarih anlayışında herkes aynı şeyleri söyler. Örneğin; Türkler Anadolu’ya 1071 de yapılan Malazgirt meydan muharebesinden sonra geldiler di­ye öğretilmişse, bilgi donuktur işin içinde orijinalite yoktur. Oysa ben, ondan önce Türkler nerede idi, Anadoluya geliş nedenlerini araştırmaya başladım. Bazı merakları dizginlemek zordur. Buna takıntı da diyebilirsiniz. Benim tutkum Kapadokya'dır, mucize­vi doğasıdır, tarihidir. Araştırırken günümüzde ortaya çıkan bir takım gerçeklerle eski oluşumları karşılaş­tırmaya çalışıp bir senteze ulaşmaya çalışırım. Bazıları buna tarihin tekerrürü der, ama, ben cümleyi pek önemsemem.
Tarih, insanoğlunun yaşadığı mazinin yazımıdır ve okunması gerekir. Okumayan, yazmayan ve onun üzerinde düşünmeyen insan içgüdüsünü zorlar. Ka­rakteristik yapımızdaki iç güdüyle rota çizmek, başka canlılara yarar, insanı bocalatır, zora sokar. Yaşa­yan insan geçmişten ders alıp, ondan oldukça yararlanmalı, deneyim ve tecrübelerle önünü görebilmeli­dir.
Bu defaki yazısında Saruhan kervansarayını, konumunu, Selçuklu tarihini, Asmalı Konak dizisinin ışığında fazla derine inmeden, Ürgüp turizminin geçirdiği aşamayı, Kapadokya'yı tanıtan tarihsel kişile­ri araştırırken gözümüze takılan ve adı yazılan belge­lere geçen 4000 yıl önce Kapadokya’yı ve Ürgüp’ü keşfeden Sümerli Puşuken'i konu edeceğiz.

SARUHAN KERVANSARAYI
Biliyorsunuz Ürgüp ve Avanos arasındaki Damsa çayının batı kesiminde Selçuklular zamanında yapılmış bir büyük han vardır. Kral yolu ve ipek yolları üzerinde seyahat eden tüccarların güvenliğini ve onların rahat bir ortamda alışveriş yapmalarını sağlamak için yapılmış Selçuklu mimarlığının şaheserlerindendir. Hanların giriş yerlerindeki işleme ve tezyi­nat, taş işçiliğinin Selçuklu'lar döneminde tartışmasız doruk noktaya ulaştığını gösterir. Mesleğim gereği ben bu işçiliği gördükçe üzerinde düşünür, yapan­ları rahmetle anarım. "Taş işçiliğinin en başarılı örneği olan Konya'daki Karatay medresesine bir çok ke­reler gidip doyasıya seyretmişimdir. Etrafında yapıl­dığı yıllarda yerleşim birimi olmayan Saruhan ker­vansarayı tenha bir arazide Selçuklu Sultanlarından II.İzzettin Keykavus 1219-1249 yılları arasında in­şa edilmiştir. O yıllarda Selçuklu yönetiminde bizim Temenni tepesinde kabristanı bulunan IV. Kılıçaslan Rüknettin’de bulunuyordu. Bir rivayete göre Ürgüp'te öldürüldü. Tarih araştırmacıları onun Ürgüp'te değil, Aksaray'da telle boğulduğunu yazar. İlk önce zehirlenmiş, zehir etkili olamayınca yay kirişiy­le boğulmuştur derler. (Gordlevski. Anadolu Selçuk­lu devleti sahife 345.)
Anadolu'da 100 tane kadar olduğu bilinen Selçuklu Kervansaraylarında 9 saatlik yolculuk esas alınmıştır. Yani kervan 9 saat yürüyecek sonra bir yerde konaklayacaktır. Deve yürüyüşüyle Nevşehir, Aksaray arasındaki Alayhan, Kayseri'deki Tuzhisar Sultanhanı, Saruhana aşağı yukarı bu uzaklıktadır. Kervansarayların yapımında yolcuların tüm ihtiyaçları gözönüne alınmıştır. Büyük Sultanhanları da da­hil, önce taç kapıdan eyvanlı bir avluya geçilir. Avlu ortasında ya da kapı üzerinde bir mescid bulunur; avludan sonra ikinci giriş kapısından Bazilika benze­ri iç mekanlara girilir. Buralarda, aşhane, hamam, hekimlik, nalbantlık, baytarlık, kocaman ahırlar, ya­takhaneler, eğlence yerleri bulunur. Sultanhanı'nın 2000 metrekare bir yere konduğunu öğrenince yapı­nın devasa boyutu anlaşılır.
O zamanlar zaruri bir ihtiyaçtan doğan ve Anadolu’ya gelip, ipek yolunda seyahat eden tüccarların emniyeti ve korunması için yapılan bu anıtsal yapılar, yerleşim birimlerinin hayli uzağında tenha yer­lerde inşa edildiğinden ekonomik değeri yok gibidir. Yüzlerce yıldan bu tarafa yıprandığından yeni baştan onarmak oldukça pahalıya malolmakta, restorasyon için harcanan paraların zannedersem getirisi bulunmamaktadır.
1950 yıllarından sonra Ürgüp'te başlayan yabancı turist akınında rehberlik yaparken, turisti ilk önce Göreme'ye, Zelve'ye, Saruhan'a sonra da Üzengi deresindeki güvercinliklere götürür oraları gösterir, o günkü turu tamamlardık. Saruhan yabancılar tarafın­dan fazla bilinmiyordu. Oraya götürmekte amacımız, değişik zamanlarda Anadolu’da gerçekleşen an­tik değerde sanatsal yapılar hakkında onların geniş bilgi edinmelerini sağlamak içindi. Rehber kitaplar­da, görmeye değer yerler hakkında bilgiler yetersizdi. Gelen turist şimdikinin aksine, Ürgüp'te kaldığı süre­ce programı onlara yol gösterecek kişi hazırlardı. Her yeri hayranlıkla gezen, durmadan fotoğraf çeken turist, Sarıhanda dev yapıyı görünce susar, hiç umma­dığımız sorularla daha sonra bizi sıkıntıya sokardı.
Bu dev yapıt ne için yapıldı, iyi biliyor musunuz? Ürgüp ve Avanos zannedersem buraya uzakta değil, gelen tüccar orada yapılan bir handa kalsa daha faydalı olmaz mı idi? Yapı oldukça yıpranmış, burayı kimler ne için yıktı? Sonuçta bu anıt ne için kullanı­lacak böyle bir projeden haberiniz var mı? Bilgi dağarcığımız o yıllarda fazla olmadığından bizi ilgilen­diren Selçuklu mimarlığı (yine küçümsendi) şeklinde yorum yapardık. Durum arkadaşlar arasında konuşulunca üzüntüye neden olurdu.
Aradan yıllar geçip yoğun turizm hareketlerinden doğan pastadan pay almak ve daha çok para kazanmak için açıkgöz tüccarların şehir içinde işimiz bozuluyor diye şehir dışına, tenha yerlere taşınıp, tıpkı Saruhan mimarisini olduğu gibi kopya ederek ve de­vasa binaları yaparak, farklı ticaret yöntemiyle şehir­leri ıssız ve turistsiz bırakınca, Sultanhanlarının ko­numu berraklık kazanmaya, anlaşılmaya başlandı.
İpek yolunda neler oldu? Yorum katmaksızın 1941’lerde yazılıp, uzun yıllar Rusya'da okunduktan sonra 1988’de yurdumuzda basılan Gordlevski'nin Anadolu Selçuklu Devleti adlı kitabından yararlanıp, bazı bilgileri müsaadenizle gözden geçirelim: Yazar çoğu bilgilerde Ürgüp'lü tarihçi Ahmet Refik Altınay’ın araştırmalarına yer vermiş, onları kaynak ola­rak kullanmıştır.
"Üretim yoğunlaşmakta, pazar büyümekte, hem üretimle, hem satışla uğraşan tüccarlar da ortaya çıkmaktadır, kent yaşamı gelişmekte ticaret ve zanaat kentleri büyümektedir. Devletin toprağı genişlediği ölçüde ticaret büyümektedir. Devletin toprağı geniş­lediği ölçüde ticaret yükselmektedir. Selçuklular ise, dünya ticaretinin temel kavşaklarını ele geçirme ça­basındaydılar."
"Küçük Asya'ya her yandan tüccarlar akın ediyordu. Orta Asya'dan, (bunlar belli ki Müslümanlardı) güneyden İtalyan'lar, Rum'lar, Arap'lar, İbni Batuta Antalya'da Hristiyan tüccarlar görmüştü. Orta Asyalı tüccarlar Sivas'a kadar gelince duruyorlardı. Burası ­merkez noktaydı. İtalyan'lar Orta Asya'lı tüccarlar karşısında avantaj sağlıyordu. Küçük Asya'ya kuzey­den Karadeniz'den de akın ediyorlardı. Trabzon, İstanbul'u Asya ile bağlıyordu. Moğol saldırısı bir zamanlar hareket etmeyi güçleştirince Sivas'ta tüccarların kervanları birikmişti. Sivas’ta tüccarlar iki kola ayrılıyorlardı. Bir kol kuzeye Karadeniz'e, öbürü güneye Konya'ya yöneliyordu."
"Ticaret savaş sırasında sönüyor, yollar açılınca canlanıyordu. Saldırıdan çekinen tüccar, baskıdan korunmak için tüm önlemleri alıyordu. Tüccarlar uzun yola yalnız başlarına çıkmıyorlar, konvoylar kervanlar halinde bir araya geliyor, bir kıdemli başkan "Bazarganbaşı" seçiyorlardı. Yol arkadaşları zi­yaret sırasında diğerini bekliyordu. Her yanda eşkiya ve hırsızlar dolaşıyor tedbirsiz yolcuları gözlüyorlardı. Hükümet ancak büyük yollar üzerinde düzeni sağlayabiliyordu.
"Sultanlar, feodollar doğrudan ya da dolaylı ola­rak ticarete para yatıran herkes Kervansaraylar yaptırıyor, üzerine kazınan yazıtlarla inşa ettirenin adını sonsuzlaştırıyorlardı. Aflaki, Ziyaeddin İsfahani'nin Sivas'ta, Muineddin Pervane'nin Sivas ve Konya arasında Kervansaraylarından söz etmektedir. En canlı ticaret hattı olan Sivas ve Kayseri arasında Abulfi­dan’ın yazdığına göre 24 Kervansaray yer almıştı. Ülke küçük parçalara ayrılmıştı. Her bölgenin yöneticisi engelsizce geçiş için sürekli armağanlar istiyordu."
"Tüccar, hakim olduğu Kervansaraylara gelen tüccara mal satmak için Kervansarayı bekliyordu. Zi­ra Kervansarayda palazlanan tüccar etrafa dağıttığı
rüşvetle her türlü hareketi serbestçe yapıyor, kanunlar onlar için etkili olamıyordu. Feodolların çıkarını korumak için ücretli birlikler vardı.
“Kervansaraylar eğlence merkezi idi. Gelen tüccarı eğlendirmek için eğlence düzenleniyor, çalgıcı­lar gösteri yapıyorlardı. Bir tür müzikli lokanta olmuşlardı. Buraları inşa ettirenler buraları cami, med­rese, yahut hastahane ya da havuz olarak inşa ettir­memişlerdi. Kazanç sağlama düşüncesindeydiler. Bazarganbaşı yoluyla karlarını yükseltiyorlardı. Tica­reti eline geçiren gözü açık tüccarlar büyük zengin­likleri ellerine geçiriyorlardı. Zengin tüccarlar geçişi sağlamak için su yollanna köprüler bile kuruyorlardı. Yollarda seyahat edenler kendilerini koruyan silahlı öncüler ve ekipler kiralıyorlardı.”
Söz konusu kitabın 215 nci sahifesinde, Selçukluların ticaret çıkarlarını her şeyin üzerinde tuttuğunu, soyguna uğrayan tüccarın zararının ya yerel vali, ya da devlet bütçesinden karşılandığı, daha sonra da zararı veren kişiden tutarının geri alındığı yazılıdır. Ozan Sağdıç’ın 1994'te hazırladığı Kapadokya reh­berinde hanların hayır kurumları olduğunu 3 gün ko­naklayan tüccardan ücret alınmadığını yazmıştır.
ASMALI KONAK TURİZMİ
Nerede ise, bir yıldan bu tarafa, Ürgüp'te bir film çevriliyor ve bu filmin her fırsatta Ürgüp’ü tanıttığı söyleniyor. İlk önce Mustafapaşa'da, sonra da Ürgüp'te yapılan çalışmalarla televizyon dizisi hazırla­yan Asmalı Konak çalışanları geçen hafta bize 37 nci diziyi sundular. İlk başta yerel sosyolojik yapımız göz önüne alınmadan bazı bölümleri aşiret, intikam, başlık parası şeklinde sunulunca ben bize uyarlanmamış diye baştan sona izlemedim. Hele bir ara bir bölümünde tabancaların çıkarılıp ateş edilmesi, hiç hoşuma gitmedi. Ürgüp turizm yönünden tanınırken, ya da tanıtılırken bazı imajlar geçmişte başarıyla kul­lanılmıştır. Başta yörede kan davası yoktur. Aşiret, Ağalık, beylik yüzlerce yıl önce tarihten silinmiştir. Başlık parası evlenmelerde sözkonusu değildir. Açık söyleyeyim; eşim bu filmi dört gözle beklemekte, ben seyrederken aynı heyecanı duymamaktayım.
Ürgüp’ün bu filmle tanıtıldığını söylemek geçmişe saygıda kusur yaratır. 1960-1985 Ürgüp’ünün hatırlanmasında fayda vardır. O zamanlar cadde ve sokaklar yabancı turist kalabalığından geçilmiyordu. Sabah saat 8’de açılan dükkanlar gece yarısından sonra saat 2 ye kadar harıl harıl çalışırdı. Her lokantada eğlenceler düzenlenir, şevk, şamata yaşanırdı. Gurbetteki Ürgüplüler ata yurduna arasıra ziyarete gelince, turizmle, ticaretiyle uğraşanlar tanıdıklarıyla karşılaşma, konuşma sıkıntısı yaşar, arada kırgınlıklar olurdu. Bunun acısını Sayın Albay Ali Akuzun yaşa­mıştır, hep anlatır.
1960'dan sonra Ürgüp dünyada tanınıp popüler olunca bir çok film yapımcısı buraya akın etti. Başta Maria Callas, yönetmen Pier Paolo Pasolini Medea filmi için, onların yabancı ve yerli bir gazeteci ordusuyla takip edildiğini hiç unutmuyorum. Elimde mü­kemmel fotoğraf makinası yok, Maria Callas’ın imajı bozulur diye o yıllar apar topar setlerden uzaklaştırıldığımı ve çalıştığım Hürriyet haber ajansına, yeni­den hızlı bir şekilde makinaya sahip oluncaya kadar, haber ulaştırmakta güçlük çektiğimi hala anımsarım.
Görmenin, tanışmanın, konuşmanın hayal bile edilemiyeceği, Tony Curtis'in, Charles Bronson'un başka çekimleri için gelip, Ürgüp’ü sanki evindeymiş gibi günlerce dolaştığı hafızalardan silinmiş olamaz. Yılmaz Güney, yapımcı Halit Refiğ, İsveçli eşi Eva Bender’in Ürgüp'te o yıllarda tanıştığı hala samimi arkadaşları, dostları var.
Esasen Asmalı Konak Mustafapaşa'da başladı, değerli öğretmen rahmetli Fuat Öztürk'ün evi popüleri­te kazandı. Henüz Ürgüp gibi yeterince tanınmamış bu film Sinason'a çok yakışmıştı. İnsanlar konağı gör­mek için Mustafapaşa'ya akın ediyorlar, orada ara­dıklarını bulamayınca, Ürgüp çarşısını dolduruyor­lardı. Ürgüp'te bireysel akıl hep öndedir. Kimileri bil­miyoruz hangi nedenle, Ürgüp’ü önerdi. Şimdi gelenler çarşıya bile inmek zahmetine katlanmadan yeni konağı görüp, çekip gidiyorlar. Yapacakta fazla birşey kalmıyor.
Dünyada ortaya çıkan yeni uygarlıklar, toplumsal ilgiden ortaya çıkan televizyon, internet ve onun için hazırlanan programlar yer, belde, mekan tanıtımında etkili olmuş görsel belgelerdir. Turizm ülkenin tanıtım zincirinde önemli bir halkadır. İlk başta Ürgüp'te temeli atılan turizm sektöründe tanıtım süreklilik is­ter, içinde olanlar bunun öncesini ve sonrasını pek düşünmezler. Yeter ki reklam olsun derler. Tarih araştırmalarına ilgi duyduğumuza göre, Kapadok­ya'yı kimler tanıttı, kitapların arasına dalıp onu bul­maya çalışalım.

PUŞUKEN
M.Ö. 5500-5000 yıllarında İran’ın batısına düşen Zagros dağlarının arkasına yığılmalar başladı. İnsanlar Orta Asyadan batıya doğru göç ediyorlardı. Kimi­si bu dağların zorla aşılan derin vadilerinden, kimisi dağların kuzey kesimindeki Hazar denizinin alt ucundan Dicle veFırat arasındaki mümbit Mezopo­tamya ovasına inmeye başladı. Kuzeyden inenlerin bir kısmı Anadolu'ya geldiler. Mezopotamya'da kal­mak istemeyenler Mısır'a yöneldiler. Bu halkın ilk Anayurdunda belli bir kültürü vardı. Yerleştikleri Dicle ve Fırat arasındaki topraklarda yeni yerleşim yerleri kurup, zamanlarının en üstün uygarlığını yarattılar. Kanallar, setler yaparak başarı tarım sistemi geliştirdiler. Son derece zenginleştiler. Bu halk, Sümerlerdir. İlk yazıyı onlar keşfettiler. Günümüzün çağdaş okullarına benzeyen okullar kurup eğitim yaptılar, kütüphaneler kurup halkı okuttular. Matematiğin tüm inceliklerini bulup ondan yararlandılar. günümüzdeki modern banka sistemini aratmayacak bankalar kurdular. M.Ö. 3000-2500 Sümer kentleri fazla üretimden dolup taşmaya başladı. Tüccarın kazanç sağlama isteğinin sınırı yoktu. Hep daha çok kazanabilmek için arayış içinde çaba gösteriyorlardı.
Çok tanrılı inançları olan bu halkın arasında anlatılan dinsel efsane ve masallardan da son derece etkileniyorlar, Dilmun denen bir cenneti arıyorlardı. Orada ne ararsan vardı. Doğa, hayat, ırmak, yiyecek, eş, bal, kurt, kuş akla ne geliyorsa hepsi orada bulunuyordu. Dağlara, tepelere, ziguratlara çıkarlar, tanrılarını oralarda kutsarlardı. Aradıkları kozmik bir dağdı. Dilmun'da o da vardı. O dağ etrafına ateş saçan baş tanrı Enkinin dağı idi. Çok bilmiş Sümer bilginleri Dilmun cennetinin Hindistan'daki Harappa'da olduğunu, ateşin de orada olması gerektiğini söyleyip durdular. Erciyasın adı aynı yıllarda Hatti dönemindeki deyimiyle Harka (Harkagios) tepesinde şimşekler çakan beyaz hırkalı muhteşem dağ anlamı­na söylenir, kutsal bilinirdi. Dilmun, aranan cennet, Hapalla'da da olabilirdi. Orası Konya’nın güneyine düşen şimdiki Mut'tu.
İnancı tam, gözü açık Sümerli tüccar yola çıktı. Amacı hem para kazanmak, hem de hayalindeki cenneti aramaktı. Uzun ve meşakkatli bir yolculuktan sonra Kapadokya'ya gelince, Erciyas’ın ateşini, beyaz gelinliğini görünce "tamam buldum" diyerek Neşa'ya (Kültepe) yerleşti ve orada Karumu kurdu. Ev ticarethane yaparak evlendi. Asurla Hatti ticaret iliş­kisi başlamış oldu. Bu tüccarın adını ulu önder Ata­türk'ün yetiştirdiği, ünlü Asur ve Hitit uzmanı Muazzez İlmiye Çığ, Puşuken olarak vermiştir. Ve doğru­dur. Puşuken Kapadokya'daki Dilmunu halkına başarıyla anlatmış, yüzlerce yıl süren Sümer, Hatti tica­ret ağı Kapadokya'da kurulmuştur. Bunlar Kayse­ri'den Konya'ya, Hapalla'ya uzanan Ürgüp'ü de içi­ne alan 50 adet küçük çaplı pazar yerleridir, Wabar­tümlardır. Ürgüp'te hala her cumartesi kurulur. Yazılı tablet belgelerde adı geçen ve Kapadokya'yı ilk tanıtan kişi M.Ö. 4500-4000 yıl öncesi Asurlu Tüccar Puşukendir.
M.Ö. 281 Babilde bir Marduk Rahibi yaşıyordu. Adı, Berossus'tu. O yıllardaki Büyük İskender askeri dehası sayesinde Anadolu'dan başlayıp, Hindistan'a kadar birçok ülkeyi istila etmişti. Rahip din konusun­da çok şey biliyordu. İskender yönetimine yaranmak için Yunanca öğrenmeye çalıştı. İmparatorluk sınırları içinde dolaşıp bilgisini yeni öğrendikleriyle zen­ginleştirdi. Sümer ve Anadolu mitolojik öykülerini bozuk Yunancasıyla Helenceye uyarlayıp, İskende­r’in adamlarına yaranmaya çalıştı. Kutsal kitapların yazımından çok önce Sümerde bilinen Tufan öykü­sündeki (Nuh) Ziusudra'yı Yunanca Xisouthros yap­maya çalıştı. Marduk'u Zeus Enki'yi Kronos şeklinde uyarladı. Yarı balık yüzer gezer bilge tanrı Oannes "Avanos" hakkında geniş bilgi verdi. İskender’in adamlarına Siparda bir kil tablet kütüphanesi olduğunu bildirip ortaya çıkarılmasını istedi. Yazdıkları Helen bilginlerinin eline geçip, akademilerde ders olunca, çoğu Sümer ve Anadolu mitolojisine Yunanlılar sahip çıktı.
Berossus'tan sonra Bodrum'lu tarihçi Heredot, Amasyalı Strabon yazdıkları kitaplarda Kapadokya'yı da anlattılar ve bölge hakkında geniş bilgi verdiler. Arab tarihçi Faslı İbn-i Batuta Anadoluda gezerken Merkezi Kırşehir'de olan Ahi Loncalarına konuk oldu. 1327'de başlayan seyahati 3 yıl sürdü. Notlarında Selçuklular hakkında geniş bilgiler verdi. Onunla ilgili metinleri Damat Mehmet Şerif Paşa 1917-19'da Türkçeleştirdi. Anadoluyu ve Bölgeyi batılı gezginci Fellow ve Arundel'de boydan, boya dolaştılar, gördüklerini yazdılar. Paul Lukas 1701'de Ürgüp'e gelip gördüklerini ülkesinde yazınca ona kimse inanmadı. Peribacaları, volkanik kayalar, evler hakkındaki yazılanları akıllıca uydurulmuş masallar diye düşünüldü. Arkasından başka gezginciler gönderip yazdıklarının ne derece gerçeğe yakın olduğunu öğrenmeye çalıştılar.
Kapadokya'yı ve Ürgüp'ü en geniş şekliyle 3 cilt kitap yazan C. Texier isimli 1834-37 Fransız gezgin anlattı, gravür çizimleriyle resmetti. Yazdıkları Fransızlar ve Avrupalılar tarafından yıllarca okundu. Asia Minor adlı kitabında Ürgüp'ü anlatırken, "Tabiat bir gezgine burası kadar ilginç bir manzara sergilememiştir, Ürgüp ressamın fırçasına çeşitli tablolar suna­bilecek tek yerdir, vadinin içine ve tepelerin yamaçlarına yapışmış Ürgüp, bakışlara şaşkınlık veren ilginç şehir” diye hayretini ifade eder. Mükemmel bir araştırmacı olan Texier, Anadolu'daki Hitit uygarlığı­nı keşfeden ilk gezgindir.
Burada Hamilton ve Jerphanion'u da anmamız gerekiyor. Dağcı olan W. Hamilton çok kereler Kapadokya'ya ve Ürgüp'e gelip Erciyas dağına tırman­dı. Jerphanion 1900'lerde Kapadokya'yı uzun süre gezip tüm kiliseleri resimledi ve onları bir kitapta topladı. Kapadokya'nın kaya kiliseleri hakkında ya­zılmış en kapsamlı bir kitap onun eseridir. Bir kopyası da Ürgüp Tahsin Ağa kütüphanesindedir. Ürgüp sözcüğündeki güb, Sümercede "gidip durulacak yer" diye geçer. O zaman ticaret için ur, kale şehir, cen­net diye düşünülen Ürgüp'ün antik değeri daha iyi anlaşılmış olmaktadır.
Kaynakça:
1.Aksoy İsmet, Ürgüp Dergisi 2 nci sayıdan 32 ye kadar.
2.Gordlevski: Anadolu Selçuklu Tarihi, 1988 Ankara
3.Çığ Muazzez İlmiye: Bilim ve Ütopya Dergisi.
4.Ansiklopedik araştırmalar.
S.Günaltay Ş. Tarih, İstanbul 1939.
6.Sözen Metin. Kapadokya, (Şahenk)
7. Samuel Noah Kramer. Sümerler, 2002, İstanbul.
8. Sağdıç Ozan. Kapadokya, 1994 Ankara.

İSMET AKSOY-2003

Hint Avrupa  Dilinin Doğuş Noktası
Çatalhöyük'ten Günümüze Kapadokya ve
Ürgüp'te Yaşayan Canlı Tarih

TOHARİLER VE KUMANLAR
Ünlü gazeteci Melih Cevdet Anday 1979'da Kapadokya'ya geliyor ve Derinkuyu'da bir Rum evinde yaşayan aile ile konuşuyor. Evin hanımı "Rumlar gidince bu eve yerleştik" diyor. Anday soruyor, "sizin eviniz nerede?" kadın, "eski evimiz şu idi" diyor. Anday tekrar soruyor, "siz buraya nereden geldiniz?". Kadının verdiği yanıt oldukça ilginç: "biz hep buradaydık." Derinkuyu'lu bu ninenin çok şey ifade eden cümlesi, tarih yazarak bizim 1071'den yani Malazgirt meydan muharebesinden sonra Anadolu'ya gelip yerleştiğimizi kanıtlamaya, göz boyamaktan öte bizi uyutmaya çalışanlara verilmiş en okkalı yanıttır.
"Biz hep buradaydık."
Ulu önder Atatürk'ün desteğiyle Almanya'da tahsil görüp günümüzün en önemli Sümeroloji uzmanı olan M.İlmiye Çığ, Sümer ve Hitit tabletlerindeki tarihi gerçekleri gördükçe, asyatik kavimlerin binlerce yıldan bu tarafa Anadolu'da varlığını belgelerden izledikten sonra dayanamamış 1071'de geldik diyenlere, "yutturmaca" diye kestirip atmış.
Derinkuyu'lu nine kromozomlarını oluşturan DNA'sının içten ve derinden gelen sesini yansıtmış ama uzman M.İlmiye Çığ, okudukça okuyup, tam söylenmesi gereken bir zamanda "yutturmaca etmeyin, biz çoktandır buradaydık" deyivermiş.
Bu konuda en iyi dersi ben zannedersem babamdan aldım. Bir gün bizim 1071'den sonra  Anadolu'ya gelip yerleştiğimizi söyleyince "Olur mu öyle şey, şu tarlamızdan çıkan yontulmuş taşlara niye bakmıyorsun? Onlar bizim buradaki varlığımızın bir çok binli yıllara dayandığını gösterir" demişti.
Bizim en büyük noksanımız okumadığımızdan ayrı, zemin, zaman, mekan araştırması yapmadığımızdan kaynaklanıyor. Eğer birileri çıkıp "biz hep buradaydık" diyorsa, bu cümledeki gerçek pay oranının yüzdesi araştırma yapmak için iyi bir neden olabilir. Belli bir mekanda oturup sadece yazmak yetmez. Eğer gezmez iseniz ve klasik araştırma yöntemiyle kaynakları kullanarak bir eser meydana getirdiğinizi düşünürseniz, sonuçta yazdıklarınızı bizzat siz anlamakta güçlük çekebilirsiniz.

TARTIŞMALI BİR ANADOLU DİLİ
Şu ana kadar yaptığımız araştırmalarda ve yazılarımızda tam berraklığa kavuşamayan bir konu var ve bu konu tüm dünyadaki tarih uzmanlarını alabildiğince meşgul ediyor. Milattan önceki çağlarda Anadolu'da almanca benzeri bir dil konuşulmuş bilimsel anlamda buna  Hint-Avrupa dili deniyor. Bu dil bir bakıma Latince, günümüze kadar Yakındoğu'da yani Anadolu'da, yahut etrafındaki haritanın hangi noktasından kaynaklanıyor? Tam bilinmiyor, ya da bilindiği halde bir takım tabular çöker diye üzeri hep küllenmek isteniyor, Avrupa'da gelişmiş ülkelerin tümü Anadolu'dan dünyaya yayılan biraz değişikliğe uğramış bir çeşit latince konuşuyorlar. Bu dilin yunanca, italyanca, fransızca, ingilizce, almancayla bağlantısı var, ama en çok ta almancaya yakın.
Söz konusu bu dilin Anadolu'dan Harran'dan ya da tarihteki Luvi Ülkesi Komana'dan biraz daha yukarı gidersek, Turhal civarında antik Taha'zimuna'dan diğer ülkelere yayılmışsa ne fark eder diyebilir miyiz? Böyle bir tartışmanın dışında kalır konuyu araştırıp, irdelemezsek, ata yadigarı Anadolu toprakları üzerinde teknolojik devrimin en üst noktasına erişmiş, son derece gelişmiş yabancı ülkelerin doymak bilmeyen hırsına ve harsına uğrayacağız ve bizi ülkemizden silmeye, yok etmeye çalışacaklardı. Uzun uzadıya anlatmaya gerek yok. Tıpkı İstiklal Savaşında olduğu gibi. Yukarıda anlatılanların ışığında bir antik dil Hititçe nasıl çözüldü? Müsaadenizle ona bakalım.
1906 yılında Boğazköy'de başlayan kazılardan sonra, Viyana'da Asuroloji dersi veren bir Çek bilgini Bedrich Hrozny, kazıdan ele geçirdiği bir kil tabletini çözmeye çalışıyor, bu cümle Hititçe aynen şöyledir: "NİNDA-AN EZZATENİ WATARRA EKUTTENİ" anlamı: Ekmeği yiyeceksiniz, suyu içeceksiniz. İlk cümledeki ninda, Sümerce bir idogram ve çoktan çözülmüş. Ekmek yani "Ezza" sözünü Çek bilgin ingilizce to eat, almanca essen yemek fiili ile karşılaştırıyor. İkinci cümledeki "watarra" nın sözcüğü de ingilizcede water, almanca wasser zaten var ve tıpatıp benziyor. Hititçe de içmek anlamındaki fiil, Latincede "aqua" sözü ile karşılaştırılınca tabletteki dil çözümü Hrozny tarafından tamamlanıyor. Bu buluş o zamana kadar ele geçirilen tabletlerin çözümü için çok önemli ve büyük yankılar uyandırıyor.
Ferdinand Sommer ve ekibi Johannes Friedrich, Hans Ehelolf gibi isimler Hrozny'in açmış olduğu çığırdan bir çok bilim adamı yürüyüp çalışarak Hititçenin çözümünü disiplin altına alıyorlar. O zaman harp yılları var ve bu konuda çalışan ve önemli bilgilere ulaşan Albrecht Goetze Amerika'ya kaçıyor, bişldiklerini orada öğretiyor. Ulu önder Atatürk o zaman boş durmuyor, Almanya'dan atılan birçok değerli bilim adamlarını üniversitelerimize alıyor. Bunların arasında Anadolu ve Hitit konusunda uzman Prof. Bossert var. Hans G.Güterbock var, onlarda okullarda Türk uzmanlar yetiştiriyor.

Hitit uygarlığı nerde başlamış, nerde bitmiş hem dil, hem de arkeolojik bakımdan bazı bilgiler gün ışığına çıkarılıp çok yol alınıyor ama işi başlatanlar ve aydınlatanlar yabancılar olduğu için, Hititçe Almancaya ve latinceye benziyor diye Anadoludaki Hitit uygarlığının varisi artıyor.Almanlar onların batıdan Anadoluya gelip yerleştikleri konusunda ısrar ediyorlar.Diğer ülke bilginleri de tabiatıyla boş durmuyorlar, onlarında kanıtları, tezleri  ar. Onlarda, "Hayır yanılıyorsunuz, onlar Kafkas kökenli bir halk ve Asyadan Anadoluya ulaştılar" diyorlar. İşte o zaman karışıklık ve karmaşa başlıyor ve hala devam etmektedir.
Tartışmalara devam edile dursun, eğer Hititler Asya kökenli bir halksa, işin içinde onların uygarlık kurdukları bu çekirdek bölgede biz Türkler varız.Varızda, gel görki üniversitelerimizde cilt cilt kitap yazan ve akademik kariyeri olan Prof.lerimiz, çoğu tutucu, durmadan yazıp, çiziyor ve onlar hep 1071'deki Malarzgirt savaşlarından sonra Anadolu'ya indiğimiz konusu üzerinde ayak direyip ahkam kesiyorlar. İşi bilenler,bu konuda uzmanlaşanlar tabletleri okuyup çözen bilim adamları yutturmaca yapmayın, biz hep  buradaydık  diyorlar.

KAPADOKYA VE ÜRGÜP
Tamamı tamamına 50 yıldan bu tarafa gözlemlerimize, Ürgüp'teki yüzeysel araştırmalarımıza dayanarak durmadan okuduğumuz tarihi bilgilerin ışığında, bizimde söyleyeceğimiz Sayın M. İlmiye Çıg'ın, ya da Derinkuyulu ananın söylediğinden farklı olmayacaktır. "Biz hep buradaydık."
Ürgüp'ün tarihi zenginliği son yıllara kadar bir nebze bile araştırılmamış diyoruz ya, öyledir.Okuyup gerçekleri yakaladıkça, şaşırmamak elde değildir. Bir atasözüyle bunu şöyle anlatabiliriz. Biz bir takım gerçekleri gökte yani ulaşamadığımız yerde arıyoruz, ancak onu yerde ve ayaklarımızın dibinde buluyoruz. Hitit uygarlığının odak noktası Ürgüp,Niğde ve Kayseri'deki Kültepedir. Pithana oğlu Anitta halen var olan Hatti devletini yıkıp, yerine yeni bir devlet kurmak istiyor. Geceleri Kültepe'ye baskınlar düzenleyip kısa zamanda savaşı kazanarak Kaniş'te Hitit devleti kurulmuş oluyor.Daha önceki tarihsel konuları içeren yazılarımızda bunu hep anlattık ama, o kavmin dili konusunda yapmak zorunda olduğumuz araştırmayı okurlarımızla henüz paylaşamadık.
Hititler Hint-Avrupa dil ailesinden olan, Neşaca, Luvice, Palaca konuşuyorlardı. Akadca ve Hurricede biliyorlardı.O çağda Sümerli tüccarların Anadolu'ya taşıdıkları dil olan Akadça, ticari amaçla konuşulup yazıldı. Luvice,Neşaca ve Palaca karıştııldığı zaman, fonetik olarak kelimeler birbirine benziyor, aksan bakımından biraz değişiklik ortaya çıkıyordu. Yöresel farklılıklarda değişimde bir başka unsur olarak gözönüne alınması gerekir, 20 farklı dilin konuşulduğunu belgelerden anlıyoruz. En çok konulşulan dil o zaman Neşaca ve Luvicedir. Hititler eski bir Anadolu dili olan Hatticeyi de unutmadılar.
Hitit tarihi henüz tam anlamıyla çözülmedi. Bunun nedeni, Anadoludan  yurt dışına taşınan ve değişik ellerde biriken şifresi okunmamış tabletlerdir. Son yıllarda bunların çözüldüğünü bilgi ve belge olarak bizlere ulaştığını görüyoruz. Yazılı belge ve kaynaklardan en son elimize ulaşan bilgilerle şimdiye kadar sözü edilmeyen, aramızda şu an yaşayan Ürgüp'e 25 km.ötede dipdiri bir halkın öz be öz Türk Tahar halkının ve Toharcanın unutulan bir dille bağlantılı olması son derece heyecan vericidir. Olasılıkla Toharca, Anadolu'nun yerli halkı Hattilerin'de en çok konuştuğu bir dil olmalıdır. Anladığımız kadarıyla bağlantısı çok çok eski devirlere uzanmaktadır. Cesaretle söyleyebiliriz,Toharca bir bakıma Almanca ve Avrupa dillerinin temelini kaynağını oluşturmaktadır. Geçen yıllarda Ürgüp'ün Yeşilöz eski adı Tahar olan bu köyde Almanların o köyün adet ve törelerini  film yapıp kendi halkına televizyonlardan sunması boşuna değildir. Hatırlanırsa eğer, o köyün önünde "Gözetle" denen dünyanın en ilginç doğal ziguratı olan tepenin üst kesiminde rastladığımız Güneş Gözlemevini dergimizde yazmış, bu yerin tarihsel uzantısınında M.Ö. 4500'ler olduğunu belirlemiştik.
İsterseniz, araştırmalarımızın temelini oluşturan bilgilere nasıl ulaştık ona bakalım. Ürgüp'ten çıkıp Başköy üzerinden Kayseri'ye giderken, 25 km.ötede sağ tarafınızda 1950 metre yüksekliğindeki bir dağa rastlarsınız. Burası Hodul'dur. Dağın üst kesiminde kocaman bir tümülüs göze çarpar ve eski çağda bu dağı kutsal bildiklerini hemen anlarız. Bu tümülüsün Hodulda dul ve kutsal tanrıçayı anlatır.Dağın etrafındaki küçük tepelerde de yığma mezarlar vardır. Ancak hazine avcıları Hodul'un üzerindeki dev tümülüs dahil, tarih, bilgi, belge düşünmeden yıllar önce bu tepeleri hallaç pamuğu gibi atmışlar, kendi muhteşem tarih objelerini çoktan Avrupa müzelerine göndermiş olmalıdırlar.
Dağın eteğindeki düzlükler güneyde antik Katakka Komana, Roma döneminde Kysistra olan Yeşilhisar'a, batıda derin bir vadinin Karlık vadisinin üzerinden bir hatla kuzey yönünde Ürgüp Avla dağını oluşturur.  Avla dağından biraz güneye yönelirseniz, Şahinefendi köyünün eski adı Sobese, tam karşısında Ay deresine ve arkada Kavak köyü kayalıklarındaki harabelere ulaşırsınız. Kavak köyünün sağ kesiminden ovaya inen derin vada, dünyanın en eski tarihini sinesinde saklar. Arı peteği şeklinde oyulmuş Erdemesin Komana'sı, Kapadokya'da tek kelimeyle olağanüstüdür. Ancak bakımsız ve son derece ihmal edilmiştir.
Anlatmaya çalıştığımız bu kesim çözümlenmemiş tarih hazineleriyle, ören yerleriyle, kaya yazıtları ve kabartmalarda dahil dopdoludur. Yeşilöz ve hemen yamacındaki tarihsel bütünlük sınırı içindeki Karlık (Karluk) kaya kuşaklarındaki ilginç oyma mekanlarıyla size "ne olur beni çabuk anlayın, geç te kalmayın" dercesine bakıp durmakta, ancak çok bildiğini zanneden kişilerin olur olmaz tahminleri yüzünden karmaşa oluşmaktadır. Tarihsel adı birilerini rahatsız etmiş olmalı ki, Tahar, önce 1961'de Beydeğirmeni'ne, sonra da  olmadı denerek, 1963'te Yeşilöz'e çevrilmiştir.Şimdi anlayacağınız gibi bu eylem son derece tarihsel yanılgı olarak karşımızda durmaktadır. Adı değiştirilen sadece bu köy değildir. Tam Hatti ismi olan Soveşe, Şahinefendi'ye; Damsa, Taşkınpaşa'ya; Sineson, Mustafapaşa'ya; Aravan, Ayvalı'ya; Mimison, Bahçeli'ye dönüştürülmüştür. Açıkça yer adları değiştirilerek tarihsel bilgilerin göz göre göre yok olmasına bir bakıma çanak tutulmuştur. Bu bizim en büyük ayıbımız olarak kalacaktır.
Tahar ve Karlık arazileri ignimbrid nitelikli plato bitişik olduğundan, Karlığında benim doğduğum köy olması nedeniyle, o kesime ben sıkça gidiyor, araştırıyor ve okuyarakta yıllardan bu tarafa, bir sonuca ulaşmaya çalışıyordum. Her iki köydeki yapıtlar özellikle Tahar'da olanlar beni hep düşündürdü. Yazılan tarihi bilgilerin o kesimdeki arkeolojik yapıya asla uymadığını gözlemledim. Neler var?diye sorulabilir. Köyün kesimindeki kuşakta direklideki meander, yani spiral kaya kabartmalı tapınak, köylüler burası için Saba melikesi Belkıs'ın sarayı demektedirler. Hangi çağdan kaldığı bilinmeyen kaya kuşaktaki konutlar, harman yerinin bulunduğu düzlükte adımbaşı rastladığımız obsidyen kesiciler ve siyah seramikler, ayrıca tarihi bakımdan son derece önemli ören yerinde çokça çıkan siyah taştan yapılmış el un bulgur değirmenleri, kaya kabartmalar ve Sarıkaya'da yazıtlar, devrentin biraz ötesine açılıp zamanla soyulan tümülüsteki görkemli lahit ve hepisinden önemlisi eşsiz mimari örneğiyle galerili ve Sivastika motifli ve dev boyutlu Theodora Kilisesi ve etraftaki ne zamana ait olduğu bilinmeyen tümülüsler.
Bunlar tümüyle ve kesinkes tarih bakımından çok çok eski devirlere uzanmaktadır, araştırılması yapılmamış, yazılmamıştır. Tahar, Karlık, Kavak bu köyün birinde dünyaya geliyor ve ve gözlerinizi açınca etrafta her biri bir devri anlatan mağaralar, tapınaklar, mezarlar görüyor ve hiç kimse daha önce buralarda yaşayan kavimler hakkında en küçük bir bilgi ve belge veremiyor, daha da kötüsü ölünceye kadar da meraktan kurtulamıyorsunuz. Buna düpedüz  cahillik, cahil bırakılmak denir. Başkaları araştırma yapmadu, yazmadı diyerek biz duracak değiliz. Elimizden geldiğince araştırıp bazı gerçekleri yakalamaya çalışalım da gelecek kuşaklar okusun ve faydalansın.
Tarihsel belgelerde en çok Karlık adına rastlamaktayız. Yazılı tarih kayıtlarında yurdumuzda Karluk, Karlık, Karlı köylerinin 22 tane olduğu her ne kadar karla ilgili olsa bile, mühim kısmının Karluk Türklerine ait bulunduğu yazılmaktadır. Bu adlara uygun köyler Buhara ve Belh havalisinde de vardır. Ve bu ilişki Ürgüp'te ki Karlık köyünün tarihine ışık tutacak nitelikte bilgilerdir. Karluk Türkleri ne zaman Anadolu'ya  ve Ürgüp'ün bu kesimine gelip yurt tutmuşlar? Bu soru araştırmaya değer nitelik taşır.
Fazla net ve doyurucu olmayan tarihi kayıtlarda Karlukluların göçleri ve akınları yani savaşlarıda anlatılarak Anadolu'ya geliş tarihleri belirlenmeye çalışılmış izninizle ona bakalım.
Kara hitay'lıların Türkistan'a hakimiyeti ve Sultan Sancar'ın tarih sahnesinden çekilişi, nihayet şarkta Türk-İslam nizanının bozulması ile tabi yalnız Oğuzlar değil, diğer Türk kavimleri ve bunlar arasında Karluklular, Kıpçaklar, KAnglılar on ikinci asrın ikinci yarılarında Irak, Suriye ve bilhassa Türkiyeye gelip yayılmışlardı. İslam tarihçileri Karluk Türklerinin Asyada bulundukları zamanı, geniş bir anlatımla onların ne gibi zorluklarla karşılaştıklarını, neden göçe mecbur kaldıklarını her fırsatta yazmaktadırlar.
Tabiatıyla bütün bunlar yazılı bilgiler olduğundan araştırma merakı olmayanlar bunları temel ve değişmez nitelikte bilgiler olarak benimser, okudukları ile yetinerek ınancını da kolay kolay değiştiremez. Ortada son derece çok uygarlık kalıntıları olduğundan, bizim araştırmalarımızla yazarların bilgileri pek uyuşmuyor.

TOHARLAR NEREDE ?
Ürgüp'ün hemen önündeki Avladan başlayıp güneydoğuya uzanan bu tarihsel bölgede yaşayan Karlıklılar ile bilgi tamam da, biraz ileride yaşayan Tahar halkı ile ilgili kanıtlar nerede, onların tarihi yok mu farzediyorsunuz?
Söz konusu kitaplarda onu tüm araştırmamıza rağmen bir türlü bulamıyoruz. Yani Taharlar yok. Dağa, taşa imza atan bir halkı yakınçağ tarihçileri ortadan silmişler. Üstelik onların adını ve sanını, her nedense görmek istememişler ve orayı 1961 yılında Beydeğirmeni yapmışlar.
Selçuklular devrinde tarih yazanlar öz be öz Türk olan bu halkı araştırırken, onların kökeninin Anadolu'da çok derinlere doğru indiğini görünce hata yaparız korkusuyla fazla kurcalamadan Anadoluda bu kadar eski olan halkı ya Ermeni ya da Musevi belki de başka bir kavim diye Taharları Türk ırkının dışında arkaik özellik taşıyan bir halk olarak yazmışlardır. Tarih yazarlarından Urfalı Matheu bunlardan birisidir. Onun bilgilerinin şaşmaz olduğuna inanan, Selçuklularla ilgili kitap yazan tarihçiler ne yazıktır ki, Taharlar sözkonusu olunca suskun kalmışlardır.
Tahar ya da Tohar adına tarihin neresinde, nasıl rastlıyoruz ona bakarak bilgileri açığa çıkarmaya çalışalım. Selçuklularla ilgili tarihlerde dikkatle izlediğimiz bu halkın adı Danişmentliler, Kıpçaklar, Kumanlar olarak geçiyor. Tarih  fazla yer almayan Toharlar Orta Asya göç haritaları üzerinde belirlenmiş. Ortada ili halk var Karlıklılar ve Taharlar, şu anki Ürgüp'te olan birliktelik, Orta Asyada da sürmüş. Asyanın oldukça doğusundaki ırmak boylarında Sarı Irmak ile Gök Irmak arasında yaşayan Karluklar, daha sonra Toharların oturduğu bölgeye, Balkaş gölünün güney kesimindeki Yedisuya gelmişler, oradan aşağı inerek Anadolu'ya bu iki halk gelip yurt tutmuşlar. Bir bakıma kader birliği etmişler.
Selçuklu devri tarihi yazarları onbirinci asır olarak belirledikleri Asyalı,Türk göçünün on ikinci asırda da batıya doğru sürdüğünü, bunlardan bir kısmının Kıpçakların Tuna havzasına, doğudakilerin din olarak İslamı seçtiklerini, batıdakilerin ise misyoner papazların gayreti ile Hristiyanlığı geçtiklerini araştırmışlar. Burada bir şeyi  daha öğreniyoruz: Hristiyan kaynaklarının bu Kıpçakların "Kuman" olarak adlandırdığı gerçeğini. Kuman adı eski çağlara yönelik tarihsel çözümleme için unutmamız gereken bir özellik taşıyor.
Bu konuda ünlü yazar Fuad Köprülü, Kuman ve Kıpçaklardan söz ederken, bir gerçeği de itiraf ediyor, "O devirlere ait tarih ve lisanı vesikaların azlığı ve eski tarihçilerle coğrafyacıların dolambaçlı müphem, kesin olmayan ifadelerin karşısında şu arzettiğimiz hülasanın layıkıyla açık mükemmel olmadığını biliyoruz" diyor.
Yine bir başka tarihi bilgide 1071’le tezat oluşturan F. Köprülü'nün yazısı dikkatimizi çekiyor. 1040'larda yani 1071'den önce Bizans içinde yaşayan Kıpçakların Yahya Bey Yağıllı (yahyalı) önderliğinde Suriye'den başlayan bir hareketle Komana'yı işgal edip Anadolu'da Bizansa rağmen, Danişment Türk Devletinin çoktan kurulmuş olduğunu okuyor, anlıyoruz. Bizanz daha Türkler Anadolu'ya yerleşmeden önce gelişen bu milliyetçi akımı ve hareketi durdurmaya çalışıp, Toharları Anadolu'nun, değişik yerlerine göçe zorluyor. Yine tarihi vesikalara bakalım: "Bizans daha çok eski tarihlerde birlikte yaşayan Kumanları dağıttılar. Nedeni, onların kimliklerini hatırlaması oldu. Oturdukları yere Kuman ili deniyordu. Hristiyan kaynakları bu Kıpçaklara Kuman adını veriyor iki adın da aynı kavim olduğunu biliyorlardı."
Korama, Tumana, Tuvana, Komana tarihteki Kapadokya kentleridir. Ürgüp'ü de içine alır. Bıze uzak olmayan Toros yükseltilerinin duldasındaki Komana'nın eski adı Hitit kaynaklarında "Kumanni" diye geçer. Dünyanın en eski dinsel merkezidir. Tarihi belgelerde burasının tanrıça Hepat adına kurulmuş rahibeler, rahipler  şehri olduğunu anlarız. Aslında iki Komana vardır. Burası Yeşilhisar'da daha az önem taşıyan  Erdemesin vadisinde olandır. Hepat inancı Çatalhöyük'teki şişman ana tanrıçayla eştir.
Taharlar, Toharlar hakkındaki bulgularımız oldukça ilginç ve doyurucu. Bizzat yerinde Toharistan'da inceleme yapan gezgin araştırmacılar, 1980 yılında Almanlar yol yapımı için Orta Asya'ya gidip buralarının M.Ö. 5000 yıllarında bile ticari bakımdan faal olduğunu, tüccarların dolaştığını izlediler. Chilas yakınında M.Ö. 2000'e tarihlenen iki okçunun durduğu iki tekerlekli araba tasviri bulundu.
İpek yolu konusunda kitap yazarının zaman bakımından farklı olmakla birlikte, aynen  Prof. Fuat Köprülü'nün tesbitleriyle eş anlam arz ediyor. "Tarihte burada Tien-~Shan'ın güneyinde, batıdan bilinmeyen bir yerden gelen, Hint- Avrupa dili konuşan bir halkla karşılaşıyoruz. Toharlar, onlarda Orta Asya'da sık sık karşılaştığımız hem geldikleri yer, hem de tarzları açısından tartışmalı pek çok kavimden biridir." Diyorlar. Gerekçe hep aynı ve değişmiyor. Eski yazarların çelişkili kayıtları bu karışıklığa yol açıyor.
Bazı  önemli kaynaklar yukarıda verilen bilgileri tamamlar niteliktedir. Tohar dilini araştıran J.P. Malory, M.Ö. 5000 ile 3.bin yıl arasında Hint-Avrupa dilinin Avrasya'da Anadolu'da konuşulan bir dil olduğunu bazı kanıtlarla okuyanlarını aydınlatıp Anadolu tarihinin önünü açıyor.
Toharlar, Orta Asya'da Yueçiler, Sakalar olarak ta bilinir. M.Ö. 2000'de kuzeybatı Çin'de Hsiungnu'ların kabile dayanışması sonucu, büyük bir savaşa katılıp yeniliyorlar. Gidebilecekleri yer Wu'sun topraklarına gelerek orada bulunan ırkdaşlarının yanına, yani Toharistan'a yerleşiyorlar.
Chilas'ta Tohar'ları ilgilendiren antik araba benzeri tasvirleri Yozgat'ta ve neo-Hitit hieroglif yazılarıyla birlikte, Malatya'da Aslantepe'nin giriş kapısındaki kabartmalarda da görmekteyiz. Yozgat'ta ki arabanın tekerlek üzerine gelen kafesin peribacası şeklinde süslemeleri dikkat çekicidir.

MİTOLOJİDE TOHARLAR
Hittit tarihi kayıtlarında  Malatya yakınlarında Gürün'ün adının "Togarama" olduğunu burada yaşayan halkın Maraş bölgesinde (Kummuhi) ye doğru uzanan sahada, olasılıkla Kizzuvatna'da ki Komana'ya kadar yaşadıkları anlatılmaktadır. Komana, Hititlerde Kummani olarak anılan kutsal kenttir. Şişman tanrıçanın kült merkezi dinsel ayinlerde Hitit kralları tarafından ziyaret edilirdi. Tarihte Mursilis II'nin bir seramoniyi yönetmek üzere oraya gittiği kaydına rastlıyoruz. Fraktin ve Sirkeli'de ki kaya abideleri buradan Suriye'ye giden önemli bir ticaret yolunun varlığını gösteriyor. Kom bizim dilimizdir. Doğrudan kumdur. Kehanete ve sihire önem veren Hititler Komana deyince, "Sihir ana" diye anlıyorlardı. Ayrıca Hitit tarihinde iz bırakan kabartmalarını Fraktin kayalıklarında gördüğümüz III.ncü Hattuşili'nin eşi, Hurri'li Patu-Hepa bu kentlidir. Kent eski Anadolu tarihinde Hatti'lerde bu kutsallık taşıdığından etrafta yaşayan birçok kavim burayı istila etmeye çalıştılar. Bunlardan biri Karadeniz bölgesinde egemen olan Kaşgarlar'dır. Kumanlar'la akraba oldukları Hazar-Pontus ilişkisiyle kesindir.
Hitit krallarından Il nci Tuthalia, takma adı Tahar'vaili sona gelen vadili, burada Tahar vadili anlamı çıkar, onun zamanında Komana kentini ele geçirme isteği mitolojik kayıtlarda sıkça geçmektedir. Hepat kızdığı sevgilisi Teşup'u yok etmek istemektedir. Kummiya denen kutsal bir kentten söz edilir. Teşup'u yok etmek İllikum'un görevidir. Yazı bir buyruktur. Onu saman çöpü gibi ezme yükümlülüğü vardır. Orası tanrıçanın en büyük dinsel merkezi Komana, Korama da (Göreme) olabilir. Komanalılar o devirlerde kutsal ateş dağı anlamındaki Tohar'ı (har, ateştir) görüp kutsamıştır. Sümerde de benzer sözcük hur ya da kur'du. Kor da aynı anlam taşır. Ugarit'te bulunan yazılı tabletlerde desürekli Thor'el adında bir tanrıdan söz edilmiştir. Bu tanrının Anadolu'da ki Hint-Avrupalı fırtına tanrısıyla ilişkisi ve bağlantısı vardır.
Buradan Sümerlerle Anadoludaki Toharlı yani Komanalı tüccarların yoğun ticari ilişkisinin ve bağlantının da  M.Ö. 3200 yıllarını çok aştığını görmekteyiz.
Halen dar ama oldukça güzel bir vadinin ucunda yaşayan, yıllar önce de bilimsellik kazanmış olduğu anlaşılan bir dili konuştuğu rivayet edilen Tahar'ın adını andığımız yerde Amazlı'lar da yaşardı. Koyun güney batı kesimine düşen Karlık vadisinin sonunda
ve Damsa çıkışlı Devrent'in hemen uç kısmında yerleşik olan köy halkının 13.üncü yüzyılda  Suriye'ye gittiği anlatılır. Amaz'ın anlamı: Kutsal kayam, kurtarıcı kayam, temel kayam olarak geçer. Amazon Hititlerin Kargamış'tan yaydan tanrıça rahibeleri ve fedaileri idiler. Onların da inançla ilgili kargaşa ortamı yaşadıkların, ayrıca zemin mücadelesine girişip, Kizzvatna' da ki Komanaya hucum ederek kendilerine hasım Taurilerin (Tahar) cesetlerini dağdan aşağı yuvarladıkları mitolojik efsanedir. Amazonların görevi, erkeklerin sıkça savaşa gitmeleri durumunun doğuşundan M.ö. 8000'lerde bile Anadolunun yoğun ticaret hareketlerine sahne oluşu, onların devrentlerde acımasız muhafızlık görevi üstlendikleri tezi önemsenmelidir. Eski çağlardan başlayıp yakın zamana kadar, Devrentçilik meslek olarak biliniyordu. Osmanlılar hac yolunu korumak ve geçişi sağlamak için 1691-1700 yıllarında 1100 kadar haneyi, Danişment, Çöplü, Köşeli, Okcu aşiretinden Suriye'ye yolladı. Geçen yıllardan aile adı "Ürgübi" olduğunu öğrendiğimiz, Medinede yaşayan bir ailenin 7-8 kuşak öncesi Ürgüp'te yaşayan akrabalarını aradıklarına bizzat şahit olduk. Amazdaki kutsal kayadan göçen halkın da köyü terkediş nedeni yıllar önce Anadolu'dan götürülüp, orada ekonomik bakımdan zenginleşen varlıklı ailelerle ilgilidir.
Amazdan göçen Taharldarın etimolojik durumu araştırılmalıdır. Kendilerine özgü bir dil konuştuğu bilinen halkın dilinin araştırılması tarihe ve bilim dünyasına katkı sağlayabilir.
Bazı kaynaklarda Amaz'ı burç olarak, bazılarında ise bilinmeyen bir dilden Ay kadınları anlamının çıktığını görmekteyiz. Hemen ilerideki Söveşe'deki Ay deresiyle Taharların sınır bağlantısı vardır. Burç adı olarak altı köşeli Zühre ya da Venüs yıldızı olarak geçer.
Yakınlarında dünyanın en eski kayadan oyma Güneş gözlem evinin olması anlatılanların doğruluğunu kanıtlar. Güneş Gözlem evinde Kosmosu simgelemek için, kutsal bilinen sokarların üzerinde keklik simgesi kullanmıştır. Keklik Sümerde cinselliği ve gücü anlatırdı. Hattilerin boğa inancından doğan ve evrensel dinleri etkileyen Komana ve Korama'dan etrafa yayılan üçlü teslis sembolu birleştirilince yıldız oldu. Bilimsel adı "Hexagramm" olan bu idol, Luwilerin en önemli simgesinden biri idi. Altı köşeli yıldızıHititçe adı Nahita olan Niğde ve Ürgüp'te, Hünkar Hacı Bektaş Veli dergahında ve  Selçuklu eserlerinin kapı girişlerinde hep görmekteyiz. Komana devamı bu duvar süslemesi, yine belli bir çizgide Anadolu'da binlerce yıldan bu tarafa kutsal olarak bilinmiş yaşatılmıştır. Madem burada Niğde'yi andık, insanı adeta büyüleyen Niğde Eskigümüşkent'i Kapadokya'da görülmeye değer bir beldedir. Halkına sorulursa, kaya mağaralar daha 50 yıl önce onların obası, yurdu ve evi olduğu gerçeği apaçık görülür.
Tarih kitapları Hititlerin Hebron'da çok eski çağlardan beri yaşadığını yazmaktadır. Onların orada neden bulunduğu tartışma konusu olmuştur. Araştırmalarımızda Tevratın da ilk başlarında bir Anadolu lisanı olan Toharca ile yazıldığını öğrenmiş bulunuyoruz. Burada yadırganacak bilgi yoktur. Dinsel merkez Komana'nın ayrıca Hitit uzmanlık okullarının yoğun olarak bulunan kesim olması nedeniyle Luwili rahip ve rahibeler kültürlerini Suriye, Filistin ve Mısır'a taşımışlardır. Tevratın hezkial bölümünde İsrail oğulları anlatılırken, Anadolu'dan Togarma denen bir yerden çarşıya atların ve katırların getirildiği, ayrıca Seba'soslu tüccarların kendi müşterileri olduğu bazı metalar, baharat, kıymetli taşlar, altın, gümüş vesaire değiş-tokuş yapıldığı anlatılmaktadır. Bu tüccarlara Raema'lı da denir. Anadolu taharlarının her konuda dahiyane buluşları olduğunu, aynca demirin Kizzivatna'daki bir bölgede işlendigi M.ö. 3200 yıllarına tarihlenir, ayrıca şunlar anlatılır: Toharlar bronzdan nal, toka, atın başlık takımını, yuları yapıp başka ülkelere sattılar. Yakın zamana kadar, Toroslardaki Taharana Faraşa'da demir madeni vardı. Pulat demiri diye ün kazanan demir aranılan metal idi. Faraşa demir madeni Roma ve Bizans zamanında da işletildi. Zamanımızda bile, Avrupada çelik üretenlerin Tohar ya da Tahoma adını kullandıklarını görüyoruz. Taharların dahiyane buluşları olduğundan söz etmiştik. Bazı belgeler onları Tahi'a, dae, dahi olarak da tanımlamakta, tarih öncesi çağlarda Bahtiyari havalisinde Horasan'a ve Hazar denizi kıyılarından Kırım'a kadar yayıldıklarını, çinlilerin dışarı atılmışlar anlamına onlara Part'lar dediklerini öğrenmekteyiz.
Kanımca Tahia halkı, yani Kumanlar, Kıpcaklar daha da ileri giderek Avrupa içlerine doğru yayılmış olmalıdırlar.
Kapadokya'da yaygın olarak karşılaştığımız Hitit Hiyeroglif yazıtlarını yazanların Kizzivatna’da Komana, yahut hemen ötemizdeki Katakka, Kavak vadisi Komana merkezli Luwilerin yayılma alanlarının tüm Torosları içine alan Çukurova, Arzava, Nahita (Niğde) Karaman, Can Hasan, Antalya yöresi, Komana'dan başlayıp Çatalhöyüğü'de içine alan bölgede uygarlık kurduklarını rahatlıkla söyleyebiliriz. James Melaart tarafından, ona, Çatalhöyük hafiri denir. M.ö. 8000 yıllarına tarihlenen günümüzde bile, canlılığını sürdüren Kilim dokumacılığının izlerinin Çatalhöyük'te bulunması, Hititlerde "Kilam" pazarı bayramının varlığı, bizim ortaya koymaya çalıştığımız, "Biz hep buradaydık" tezini doğrular. Çatalhöyük uzmanlar tarafından bir yıldız olarak tanımlanmaktadır. Çatalhöyüklüler, aynı zamanda ticaret yapmışlar, ürettiklerini uzak ülkelere taşımışlardır. Orta Asyadan inatla Anadoluya göç ettiklerini ileri sürdüğümüz Kuman ve Kıpçak Türklerinden Taharların Çatalhöyükle bağlantılı olması, bizi buzul çağına ve hatta biraz da öteye taşır. Komana, Korama, Tumana ve Tuvana gibi yerlerden ticaret yapmak için diğer kavimlerle temas kuran bu halkın gidiş geliş rotası ve göç yerleri oldukça tartışma yaratmaktadır. Bir kısım bilginler gördüğümüz gibi, Kuça'da ki yazılı buluntulara, Kyzilin duvar resimlerine bakarak onların Hint-Avrupalı yani Anadolulu, belki de Doğu Avrupalı bir halk olması gerektiğini sürekli tartışma konusu yapmışlardır. Araştırmalarımız bizim hep burada olduğumuzu kanıtlar nitelik taşıyor. Tohardin, Yeni Sey, Gansu'da 33000 yıllık Aurignac kültürüne ait üst Paleolitik dönemin başlangıcına ait, kadın ana, benzeri heykelin bulunması, oralarda Moğol ve Tunguz halklarının yaşadığını, Sibiryanın soğuk ve çorak topraklarındaki zor hayat şartlarına dayanamayıp, göçe mecbur kalarak, daha ılıman olan Anadolu steplerine, Toros vadilerine (Avrasya) ya inerek, Anadoluda göçebe
kavimlerin tarih öncesi zamanlarda görülmüş olması tarihi realite olarak karşımızda  durur. Bir gerçeği gözardı edip şunu da lütfen unutmayalım. Modern Arkeolojide araştırma analizleriyle tarihsel ölçümlemeler, ekonomik bilgiler ve üretim, tüketim, zanaatkar durumları, hammaddenin geldiği kaynaklar, kişilerin fiziksel yapıları,  hastalıkları, bazı durumlarda akrabalık ilişkilerini tesbit etmek zorluk taşımıyor.
33000 yıl önce Anadoluya akan bu kavimler başlangıçta kayalık yerlerin bulunduğu yüksek yerleri seçmişler, coğrafik şartlar degişiklik gösterdikçe sonraları da Tahar, Karlık, Şahinefendi, Soğanlı gibi vadilerin dipkısımlarına inip köyler, kentler kurarak oralarda yaşam sürdürmüşlerdir. 1960'dan sonra Japon bilimadamlarının Ürgüp "Avla dağı" teraslarında, Karain ve Karlık arazisinde, erken Neolitik döneme ait mikrolidleri araştırıp, bulmaları ve Eğrim dağının arka kısmına düşen bir sahada obsidiyen atelyesinin varlığı, yine biraz ilerde, Damsa barajının batı kesiminde teraslarda kayadan oyna Avla dağı yerleşmesinin tarafımızdan görülmesi, Anadolu tarihinin namütenahi zenginliğini ve üstünlüğünü belirler.
Çatalhöyük, Şar Komana, Korama arasında hem arkeolojik sahaların benzerliği ayrıca objelerin sanki bir elden çıkmışcasına uyum sağlaması, aynı üretim tarzıyla yapılmış olması, eski çağlara uzanan tarihi olgulara ışık tutmaktadır. Önemli bir tanesi Sivastika haçıdır; Kapadokya kayalıklarında yaygın olarak görülür. Türklerde yön ilkesini belirleyen ve Çatalhöyük, Canhasan, Hacılarda bulunan normal haç yani çarkı felek simgesi, spiral ve sarmal motiflerin varlığı ta eski çağlardan Roma ve Bizans dönemlerine dek sürer. Şahinefendi köyü mozaikleri M.Ö. 8000'lerden başlayan Korama, Nissa, Kapadokya uygarlık uzantısının bizzat kendisidir. Son zamanlarda bulunan mozaiklerdeki Sivastika, köyün antik adıyla yani Sobe'se ile alakalıdır. Tam anlamı su'asti, suyun ucundaki şehir, diye anlaşılır. Su, Anadolu'da hep su olarak söylenmiş öylece günümuüze gelmiştir. "Asti" Hint Avrupa dilinde şehir, canlı, hareketli yer kelimesinin karşılığıdır. Bu simgenin Anadolu'dan tüm evrene yayıldığını zannediyorum. Anadolu halklarının da da sıklıkla görülen ucu kıvrık haçın bir başka bilimsel adının "Tohar Sembol" olması, isabetli bir araştırmanın içinde olduğumuzu bize hatırlatır.
Kutsal kitap Thorada yazılması zor devir diye düşündüğümüz M.Ö. 1200-800 Hititlerin son dönemlerine ait Ürgüp-Niğde merkezli Taballar ve onların Gök isimli beyiyle, ilgili, onu yerin dibine indiren taşlamalarda, onların birçok dağın bulunduğu ülkeden gelen, İsrail üzerinden geçen Togarma evi adamları olduğunu anlatır (Hezkial bölümü).
Tabalların Gök adlı kralının adı Kıpçaklarda görülen yaygın isimden biridir. Zaten onların adı bir taştan, gök renkli yakut taşından kaynaklanır. Ayrıca onlara kuşlar da denir. Herhalde tarımda sıklıkla kullanılan güvercin gübresi elde etmek için, kuş beslemeleri ve Kapadokya da geliştirdikleri güvercinlikler yüzünden olabilir. Taharda gördüğümüz güvercinlikler tarihin en eski güvercinlikleridir. Tıpkı Hitit mimarisinde gördüğümüz evler düzenindeki olarak giriş kapısı üstten aşağı iner. Togarama evi adamlarını anlatan kutsal kitap nesebi kayıp ve hiç bir kayıtları olmayan birçok ailenin kendilerinden dışlanmasını, kutsal olan yiyecek ve içecek türünden bazı şeylerin onlara verilmemesini istemiştir (Ezra, bab 2). Her konuda, özellikle, savaş konusunda uzman olan bu halkın zaman zaman İsrail'i etki altına aldığını, ülkenin her bölümüne güney ve kuzeye yerleştiğini, inançlara yonelik ahlaksal öğretilerde ilk teolojik bilgilerin Anadolu'da formüle edilerek, dinlerin temelini oluşturacak bilgilerin kutsal kitaba aktarıldığını görüyor ve öğreniyoruz. Dinler tarihinde arasıra karşımıza çıkan Tohardinin de bu olması gerekir. Eski adını Anadoluda yaşayan Toharlardan alan Ürgüp'e bağlı (Yeşilöz) Tahar köyünde adı Theodora kilisesi, ucu kıvrık Sivatika'nın ve direkli denen Girit'teki M.Ö. 4500- 3500'e tarihlenen uygarlık kalıntısı benzeri spiral sarmal galaksi döngüsünü, bilimsel adı: Thor'ei, keklikli içinde kosmos ve şans getiren Sivastikanın olması hafife alınacak şeyler olamaz. Bütün bunlardan orada karşılaştığımız Güneş gözlemevinin varlığından Sirius yıldızı bilgilerinin Komanalı ve Koramalı Tahardan tüccar ve ticaret anlayışıyla Orta Asyaya, Tohar-el inancıyla Sümere, savaşkan ve eğitici insanlarla Filistine gittiğini, bilgilerin Afrikada Doğonlara ulaştığı gerçeğini anlarız.
Küçük Asya'dan, yani, Anadoludan, siyahi bir ırk Foggaraların, diğer adı, Gramantlar olarak geçer. Onların 4 atla çekilen savaş arabaları olduğu yazılır.
M.Ö. 5000-1000 de göçtükleri son olarak ta Libya'da Fizan'da görülüp, kayboldukları yazılıdır. Tahar halkının bazılarının siyahi bir ten yapısına sahip olması, binlerce yıldan bu tarafa karışan, kaynaşan Anadolu insanın günümüz fiziksel yapısını oluşturmuştur.

ÇELİŞKİLER VE GERÇEKLER
1071'in çelişkili Selçuklulara yönelik tarihi bilgilerine bakarak araştırmayı derinleştirdikçe, bir anlamda en altta aklımızın ucuna bile gelmeyen Anadolu tarihinin arkaik özelliklerini öğrenmek, bana son derece keyif veriyor. Değerli tarih uzmanı M. İlmiye Çığ'ın 1071 masalı benzetmesinin asla sapmadığını hayretle görüyoruz. 1071 varsa eğer, 1059' da Anadolu' nun tam ortasında Danişmentler nasıl devlet kuruyor? Bizans kralı Konstantin 1050 de nasıl İstanbul'da cami yapımına izin veriyor?
Selçuklu tarihi uzmanı ünlü Rus yazarının verdiği bilgiler daha da doyurucu, Gordleveski: "Küçük Asya'da Türk boyları Selçuklulardan çok önce sekiz-onuncu yüzyılda da Anadolu'ya yayıldılar" diyor ve ekliyor "Küçük Asyanın Türkleşmesi Oğuzlardan çok önce başladı. Kalaç, Karluk, Kangıl, Kıpçak boyları çoktandır ülkenin yerli nüfusundan sayılarak benimsendi. "Bizans tarih yazan Prokopios İ.S. 5.nci asırda Anadoluda Sibirlerin "Safir Yakut" savaşkan halk olduğunu icadlarıyla savaş oyunlarında hep galip geldiklerinden söz ediyor. Daha başka ve ilginç kanıtlar gösterip, bir yığın sorular aklımıza gelebilir. Büyük İskenderin de çok sevdiği Nizip'in Kavunlu köyü yakınındaki Zeugma' da diğer lejyonların yanında yakutlardan olan iskit Lejyonu vardı. Belkis Harabeleri olarak bilinen bu yerde Roma dönemine ait bir çok mozaikler bulunup Gaziantep müzesinde sergilenmeye başlandı. Anadoludan Suriye'ye giden tüccarlar geçiş yolu olarak Hititlerden yakın zamana kadar Kargamış'ı ve Zeugma'yı kullandılar. İlk Hitit krallarından I.nci Hattuşili, (İ.Ö. 1650) ilk iş olarak oranın güvenliğini sağladı. M.Ö. VIII yüzyılda Doğu Anadolu'da, Urartuların Çavuştepesi de Asyaya açılan Gürpınar ovasını ve ticaret yollarını denetleme konumuna sahip bir yerdi. Anadolu'dan gelen İskit askerleri yolu açmak için aşağı kaleyi talan edip yolun bağlantısını sağladılar. Madem Anadoluda Türk yoktu da, İskitler nereden, nasıl çıktı?
Tahar köyünün yamacında ve Akcaviran köyünün batısına düşen bir yerde insanların (belki 10 bin,20 bin yıl da olabilir) kurcaladığı bir ocak var. İlk başta burada neler olmuş, bitmiş anlamazsınız. Köylülere sorarsanız size hemen söylerler. Tandır kapağı ocağı. Anadolu' da hep tandır vardır. Taharlılar oradan tüm Anadolu'ya kapak üretip, ticaret becerilerini gösterdiler. Tahar ve Kavak köyü arazileri bitişiktir. Kavak köyünde Karlık' ta da biraz farklı ve üstten girişli kaya yüzeyinde oyulmuş bir Hitit sarayının olması, Yeşilhisar Komanası için söylenen Katakka isminin bu köyle bağlantılı olması ihtimalini güçlendirir. Komanada yani Erdemesin' deki antik Kysistra kentinin yukarı uçtaki evleri, Çatalhöyük’te J.Melaartın belirlediği gibi, bal peteği mimari tarzıyla oyulmuştur. Ayrıca bizim hep düşündüğümüz ve sürekli yazdığımız eski kavimler, Peribacalarını kutsallaştırdılar ve onu adak taşı Huvaşi olarak benimsediler, fikrinin Erdemesin'deki Kabristanda günümüzde bile yaşadığını görmek çok ilginçtir. Burada mezar taşlarının hemen hepsi, ikinci bir taşla kalpaklı hale getirilmiş ve tam bir Peribacası yapılmıştır.
Yaşayan birbaşka adet, al renkle ilgilidir. Çatalhöyük’te M.Ö. 7000' de yaşayanlar evlerinde hep kırmızı aşı boyası kullandılar. Günümüzde ise Anadolu "Al" renkle yatıp, onunla kalkar. Gelin allı duvakla evlenir. Kilimlerde al renk hakimdir, al kurban kanı uğur getirsin diye alına sürülür. Türkülerde, halaylarda al sözü hep geçer, Ürgüp'ün Allılar, yeşilliler, morlular halay havası Çatalhöyük le tam bir benzerlik gösterir. Çünkü bu antik sahada hakim rengin al olmasına rağmen, duvar süslemelerinde yeşil ve mor'un da çokca kullanıldığı görülmüştür. Al renk, Ennik dediğimiz "Rubia Tinctorum" adlı bir bitkidir.
Bu yazıyı yazmaktaki amacımız günümüz Tahar halkıyla, tarihteki Hint Avrupa dilini konuşan Toharlar arasındaki ilişkinin boyutunu araştırmaktır. Ben arkeolog değilim, bu yazıda zaten arkeoloji yazısı değildir. Hepsi kaynaklara dayanan, amatör zevkle fotoğraf çekiminde görülen şeylerin birleştirilip yazılmasıdır, bir bakıma yazılımıdır. Tahar köyünün tarihi önemini köylüler zaten bilmektedirler. Her yıl oradaki antik ören yerinde yemekli ve eğlenceli bir gün düzenlenir. Programı düzenleyen o köyde geçen yıllarda kurulan Yeşilöz köyü dayanışma derneğinin yöneticileri, bunların arasında aynı zamanda Nevşehirde ve başka kentlerde araştırma görevleri var, geçmişteki Taharlılarla, günümüzdeki Yeşilözlü Taharlıları, bağdaştırıp "Taharlılar tarih içerisinde köklerinin orta Asya' daki kültür alanlarından yani M.Ö. 700-100 lerden geldiğini, madencilikte son derece usta olduklarını, Osmanlı devletinin onları ülkenin değişik yerlerine dağıttığını yazmışlardır. Biz kimin onları dağıttığını yazdık. Herhalde daha derinlere inmek onların bilgilerinin boyutunu aşmış olmalı. Ürgüp'teki ticaret odasını neşrettiği Ticaret gazetesinin Ağustos 2001 ve 50 nci sayısında Karlık köyüyle ilgili bilgilerde Karain, Tahar, Karlık tarihinin bütünlük arz ettiğini ve bu kesimdeki tarihin kesinlikle buzul çağına uzanması gerektiği bilgisini vermiştim. O taraflarda yol yapımı ve Devrentlerin genişletme çalışmalarında bir çok harabenin göz göre bilinçsizce ortadan silinmesi bizim yüreğimizi burktu, ama ne yazık ki, kimseye de söz dinletemedik.
Bütün bu yazdıklarımızdan şunu anhyoruz. Ürgüp Hodul dağı merkezli bir kesimde bizim henüz içimize sindiremiyeceğimiz kadar Büyük bir Kapadokya tarihi yatıyor. Adı Kummiya, Komana, Kıpçak, Karlık, Saplit, Kuş ne olursa olsun bu bir Tahar kültürüdür.
Oldukça zor şartlar altında hayatiyetlerini binlerce yıldan bu tarafa kesiksiz olarak sürdürüp,ticaret, tarım, hayvancılık gibi işleri başarıyla yaparak, aynı zamanda dünyayı boydan boya katedip Kapadokyada kazandıkları kültürü uzaklara taşıyıp, günümüzün bilgi kaynağının temelini Çatalhayükte, Alacahayük'te, Aşıklıhöyük'te oluşturmuşlardır. Bazı tarihçilerin Saka boylarından diye yazdığı Anadoludaki Tahar kültürüne ışık tutan şeyler, kayalara, taşlara oyulmuş simge ve sembollerdir. Onlar hakkında kutsal kitapta ve İmparator Agustus zamanında Roma çağında yazılmış önemli belgelere rastlıyoruz.
Ancak o bilgiler Bodrumlu tarihçi Heredot, Amasyalı Strabon, Bizanslı tarihçi Prokopios'la hiçbir zaman tam netlik kazanmamış, aksine üzeri örtülü bir gizlilik taşıyıp, Hitit Kapadokya tabletlerinin bulunduğu 19 ncu yüzyıla kadar esrarını korumuştur. Seramik yazıtların çözülüp okunmaya başlanmasından sonradır ki, Tevrattaki Hititlerin Anadolu'daki uygarlık kuran bir halk olduğu anlaşılıp, detay bilgilerde Komana halkından bilgilerin yanımda onların Kuştaşbi, Targu, Gök gibi kralların adlarını da dil bilimciler çözmüşlerdir. M.Ö. 5000 e tarihlenen Komana ve Koramada konuşulan ve Neşa diliyle akraba olan Luvi'ce yani Toharca yazıtlarını ve metinlerini Henrich Otten ve Emmanuel Laroche, 1959 da toparlayıp yayımlayarak bilim dünyasının dikkatini çektiler.
Bilgilere ulaştıkça, okuyup öğrendikçe bir soru aklımıza takılabilir. Peki Anadoluda konuşulduğu bilinen halkının hala varlığı söz konusu olan Toharların diline ne oldu da konuşulmuyor? Elbette unutulmuştur. Taharları anlatan bazı metinler Toharca elyazmaları ve belgelerin orta Asyada M.S. 1900 yıllarında bulunduğunu biliyoruz. Araştırmacıların nereden gelip, nereye yerleştiklerini tartıştıkları çinlilerle beraber yaşayan bu halka yapılan baskılardan dillerinin ortadan silindiği sonucuna varmışlardır. Arkeologların kopyalayıp çözmeye çalıştığı Sarıkayalardaki yazıtın Toharca olması gerekir. Yurdumuzdaki uzmanların şu ana kadar okuyamadığı yazılar, dış ülkelerde de tam anlaşılmamış, orada bilinmeyen bir Kapadokya dili olduğu söylenmiştir. Osmanlılar tarihi bir yanılgıya düşerek, onları Kapadokyadan yurdun değişik bölgelerine göçe zorlamış olabilirler. Yurdumuzun neresinde Tahar yerleşimleri var, doğrusu merak ediyorum. Belki de baskılar sonucu Amazdan göçen en son küçük gurubun, şu an izi bulunamıyor, Hititçeyi aynı tarihi dönemlerde gittikleri ülkeye taşıdıklarını orada dilin en son kalıntılarının başka dillerin etkisiyle ortadan silindiğini de düşünebiliriz. Selçuklu döneminde yaşayan Anadolu erenleri Mevlana Celalettin, Hünkar Hacı Bektaş-i Veli, Yunus Emre, Taptuk Emre daha başka din, alim ve ulemaları Kıpçak, Kuman bağlantısını, kendileriyle kan bağı yakınlığını, Bizans baskısının nedenlerini çok iyi bildiklerinden, farklı dini inançlara sahip bu halkı yeni baştan kazanıp Anadoluda Türk bütünlüğünü sağlamakta zorlanmamışlardır.
Ka, hecesi eski dillerde sağlam yer, zemini anlatıyor. Eğer Taharka dersek, kayalıklar arasına yerleşen ve orayı yurt tutan bir halkı ve onların mekanını anlarız. Katakka da aynıdır. Yeşilhisar Komanasının yerleştiği vadinin kayalık uzantısında ve başındaki yerdir. Hattilerin Kheatu adlı kutsal anasını ve günümüzdeki eski bir yerleşim yeri olan Kavak köyünün bulunduğu tarihi kesimidir. Bir de piramitleriyle ünlü eski Mısır'da 25. nci sülaleden Tahar'ka adlı M.Ö. 689-663 5.nci kralı vardır. isim tam Anadoluyu çağrıştırır. Kapadokyanın her devirde tam anlamıyla ticaret sahası olması, tüccarın tüm engelleri aşarak, biraz zor da olsa, Asyaya, Sümere, Avrupa ya, Fenikeye ve Mısıra mal taşımaları, Asur ticaret kolonilerinin Kültepe Karumunda ki yerleşmelerine benzer bir hayatın Mısırda yaratılarak, sivrilen ve sevilen bir aile ferdinin kral olup Mısırı yönetmesinden doğal ne olabilir ki? Üstelik orada da Kuş'ilerin olduğunu unutmayalım. Şarlı yani Komanalı Şar'ri Kuş'şuh da  Kargamışlı bir kralın adıdır.
Arpalar frig iken,
Ören şehir iken,
Hudul billur bağ iken,
Karaburcu çubuğunun dibinde,
110 yaşındaki oğlum,
Soğuktan buydu,
Yaşamını yitirdi.
Taharılıların dilinden düşürmediği bu bilmece nitelikli ve mitolojik karakterli "Hamtraş" adlı deyim, orada uzunca ömür süren temizliğine son derece düşkün önemli bir kişiyi ve oğlunu hatırlatır. Onların Hitit krallarından Tahar'vaili ailesinden başkası olmadığı, Tahar halkının Hititlerde en yüksek makama erişen krallarını şiirle ölümsüzleştirdiğini, anısını günümüzde bile kesiksiz yaşattığını ve canlı tuttuğunu görmekteyiz. Hitit geleneklerine göre ölen bir kralsa eğer, onun kabri doğduğu belde idi ve orada kutsallık taşıyan bir tepeye ve kesime gömülürdü. Başkentlerde mezar görülmemesinin nedeni budur.
Çok değil, daha 30-40 yıl önce koyun ve keçilerin bacağındaki incikten çıkarılan bir kemikle aşık oynardık, evimizde tandır vardı. Evlerimiz sedir ve seki tarzıyla oturuma hazırlanmıştı. Annelerimiz saçına eline ayağına al kınalar yakardı. Yemeklerimiz çamurdan yapılan kap, kacakla pişerdi. Halı kilim dokunacağı zaman, dağdan, taştan kök boya sökerdik. Yağmur duasına Hodula gider, Allahtan rahmet diler oradaki yatırın ruhuna fatiha okurduk. Bağbozumuna hep birlikte çıkar, getirdiğimiz üzümleri şırahanelerde ayakla ezerdik. Sokularda bulgur döğer, elimize geçen yumurtaları tokuştururduk. Bu yaşam tarz Kapadokyadaki Çatalhöyüktete ve Hititlerde aynen yaşandı. Bütün bunları dikkatle izleyen ve araştıran ingiliz arkeolog Colin Renfrew, dayanamayıp, meslektaşlarına "yazdığınız ve yaptıklarınız tümüyle yanlıştır. Hititlerin Anayurdu Orta Anadolunun ta kendisidir. Onlar kesinlikle başka bir yerden göç etmediler, aksine hep burada yaşayan yerleşik bir halktı." diyerek bizim de aynen düşündüğümüz gibi, tarihçilere unutamayacakları bir ders vermiş oldu.
Tarih öncesi çağlardan günümüze, Anadolu mis gibi Türk kokuyor. Araştırınca adım başında onlara rastlıyorsunuz. Simge ve sembolleriyle, Hititlerin Hurri, Şerri boğalarının alnındaki muska motifinden esip ve Tahardaki gözlem evinden doğarak Siriusu anlatan ana tanrıçanın altı köşeli Tarık yıldızıyla adı da biz Türkleri çağrıştıran, Hitit kralı Tarku'muvanın mühüründe gücün, iyiliğin ve doğurganlığın Hiyeroglifi üçgen teslisle, Selçuklu Anadolu anltlarında 6-8-5 köşeli yıldızlar ve kanımızm rengi Albayrak üzerinde durmadan dalgalanan Hilal ile, hep var oldu ve var olmaya sonsuza dek devam edecektir.
Hititlerde toplu olarak yağmur duasına çıkılan ören kentin adı, Sippa'lan da, bu isim bana at, eşek, katır yetiştiren becerili bir yerleşim birimini düşündürüyor. Zaten Taharlılar tarım, ceviz, arıcılık konusunda uzmanlar. Şimdi 5 km. ötedeki kendi köyümKarlıkta bana soracaklar: Yaptığm bu araştırma ile bizde mi Taharlı olduk? Avcılar bilir, her yamacın kekliği biraz farklıdır. Nerede ucu kıvrık Sivastika varsa, Almanca "Haken kreuz" bilimsel adı, Tahar Sembol, bilin ki orası Tahardır. Ben o simgeyi Karlıktaki üst kaya kuşaktaki bir mağaranın giriş kapısında gördüm.
Biz araştırmıyor, okusak ta fazla üzerinde düşünmüyoruz. Bunu ben söylemiyorum. Eski çağlardan günümüze Anadoluda yaşamış ve halen yaşayan ırkın günümüzde bilimsellik kazanmış adı: Homo Tauri'kus" ya da, "Ön Asya" ırkı olarak tanımlanmaktadır.
KAYNAKÇA
1. Aksoy İsmet, Ürgüp Dergisi, 2. nci sayıdan 34 ncü sayıya kadar.
2. C. Cream Tanrıların Vatanı Anadolu
3. Childe Gordon. Doğunun Prehistoryası, Kendini Yaratan İnsan,
Tarihte Neler Oldu?
4. Gökovalı Şadan. Anadolu Mitolojisi.
5. Lloyd Seton. Türkiyenin Tarihi.
6.Aksoy Nihat. Antik Türkiye. Roma baskılı (çeviri)
7.Dinç Dilek; Çağlar Boyu Boynuz Formunun Anadolu Seramik Sanatında Kullanılışı.
8. Gumbutas Maria. The Language of The Goddes.
9. Akurgal Ekrem Anadolu Kültür Tarihi.
10.Melaart  James;Anadolu'da Bir Neolotik Kent: Çatalhöyük.
11.Umar Bilge; Türkiye Halkının İlkçağ Tarihi.
12. J.P. Mallory. Hint Avrupalıların İzinde.
13. Aktüre Sevgi. Anadoluda Bronz çağı kentleri.
14. Köprülü Fuat. Türk Edebiyatında ilk mutasavvıflar.
15. Turan Osman: Selçuklular Tarihi
16. Örs Hayrullah; Musa ve Yahudilik
17. Uhlig Helmut. İpek Yolu.
18. M. İlmiye Çığ. Bilim ve Ütopya Dergisi, Muhtelif Yazıları
19. Alp Sedat. Hititler, Hitit çağında Anadolu.
20. Herve Rousseau. Dinler Tarihi ve Sosyal İncelemeler.
21. Strabon ve Heredot Tarihi.
22. Şener Cemal Türklerin Müslümanlıktan önceki dini.
23. Gordlievski: Anadolu Selçuklu Devleti
24. Georg Ostrogorsky: Bizans Devlet Tarihi.
25. Günaltay Şemsettin. Yakın şark Anadolu. Ansiklopedik Araştırmalar.
Kapadokyadaki Kavak (Katakka) Karlıktaki oldukça eski kayadan oyma sarayları Hitit kralları kullandılar. Oradan din merkezi Komanaya gidip ayinlere katıldılar. Haşin bir yapıya sahip Tharvaili kral olmadan önce zıpkıncıbaşı babası Zuru ile birlikte sürgüne yollandı "Hamtraş" deyimindeki donma olayı o zaman yaşanmış olabilir. Hodul dul kutsal bilinen Tahar soyundan Komanalı Halise Kadının (rahibe) mezarının bulunduğu 1950 metre yüksekliğindeki dağdır. Anadolu her devirde statik toplum yaplsına sahiptir. Göçlerle bu topluma başka kavimlerin zaman içinde karışıp kaynaşması normal kabul edilmelidir. Her dönemde farklı gerekçelerle devlet otoritesi halkları yer değişimine zorlamış olabilir. Örneğin, Damat İbrahim Paşa 1728'de Fraktin'de yaşayan Karacakurt ve Deliler oymaklarını Nevşehir'de mecburi iskana zorlayıp Muşkara'yı canlandırmaya çalışmıştır. Z. Korkmaz; Nevşehir Y. Ağızları s. 10.
26. Türkmen Kemal Talih. Bilinmeyen Kapadokyadan bir kesit.
İSMET AKSOY 2003-2004


FOTOĞRAFÇILARIN UĞRAK YERİ
KAPADOKYA VE ÜRGÜP
Üçüncü jeolojik devirde yani günümüzden 60-65 milyon yıl önce dünyada bir hareketlenme oldu. Bu olayın bilimsel adı Alp sistemidir. Yerküre sıkıştı ve Toros sıradağları yükseldi. Yükselen kesimde volkanik faaliyetler başladı. İrili ufaklı bir çok tepeyle birlikte  Erciyes ve Hasan Dağı söz birliği etmişcesine küllerini gökyüzüne savurdular, günümüzde doğanın volkanik mucizesi olan Kapadokya’yı  meydana getirdiler.
Dünyanın hiç bir köşesinde eşi ve emsali bulunmayan yöre, gerek amatör, gerekse profesyonel  anlamda fotoğraf çekenler için bitip tükenmez bir kaynaktır. Biraz zahmet çekilerek turizme henüz açılmamış gidilmeyen kesimlere doğru yürünürse, anılarda sürekli iz bırakacak insanı büyüleyen doğal manzaralarla karşılaşmak her an mümkündür.
Kapadokya’da fotoğraf çekmek ve büyüleyici doğal güzellikleri yakalayıp arşivlerini genişletmek  için yola çıkan fotoğraf tutkunları yola çıkmadan önce meteorolojiden haftalık hava raporu konusunda bilgi edinmelidirler. Zira kurak yaz günleri dışında Kapadokya' da  ışık her zaman uygun durumda olmayabilir. 1000-1500  metre yüksekliğe erişen ve doğal güzelliği barındıran vadilerde  yürümek yağmur ve çamur yüzünden zorlaşır. Üstelik bölge bazı yıllar müstesna karlı kış havasını tümüyle yaşar.
Burada kış mevsiminin de kendine özgü güzellikleri vardır. Güneşin farklı şekilde yansıdığı volkanik arazideki sarı, mor, kırmızı renkleri beceriyle kullanacağınız objektifler belirler ve bu şekilde umulmadık fotoğraflar ortaya çıkar.
Şurası unutulmamalıdır, çok önemlileri dışında Kapadokya’da vadiler ve SİT alanlarının tümüne arabayla ulaşmak mümkün değildir. Bölgenin bilinmeyenlerle dolu olması fotoğrafçılar açısından bulunmaz fırsattır.
Yöreye yeni giden fotoğrafçıların değişik ve orijinal anlamda kompozisyon yakalamaları istenirse, yol ve iz olmayan derin vadilerden çıkış zorluğu, zamanlama işini alt üst edebilir. Bir kaç saat diye tasarlanan vakit, eğer sabahleyin yola çıkılmışsa karanlıklara doğru sarkar. En başta çarpıcı güzellikler o vadilerde insana zaman mefhumunu unutturur.
Derin vadilerde zevkle fotoğraf çekerek doğayı tümüyle yaşamak istiyorsanız bir arkadaşınız olsun. Çıkış yolu zorlukla bulunan vadilerde yorgun olmak pek işe yaramayabilir. İşinizi çabuklaştırmak isterseniz, yöreyi iyi bilen rehber nitelikli gençlerden faydalanabilirsiniz. Son yıllarda fotoğraf sanatına ilgi, turizmi tüm yoğunluğuyla yaşayan Kapadokyalı sanatseverler arasında da bir hayli artmıştır. Eğer mümkün olur, gruplar halinde yola çıkılırsa özel gösteri programları düzenleyerek "Bilinmeyenler" onlardan öğrenilebilir. Bu kişiler çalışmalarınıza az da olsa katkıda bulunabilirler.
Kapadokya'nın fotoğrafçılar için zenginliğini anlamak için yörede yaşayıp amatör olarak fotoğraf çalışmaları yapan arkadaşların şu sözü gitmeyenlere bir fikir verebilir: "Ömür biter, Kapadokya bitmez."

İSMET AKSOY- FOTOĞRAF DERGİSİ sayı 24, Nisan Mayıs 1999

ANTİK ÇAĞLARDAN GÜNÜMÜZE ÜRGÜP MUTFAĞININ SEÇKİN YEMEKLERİ, HATTİLER VE "MAN-TU"
 Anadoluda herhangi bir kesimin ve yerleşim yerinin konumunu ve antik­ çağ tarihini araştırmaya kalkarsanız çok büyük güçlüklerle karşılaşırsınız. Bulunduğunuz yer kültür merkezlerinden uzaksa, araştırmalarınıza temel olacak­ kaynak bilgilere ulaşmak güçlüğü vardır. Bunun yanında yerel halkın sosyolojik yapısı yeni bilgi ve bulguları benimseyip onun gerçekliğine tam sahip çıkacak düzeyde değildir. Hepisinden önemlisi çevrenin dokusunda görülen tarihe, ışık tutacak antik bulgular konusunda halkın bilgisi, bilimsel araştırmalara uyum sağlamaktan uzaktır, ya da öyle olması istenmiştir. Yani çoğu araştırmayı kolaylaştıran değil, çetrefil hale sokan, halkın kendi inançları doğrultusunda yapılmış, yaratılmış masalsı rivayetlerdir. Gezip dolaştığınız yerde onlara binlerce yıl önceki bilimsel verilerin en dişe dokunanını anlatmaya kalkarsanız beklemediğiniz bir tepki görebilirsiniz. Bu tepki bazen umulmadık yerden, çoğu bayağı okumuş insanların farklı görüşleriyle ortaya çıkar ve yaptığınıza, araştırdığınıza nedamet duyar "bırak eskisi gibi kalsın" diyebilirsiniz.
Son zamanlarda turizme  gönül vermiş insanların  Anadolu'nun geçirdiği dinsel evreleri bilerek ortaya koyduğu "inanç turizmi" çabasının yayın organlarında gördüğü beklenmeyen tartışma, bu konudaki aczimizi, sıkıntılarımızı, bünyedeki rahatsızlığı açığa çıkartıyor. Aklıselim insanların ülkeye bir şeyler kazandırmak için çaba ve gayretini toplumun en hassas olduğu bir konuya doğru çeker ve tartışmaya açarsanız, bünyede rahatsızlıklar ortaya çı­kabilir. Hele bu işte turizm sözkonusu ise, tartışmalarla yabancı geliyor diye milyonlarca yıl önce oluşmuş doğa harika1arı peribacalarının varlığından rahatsız olan katı ve dar görüşlü insanların durumuna düşersiniz. Bazı bilgilerde ölçü ve kıyaslama olmalıdır. Ben yıllar önce Avrupa'ya gittim ve oradaki yerleşik halkın Anadolu'dan giden misafir işçilere inançları ve töreleri doğrultusunda yaşamaları için hazırlanan kolaylığı görünce şaşırmadım desem yalan olur. Tanıdık arkadaşlarım gittiğim şehirlerde bana oradaki kültürel çalışmaları, ibadet özgürlüğünü ve inşaa etmeye başladıkları mescit ve camileri övünçle gösterdiler. Örneğin Viyana'da henüz bitmemiş Tuna nehri kenarındaki Büyük cami beni oldukça etkiledi.
Turizm günümüde tarım ve sanayi düzeyinde eşdeğer bir sektör olmuştur, şu an ülkemize on milyon turist gelip 8 milyar dolar bırakıyor. Bir çok insan bu sektörde çalışarak ekmek parası kazanıyor. Ayrıca bizler bu işi tam 50 yıldan beri yapıyoruz, gelişip oturmuş bir başarılı sektör var ortalıkta, turizm olgusuna sırtını dönmüş yerleşim yerleri bir kaç yüzyıl geriden g­iderek çağın olanaklarından  yararlanmak şöyle dursun, bir ilkelliğin içinde adeta bocalıyor, varlık gösteremiyor. Bunu anlamak zor değildir. Turizm'e inanmış Ürgüp'ü ve farkını basit bir karşılaştırma her zaman ortaya koyar. Turizme bir kültür alışverişidir. Kültürü gelişen halkın kişiliği de değişir. Kişilikli insanlar ne yaptığını bilen, aklıselim kitlelerdir ve zaafiyet göstermezler. Ürgüp aydın ve çağdaş insanlarıyla Anadolu'da önder bir kenttir. Umarız savsatanın ve katılığın dışında hep önder kent olmaya devam edecektir.

YEREL TARİHİMİZ
Geçen  sayımızda okuyuculara bıkkınlık yaratabilir düşüncesiy1e tarihi araştırmayı bir kenara bırakıp, birazda güncellik taşıdığı için Refik Başaran'ı anmıştık. Ürgüp Dergisi bizim için bir hazinedir. Bunu anlamak için yüksekokullarda okuyan öğrencilerin bitirme tezlerine temel olan bilgilerin araştırılma aşamasında, neşredilmiş eski sayılarının bulunması isteği yeterli kanıttır. Birçok gencimiz dergiden yararlanıp, hazırladıkları tezlerini yüksek puan alarak, okullarını başarıyla bitirmektedirler.
Ben hep yazıyorum. Kapadokya  ve Ürgüp muhteşem bir tarih hazinesidir diye. Tarih yazılırken ilk önce Kapadokya'yı kim anmışsa, onu iyilikle yad etmek lazım. Bir çok tarihçiye göre Kapadokya adı M.Önce 800'de başlar. Yani bu bir Phryg adıdır ve ondan önceki dönemleri güya kapsamaz. Oysa bir bilgin Kayseri Kültepe'de bulunan Asur ticaret kolonilerine ait tabletlere ve Hitit yazılı  belgelerine "Kapadokya  tabletleri" diyerek bir tartışmaya nokta koymuştur. Bölgeyi tam anlamamıza yarayacak olan bu ad, ilk başlarda Katupatuk, Katpatuk, Kappadokya şeklinde zaman içinde değişerek günümüze ulaşmış oldu.
Biz Kadı kalesi denen tepenin antik çağda  Katu-Gala olduğunu yazdık, durduk. Bu adla birlikte Kapadokya hakkında doyurucu bilgi verilmediğini düşünerek, yeni araştırmaların ışığında Ürgüp tarihinin  ne kadar eskilere uzandığını anlatmak bakımından, bilgilerin yeniden gözden geçirilmesi gerekiyor. Biz Anadolu'nun yerli halkına Hattiler, M.Ö.2000 yıllarında Kültepe'de temeli atılan uygarlığa Hitit'ler diyoruz. Mısır kayıtlarda hattilere Kheatu denmektedir. Okunurken bu kelime dilimizde Ka-tu olur. Antik dilde Ka; yüce ruh, yeryüzü ve sunmak, an , gökyüzüdür. Tu; Asya'da Anadolu'da tarihe dağ ilahı olarak geçmiştir. Katu ilahi öz, mabet, balkovanı, inşaa etmek anlamına antik dillerde yer almıştır. Yazıp çizerek tarihçiler şimdiye kadar Hatti sözcüğüne bir açıklık getiremediler. Bizce  Katupatuk'daki ilk heceyle yani katu sözcüğü ile Hatti uyum sağlamaktadır. Pa, ev ve kale anlaşıldığına göre, tu hecesiyle birleştirilince, zaman içinde buralarda yurt, yuva kurmuş Asyalı bir halkın düzenini ve ülkesini anlarız. Türkçemizde yer alan kavil, kaya, kainat sözcüklerinde yer alan ka hecesi bize birşeyler anlatır zannediyorum.
Kadı kalesiyle ilgili Ürgüp halkı arasında yaptığımız bir araştırmada bu kalenin kadınlara ait bir kale olduğu, çok eski zamanlarda Kayseri kralının kızı "Cihan Ebru"nun orada oturduğu hikayesi günümüze ulaşmıştır. Hattilerdeki yer yüzünün dağ hakimesi Katu'vana ile Cihan ve ebru uyum sağlamaktadır. Politeistik çok tanrılı inançta Katuwana'nın sembollerinden biri Gökkuşağı ve onun renkleri idi. Burada biz ebruyu renk yumağı sembolü olarak anlayabiliriz.
"Ah bir kalemiz olsa, hükümranlığımızı ve sınırlarımızı genişletebiliriz." diyen  "Bizim kalemiz taştan ve kayadan" Kültepe'yi kastederek "Düşmanımızın ki kumdandır." Diyerek bulundukları yerin korunaklı olduğunu anlatan, "Biz bir kaleden öbür kaleye yeraltından kutsal geçit yaptık, kalemizi de onardık" diye övünen Hitit kralları hep Ürgüp'teki kaleleri anlattılar. Tarihle ilgili araştırma yaparken, orijinal bilgi ve bulguları değerlendirmeye çalışıyoruz. Klasik tarih hemen herkes tarafından bilinen, yazılandır. Klasik tarih bilgisiyle bir yere varmak olanaklı değildir. Avcılık, atıcılık, yerleşik düzen, taş devri, tunç çağı, Hatti, Hitit, Phryg, Roma, Bizans, Selçuk şeklinde yazar, işi bitirirsiniz. Oysa biz yöremizi ve kentimizi ilgilendiren belgeleri derinlemesine irdelemek için çalışıyoruz.

  "MAN-TU" NEYİ ANLATIR                                                         
Bir yazımızda Antik çağda Ürgüp'ün orta yerindeki kaya kütlesinin adının "Tumanna"dan Temenniye dönüştüğünü yazmıştık. Ayrıca Çimenli kayasının pazaryeri çıkışına doğru sol uçta bir Güneş diski kabartmasının varlığından söz etmiştik. Bir de Kadı kalesinin sol tarafındaki camiye yakın kayada kırmızı aşı boyası ile resmedilmiş ilkel tarzda ejderhanın öldürülüş sahnesi vardı. Temenni kayasının ön yüzündeki boynuz ve ay sembolünden yola çıkıp, Ürgüp'te sonsuz bir tarih zenginliği olduğunu, burada yaşamış olan kavimlerin Anadolu'da yaratılan uygarlıklarda etkin rol oynadıklarını anlatmaya çalışmıştık. Tumanna bir dağ tanrıçasıdır. Kadı kalesindeki Katu ananın zaman içinde değişip kaynaşmış bir başka adı. Arkeolojik çalışmalarda bulunan Hitit tabletlerinde Anadolunun bin tanrılı bir ülke yazıldığını biliyoruz. Buna antropomorf yani insan biçimli tanrılar inancı denmektedir.
Eski çağ inanışına göre ilahlar insana benzeyen varlıklardır.  Onlardan daha kuvvetli  daha güzel, ebedi olarak temayüz ediyorlardı. İnsanlar gibi bazıları  erkek, bazıları kaldın olan ilahlarda sevinç ve elem duyar, yaşamak için yer, içer evlenir ve çocukları olurdu. Hiddet ve şiddetleri, hırs haset ve intikam hisleri insanlardan kat kat fazla idi. Kendilerine dinamizm ve gençlik veren "nektar" hayat suyu içerlerdi. Nektar denilen içkinin adı "baal'su" diye geçiyor. Ağaç ve kabuğundan söz edilen bu içkinin Meyankökü ya da bal şerbeti olduğunu düşünebiliriz.  Mapravaş denilen etli bir yemekleri vardır. Assur ka­yıtlarına göre Ur ve Ninova'da tanrılara sunulan özel bir yemek olduğundan söz edilmektedir. Bunu anlamak zor değildir. M.Ö.3000-2000 yıllarında Anadolu'ya gelen Assur ticaret kolonilerinin bizlere öğrettiği kutsal Aşşure yemeği bu özel yemekten birisidir. Asur sözcüğü iki s harfiyle yazıldığı zaman Aşşur diye okunur. Anadolu çok tanrı inancındaki sunum yemeklerinde farklılıklar ve ayrıca da vardır, olmalıdır. Kutsal günlerde tanrılara sunulan 180 çeşit ekmek olduğu düşünülürse, bunun içinde mayalanıp biraz bekletilen ekşi ekmekte var, kutsal yemekler genellikle unlu maddelerden yapılan ve hazırlanan yemeklerdi. Yukarıda  anlatmaya çalıştığımız, ne zamandan beri yapıldığını tam bilmediğimiz mutfağımızın en değerli yemeklerinden biri olan Mantı olamaz mı?
Kayserililerin her fırsatta kendi mutfaklarının başlı yemeklerinden biri olduğunu öne sürüp ona sahip çıkmalarının, bir zamanlar Ürgüp'ünde Kayseri iline bağlı kazalardan biri olduğunu nazara alarak mantı yemeğinin doğuş yerini tam belirlememiz gerekiyor. Yemek deyip geçmeyelim. Bu büyük bir kültürdür ve uygarlıklardaki zenginliğin bir başka ölçü birimidir. Araştırmacı yazarlarımızdan İsmet Zeki Eyüboğlu, Asya insanının yoğurt dışında yemek yapımında fazla usta olmadıklarını yazmakta, aksine çok eskilerden günümüze Anadolu mutfağının zenginliğini anlatırkende pilav, kebab, köfte, dolma, baklava, kadayıf, keşkül, şerbet, muhallebi, çorba, revani, güllaç, kaygana, salata, peynir, zerde gibi yiyeyek ve içecek türündün yemeklerin Asya Türkçesinde olmadığı gibi, Asya Türklerince de bilinmediğini yazar. Bizim araştırmalarımız, yukarıda çeşitlere katılmayan, ancak hayatın her safhasında Anadolu'da her zaman zevkle yenilen birkaç önemli yemeğin tarih uzantısını araştırmak ve kaynağını bulmak olacaktır.
Çocukluğumuz Ürgüp'e bağlı Karlık köyünde geçti. Annem bize sık sık çeşitli mantılar yapar, evin bir köşesinde iki taş arasına yapılan ocakta bir kaç çıtırgayla çabucak pişirilen mantıyı önümüze koyardı. Diğer yemekleri yaparken biraz zorlanan annem oldukça beceri ve zaman yemeğini yaparken yorulmaz, güçlü kuvvetli olmamız için bu yemekleri yemenin gerekli olduğunu anlatmaya çalışırdı. Mantının günümüzdeki kadar ün kazanmadığı o yıllarda, bizim evde yapılan mantılar, etli, yuğurtlu, yalancı, tıktık, peynirli, mangır, erişte, peravu diye söylenirdi. Annem bazen çokça yapar, güneşte kurutur, beklenmeyen konuklar gelirse, çabucak önlerine getirirdi. Benim tercihim pilavla turşudan yanaydı. İlkokula gidip aklımız ermeye başlayınca, mantı adının nereden kaynaklandığını, neden mantı dendiğini araştırmaya başladım. Mantının giyilen manto ile bağlantısı var mı? Neden aralarında söz benzerliği var, giyilen şey yenir mi? Benzeri sorulan sorulara verilen yanıtlar "biri yenir, öbürü giyilir"in ötesinde değildi. Yalnız bazı yaşlılar peravunun mantıdan çok daha eski olduğunu atalarından duyduklarını söylüyorlardı.
 Ticaret ve iş için Kayseri'ye sık sık giden babamın o yıllarda tanıdığı dostlarına kuru üzüm, köftür, kurutulmuş mantıyı armağan olarak götürdüğünü ve oradan pastırma, sucuk getirdiğini çok iyi hatırlarım. Madem köyümü ve anamı anlattım, araştırma merakımın nereden kaynaklandığını ve bulunduğumuz yerde verilen tarihi bilgilerin çarpıklığını ve berraklık kazanamadığını anlamak açısından hayatımın akışını etkileyen bir kısa konuşmayı buraya aktarmakta bir sakınca yok sanırım. Bir gün, "Ge1 bakalım, okulda neler öğreniyorsunuz? Bana biraz anlat" diyen babama, "çok şeyler, örneğin bizler Anadolu'ya 1071 yılında yapılan bir savaştan sonra yerleşmişiz." Babam hiç tereddük etmeden "olamaz" deyip bana karşı çıktı ve nedenini anlattı. "Bak evladım kirizme yaparken, evimizin önündeki şu tarladan çıkan yapı taşlarını ve yerin altından çıkan kaya damlarını anlamaya çalış, burası bizim mezar tarlamız, 800-900 yıllık bir geçmişi olabilir mi? Burada binlerce yıllık bir tarih var, tabii gelmiş olabilirler, Asya'da türk dolu. Ama biz çok önceden buradayız." Babam haklıydı, çok geçmeden hemen üzerimizde bir başka tarla sahibi tarlasını düzeltirken, içinde yüzlerce hayvanın barınabileceği devasa bir ahırı ortaya çıkardı.
Mantı ya da Mantu nedir? Ona bakalım. 27. Sayımızda bir Hitit kızı Maatneferruden bahsetmiş, M.Ö. 1269 yıllarında Mısır'la imzalanan barış anlaşmasından sonra III. Hattuşili'nin (Katusar) kızını eş olarak II. Ramses'e yolladığını yazmıştık. Mısır sarayında başkadınlığa yükselip sarayda söz sahibi olan Neferure'nin Anadolu'yu unutmadığını, oradan baba yurdu Ürgüp'e gelip yazı burada geçirdiğini ve oradan Amon-ra ve Horus Güneş tanrı inancını Anadolu'ya taşıdığını anlatmıştık. Taşınan sadece Horus Güneşi değildi elbette. İsis ananın "Hat-hor" simgesi de vardı.
Dostluklar ve ilişkiler hep aynı samimi duygular içinde sürüp gitmez, inişli çıkışlıdır. III. Hattuşili'nin kızı ölmüş ve antik Ürgüp'te onun bıraktığı sıcaklık çoktan sönmüştür. Nitekim o zaman ki tarihi kayıtlar incelenirse ilişkilerin iki ülke arasında bir hayli zayıfladığı görülür. Dinine ve ibadetine son derece bağlı yerel halk, Amon-ra inancını tam benimsemiyor, taşınmış inanca zayıf yaklaşıyordu. Belli bir zaman üstünlük kazanan Mısır inancına karşı halkın, Hatti dönemindeki Tuman ve Tumanna inancına sımsıkı sarıldığı görülür. Tumanna yüce ana, Tuman ise erkek tanrıdır. Biraz lokalize olmuş bu tanrılar aslında Anadolu'nun Güneş tanrısıdırlar. M.Ö. 1200'lere gelindiğinde İsis inancı adeta unutulmaya başladı. Ürgüp eski günlerine dönünce kayalara oyulmuş güneş diski kabartmalarına, Tuman'ı ters çevirip, biraz da iğneli, "Man-tu" demeye başladılar. Tarihi terimlerde Güneş simgesine "Mentu" denir. Man ve Tu'nun çok eskilere uzandığı biliniyor. Bu inancın uygarlık merkezlerinin dışında kalan bölgeleri de etkilediği görülür. Bu ara Ürgüp'te görülen A-Mon-Ra'daki Mon, Man'ın Mısırcasıdır. Tu yerine Ra denilerek iki ayrı ilahı birleştirmiştir.
Anadolu, Mısır, Mezopotamya'daki dillerde kelime normları aralık kazandırılıp manada bütünlük sağlanmasına çalışılmıştır. Ürgüp adının yapısal özelliğide buradan kaynaklanır. Ur ve Küp, Ur sonradan oluşan yer. Küp, kutsal yer, ev, mekan anlamındadır. Ur kelimesinden farklı anlamlarda çıktığı görülmektedir. Türkçemizde kalenin de Ur diye söylendiği görülür. Ayrıca antik çağlarda gür akan kaynak sularına Ur'a denmiştir. Bir de Ur denilen köpek cinsi vardır. Bizans döneminde söylenen Prokopi adında anlam kaybı vardır. Bizansta Anadolu'da kurulan Hitit dönemine ait en küçük bir bilgi olmadığı görülür. Bu isim eskiden benzetilerek aktarılmış olabilir. Sami dili Akadça ile Brü latincede sertleşir ve Pro olur. Kopi'nin anlamı kopyadır. Arasıra Brüküp olarak verilen eski Ürgüp adı doğrudur. Bizansta Ürgüp için söylenen Prokopi'nin Procoupe olması gerekir, Ürgüp kopya şehir değil, kayadan oyulmuş antik evleriyle küp şehirdir, buradan tarihte kurulmuş ilk kutsal kent anlamı çıkıyor.
Man, tu, pro, kheatu, vine bize latin dilini hatırlatmakta ve Anadolu'da bir zamanlar konuşulduğu bilinen bu dilin Avrupa'daki dillerle bağlantısı ilgimizi  çekmektedir. Bilhassa M.Ö. 2000'den önce Hattiler ve Hitit dilinde latince kelimeler alabildiğine çoktur. Çek bilgini Hrozny'de Hititçeyi Almanca ile karşılaştırıp çözmüştür. Bazı dil bilginleri Hititçenin kökenini Karadenizin kuzeyine düşen Ukrayna'da aramışlar, sonuçsuz kalınca işi Harran'a götürmüşler, burada da yeterli kanıt bulamayınca, başlangıcın yerli halk Hititlere dayandığı ilkesine sessiz kalmışlardır.
Tarihi kayıtlar, Kayseri, Nevşehir arasında 2 Hitit hieroglif yazıtı ve anıtı bulunduğundan söz etmektedir. Şu halde bu bölgeyi biz çekirdek ve merkez bölge diye boşuna anlatmamışız. Zaten Temenni kayasının ön yüzündeki bereket boynuzunun üzerine konan ayın anlamıda bunu doğrular. Hangi tarihlerde Ürgüp'te yaygın olduğunu tam tespit etmekte zorlandığımız Çimenli kayasındaki disk benzeri Güneş formunu bir zamanlar Ürgüp'ün her tarafında yaygın olması gerekir. Bu disk bazen farklı anlayış içindede oyulduğundan monoteistik tek tanrı inancı benimsenince, varlığından son derece rahatsız olan kimseler onları silmeye çalıştılar, yani yok ettiler. Elbette kaybolan sadece güneş kursları değildir. Tarihimizi, geçmişimizi anlatan en küçük kırıntı bile, nerede ise kazınıp kaybolmaya yüz tutmuştur.
  Güneş disklerinin yanında Temenni'deki antik mabette kayaların altında nerde ise tükenip bitmiştir. İnanın bir zamanlar yola kadar uzandığı görülen antik kutsal eşikte olanları yazsak, kitaplıklara zor sığar. Burada ilkel hayatın kıskacından bunalıp sürekli kavga eden, çatışan insanın akıllı liderler önderliğinde, uygarlığa yürüdüğü, devlet kurarak hayatına çeki düzen verdiği görülür. Hitit kralları Halentuva evine çıkan eşik törenine önem verdikleri için "Merdiven Büyüğü" diye anılırlardı. Soframızdan eksik etmediğimiz iştahla yediğimiz mantı yemeğinin ünü esas yapıldığı yer olan Ürgüp sınırının dışına taşıp, hali hazır turizm tesislerinden dünyaya yayılınca, bir arştırma bizi nereye kadar götürecek ona bakalım.
İlk çağ insanı avcılık ve atıcılık yaparak karnını doyururken, kaynak­larda. meydana gelen daralma sonucu arayışlara girip tarım üretiminde yeni  keşiflerde bulundu.Yabani şekilde yetişen buğdayı, çavdarı, arpayı kültüre  alıp tarlada tahıl üreterek çoğalttı. Bunu yapan Anadolu'lu kadınlar Germir, Einkom, Emmer denilen  buğdayı tarihte yani M.Ö.  7000 yıllarında yerleşik (nedense bu konuda bilim dünyası susar) Kapadokya'daki Çatalhöyük'te ve Hacılar'daki karbonlaşmış şekilde bulunmuştur. Tarımda yapılan bu keşife tarihin dönüm noktası demek gerekir. İnsan yetiştirdiği tahılı sert taşların üzerinde ezerek un yaptı. Bulduğu ateşte pişirip ekmek yaptı, onunla yetinmedi undan çeşitli yemekler hazırlayarak çoluk çocuğunu aile bireylerini doyurdu. Buğdayın keşfinden günümüze mutfak kültürüne durmadan zenginlik kattı, bin bir çeşit yemek ortaya çıktı. Bazılarını yemesek bile adını duyunca iştahımız kabarıyor. Sanki dün yapılmış, yeni öğrenilmiş, mutfağımıza sanki yeni girmiş gibi tüm dostları birleştiren, kaynaştıran, uzakları yakın eden ve midemize bayram yaşatan Ürgüp'ün mantı, peravu, aside, pilav gibi tarihi yemeklerinin kökü kökeni nereye uzanıyor araştıralım.  Aslında Kadı kalesi, Çimenli ve Temennisiyle çağdaş eskilikte olan bu yemeklerin tarihi Ürgüp'te binlerce yıl derinlere iniyor. Şimdi önümüze konunca nasıl iştahla yiyorsak, Ürgüp'te M.Ö. 3000 ve 2000 yıllarında yaşamış hemcinslerimizde öyle yemişler, yani bir bakıma Mantı davetleri vererek, bayram, seyran etmişler. Bizi burada meraklandıran şimdi kullanılan ve mantıya lezzet katan "domates sosu" yerine hangi sosun kullanıldığıdır.
Madem bayramdan söz açtık, yeri gelmişken yazalım. Hititlerin bir önemli buğday bayramı var. .Bayram durup dururken yapılır mı? Bir amaca ve gerekçeye dayanmalıdır. Zafer kazanırsınız, kültürel toplumsal başarılarınız olur ve arkasından  bayram gelir. Hititlerin varlıklarının devamını sağlayan, onları diri ve güçlü kılan buğday ve un bayramının adı "Ezen-şe"dir. Ayrıca "An-tuh-sum-sar" denilen soğan, "Ezen'in bu" denilen meyve bayramları vardı. Bütün bunlardan çalışkan olduğunu anladığımız bu halk buğdayın, arpanın, çavdarında Anadolu meşeeli olduğunu bilerek bayramını yaptıklarıdır. Anadolu'da özel günler hep yemekle anlam kazanır. Ürgüp, mantı günlerini çok çok erken yaşamış ve halen yaşatıyor. Yurdumuzun birçok yerinde farklı yemeklerin şöleni hep yapılır. Örneğin, bir yerde keşkek, bir başka yerde pilav, çorba topluca yenilen yemeklerdir. Insan kendi başına da yer içer doyar ama toplu yemeklerdeki amaç, bir yerde manevi doyuma ulaşmaktır. Aynı zamanda kaynaşmaktır.
Dünyaya ayak basan insanoğlu, bir yaratanın olduğunu düşünerek din mefumuna inanmış, onu kutsarken de mutluluğunu ifade, şükran anlamında yiyeceğini yanında taşıyıp onu paylaşmıştır. M.Önceki çağlarda dini törenlerde yemek ve içki sunumunun zenginliği, günümüz yaşantısına uymasa da paylaşımın en güzel örneğidir. Insan biçimli birçok tanrılara inanan ilkçağ toplumları onları memnun edebilmek için her birine farklı nefasette yemek, içki sunumu yapınca,günümüz Anadolu mutfağı zenginlik üstüne zenginlik kazanmıştır. Yemek kültürü onu hakkıyla yaşayanların erişilmez üstünlüğüdür. Hala elle kaşık kullanmadan ilkel şekilde yemek yiyen insanların ne doğru dürüst yemeği, ne de kayda değer bir kültürü olamaz ve olmamıştır. Atalarımızla ilk önce tahta, sonra gümüş ve altın kaşıkla yemek yedikleri için övünç duyuyoruz.
Bayram törenleriyle ilgili tarihi belgelerde Hititlerin tanrılarına etleri yenilen hayvanları kurban ettikleri, un ve unlu maddelerden yaptıkları ekmek ve yemek çeşitinden ayrı, süt, peynir, yoğurt, üzüm, incir,tereyağı, zeytinyağ, bal ve şarabı adak olarak sundukları yazılıdır. "Ezen-şe" buğday bayramı herhalde buğdayın hasat zamanı yapılmış olmalıdır. Bizdeki harman sonu olabilir. Hitit yazılı kaynaklarının konusu genel anlamda din üzerinedir. Belli ki Anadolu'da karşılaştığımız tanrıya içten bağlılığın ve din tutkusunun temelinde Hitit töre ve inancının mirası bizi derinden etkilemiştir. Etkileyen yalnız din duygusu değildir. Halen konuştuğumuz dilimizdeki birçok kelimenin o çağdan bu tarafa Türkçemize karıştığından doğru, dürüst bilgiye bile sahip değiliz.
Çok tanrılı inançla yaşayan Hititlerin Halentuva denilen mabetlerinde ve Panteonda başta fırtına tanrısı olmak üzere,  binlerce tanrıları olmasına rağmen, çok sık ibadet yapmadıkları biliniyor. Bir yıl içinde 27 önemli bay­ramları olan bu halk sadece bayram günlerinde dinsel görevlerini yerine ge­tirdiler. Bayram günlerinde Halentuva evindeki merasimi çoğunlukla krallar yönetmişlerdir. Bayram günleri kralın geçeceği yollar süsleniyor, aileler o gün için hazırladıkları yiyecek, içecek türünden ne bulmuşlarsa onları merasim yerine taşıyordu. Sunu yemek1erinin öncedenhazırlanmış "Takdim meydanı" na ve kurbanların nereye, nasıl ulaşacağı sıkı bir kurala bağlıydı. Takdim meydanı bize Anadolu'daki günümüzün meydan sofrasını hatırlatıyor. Kurban etleri­nin bir kısmının yakıldığı, arta kalanının köle ve esirlere dağıtıldığı biliniyor. Tabii ki uzun bir töreni gerektiren bu özel günlerde orada bulunanların yiyip içmesi doğaldır. Günümüzde türkülerle söylenen semahtaki Hal lokması deyimi, bir yerde Halentuva törenlerinin kesinkes bize uzantısıdır.
Hititler temizliğe son derece önem veriyordu. Güsül abdestinin onlardan günümüze ulaştığı ve islam inancında katiyetle uyulması gereken bir te­mizlik kuralı olması dikkat çekicidir. Hitit bayramları o gün hangi tanrı ve tanrıçıya, yönelikse, mevsimin önderi kral, küçük kentlerde prensesler, secde ederek işe başlar, halk onu izlemekle yetinirdi. Yağmur duası geleneği de pek değişmedi. Yüksek tepelerde kuraklığa karşı yapılan dua, günümüdekinden çok az farklı idi.
Yakın çağdan başlayıp Mantı teriminin ve bir önemli yemeğe ad olan bu kelimenin kaynağını izleyip, çokça çalışarak, ne zamandan beri Anadoluda konuşulduğunu araştırıp sonuca yaklaşmaya çalıştık. Anladık ki bu kelime tam manasıyla antik bir değer taşıyor ve aynı zamanda Anadoluda yaşanan din inancıyla, kaynaşıp karışmış. Anadoluya akan kafkas ötesi halkların göçü M.Ö.9000 lerde başlayıp Selçuklulara kadar sürüp gitmiştir. Hititler de göç eden kavimlerden birisidir. Onların göç tarihinin başlangıcı M.Ö.4500 uzun yıllar Anadolunun, belli kesimlerinde yaşayıp, siyasal nedenlerle savaşarak, ileride doğacak en büyük uygarlığın temelini atmışlar. O devirlerde gelen kavimlerin içinde Kırgızitler, Safirler ve Turkomenler de var. Yani A'mon, ya da man. Bu kelimenin doğuş yerinin Asya olduğundan şüphemiz yok ve olamaz. Yapılan arkeolojik kazılarda bulunan ilk insanların kutsadığı sonsuza kalacak taşların adı, Men-kü taşıdır. Asya türkçesinde bu Ben'gü olmuştur. Turcomende gördüğümüz Tu inancı, asyatik kalkların en eski inancıdır, tepe ve doruk halkı ve onun kutsadığı tanrısıdır. Ka'yı daha önceki satırlarda yeryüzü ve sunmak şeklinde vermiştik. M.Ö.3000 yıllarında Men inancını biz yukarı Mezopotamya'daki Harran'da, Amon'u Mısır'da görüyoruz. Tarihler Men'tu'yu harp ilahı olarak ta veriyorlar. Tanrı adları yer ve mekana göre isim değişikliğine uğrarlar. Aslında geç Hitit dönemindeki savaş tanrısının adı Zababa'dır. Hititler bir çok tanrı önünde şarap sunumu yaptıkları halde, savaş tanrısının önünde bunu yapmadılar. Demek ki burada savaş yapmak için "ayık kafa" kuralı geçerlidir.
Man'hir de Asya'da taş devrinden kalma boğa şeklinde bir anıttır. Phyrgya panteonunda İ.Ö. birinci bin yılın ikinci yarısında, Man tanrısı oldukça önemli bir tanrı idi. Ankara'da Hacı Bayram camisinin yanındaki Agustus tapınağı bir Men tapınağının yerine kuruldu. Genellikle A'Man tanrısı heykellerinin baş kısmında koç boynuzu ve yanında duran bir kuzu görülür. Ürgüp'te bıyığı terlemeye başlamış gençlere "Koçum" denir. Bu deyim başka yerlerde fazla söylenmez.  
Binlerce yıl önce Asyadan başlayıp, batıya doğru uzanan Men-tu inancı Roma ve Helenistik dönemde de Anadolu'da tapım gördü. Man mabedinin bir diğeri Yalvaç'tadır. M.Ö. 2000 ve daha eski çağlarda, Ürgüp Temenni tepesinde rastladığımız Tuman'na ya da Mantu Yunan mitolojiside kehanette bulunan (Tresiasın-zı) şeklinde verilmektedir. Bu bize önemli bir tarihi olguyu hatırlatır.  Çimenli'de gördüğümüz Mantu güneş diski ve Temenni antik çağ  kaya mabedi, o zaman Mısır ve Asurda önemli şehirlerde görülen kehanet merkezlerinden  biridir ve belki de çok büyük önem taşımış olmalıdır.
Biliyor  ve okuyorsunuz, kehanet merkezleri uygarlıkları derinden etkiledi. Hitit. Kralları dini görevlerine  gösterdikleri ilgiyi bu merkezde çalışan (Ucmas) denilen kahinlere gösterip, darda kaldıkları zaman onların bilgisine başvurdular. Yeri gelmişken yazalım. M.Ö.3000'den başlayıp 2000 yılına kadar devam eden Asur ticaret kolonileri çağı, Anadoluyu sosyolojik ve ekonomik bakımdan bir hayli etkiledi. Mezopotamyalı tüccarlar bu bölgede yoğun ticari faaliyette bulunarak karum iş merkezlerini kurunca Anadolu'nun yerli halkı Hattiler tüccarlığın bütün inceliklerini öğrenmiş oldular. Politik ve sosyal kaynaşmadan doğan kargaşadan kaçan yabancı tüccarlar buradan gidince yerli  halkın dış ülkelerle bağlantısı sona ermedi. Katuanalı diye verdiğimiz halk yani Ürgüp halkının ticareti Suriye üzerinden Mısır'la yoğunluk kazandı. Ürgüp'lü tüccarlar Şam'ın üst kesimindeki El-Mişrife' deki yerde Katn'a ait tüm  Hititlerin yerleştiği bir geçiş şehri kurdular. Orada yaşayıp ticareti meslek edinen aşağı Mısır topraklarında zorla serbest bölge yerleşimleri kurarak mücevher taşı ticareti yapan Hattili ve Anadolu'lu bu halkın adı da Mantualar'dır. Öyle anlaşılıyor ki bu tüccarların adıda durup dururken oluşmadı. Bir bakıma bunlara "mantıcı" demek lazım.       
 Gittikleri yere Anadolu'lu Hattilerin kutladığı buğday "Ezen'Se"  bay­ramının kutsal unlu yemekleri Katna'ya oradan da Mısır'a taşındı. Mentu'aların yaşamı boyunca ticari ilişkilerden doğan kıskançlıktan olacak çok büyük sı kıntı yaşadıkları anlatılır. M.Ö.lerde meskun bu kentin firavun I Senusretin
 tahta çıkışından dört yıl sonra, general "Nessu", kutsal kitap tevratta da adı geçen bu halkı tümüyle yok edip, kalelerini de yerle bir etti.
Hattili, Kadı kaleli (Katu'vana} bu Men'tu'alar  hakkında Mısırlı bir şefin M.Ö. 1788'de önemli tarihi bilgileri içeren bir rapor yazdığını biliyoruz keşke elimize geçse de değerlendirebilsek, her halde Mısır arşivlerindedir. Yemeye içmeye oldukça meraklı olduğunu adlarından anladığımız bu halk, o zaman Mısır'a yalnızca mantıyı taşımadılar, kutsal buğday bayramının temel yemeği bulguruda götürdüler. Bulgur adı orada kutsal ferfene oyun yemeği oldu. O zamandan bu tarafa degişen sadece binlerce yıllık zaman dilimidir. Hala mantıyı, bulguru mercimeği gittigimiz yerlere taşıyor afiyetle yiyoruz. Yeme içmede üstümüze yoktur. Öyle olmasa mutfağımızda bu nefasette binlerce çeşit yemeği nerede, nasıl bulabilirdik?
Şundan emin olabilirsiniz, bir çok Anadolu yemeği gerçekten antik değerdedir. Örneğin rahmetli annem bana benim çok sevdiğim ve iştahla yediğim bir tatlı türü yapardı. Oldukça zahmet gerektiren bu yemeğin adı,  Til-tili idi ve çoktan unutuldu. Son yaşlı kuşakta gittikten sonra eminim bu yemekte tarihin derinliklerine gömülecek, kaybolacaktır. Atalarımız damak tadını, lezzetini ve
şifasını ve herşeyini deneyip bize büyük bir mutfak kültürü mirası bırakmıilar, kıymetini bilmemiz gerekir. Gelenek ve göreneklerine bağlı hanımların hazırladığı,  temizlemesi oldukça zor olan bir de Bumbar yemeği var. Onun da ta­rihi kayıtlarda yeri var, Hitit mabetlerinde kurban sunumu yapılmışsa hayvanın yüreği, ciğeri, bunbarı tapınağa adanıyor, diğer yerleri pişirilip şarap ve bira ile birlikte davetlilere veriliyordu. Bira o zaman buğday sapından yapı­lan borularla içilirdi. Bu adet yörükler arasında hala yaşar, misafir olduğunuz bir evde içecek verilirse, kabla birlikte yanına buğday sapı koyarlar. Tapınaklarda hizmet gören temizlikçi rahip, rahibe bir çok görevliler vardı. Onlar her türlü zorluğa karşı yorulmazlar, yeme, içme, pişirme sıkıntısı çek­mezlerdi. Zor da olsa bunbar yemeğini çokca yapmışlardır. Bir çok yemek tandır­da pişerdi. Eski kaya damlarda gördüğümüz tandır geleneği de eski bir Anadolu kültürüdür. Unutulan sadece tiltili değildir. Pekmez katılarak kavrulan ve el­le iri bir topak haline getirilip uzun süre bozulmadan kalan un helvası da or­talıkta görünmez oldu. Başka katmer, pide, peravu tabii bir de hamursuz var. Yarmadan yapılan tarhanayı da (Tarhuana) unutmayalım.
Hamursuz Hititlerin un bayramında hep vardı. Sonradan Mısır tapınakla­rında görüldü. Tevrat onu kutsallaştırıp sinagoglara taşımıştır. Museviler bu mayasız ve yağla pişirilen ekmeği hala kutsamaktadır. Zannedersem kiliseler­de de vardır. Bibloslular onu Kat'nalı Mantu'alardan öğrendiler. Museviler Mı­sır'dan kaçarken çölde yabani tohumlardan ezdikleri unla Man isimli bir yemek hazırladılar. Man inancı M.Ö.3000 Harran kaynaklıdır. Museviler Hititleri hep rakip gördüler.  Onlardan öğrendikleri yemek adını unutmaya çalışıp Mantı'ya sadece Man dediler (Kutsal Kitap, çıkış bab:16)

PERAVU  PHRA-W
Mutfağımızdan mantı gibi eksik etmediğimiz bir başka hamurlu yemek var, Peravu. Adı üzerinde biraz düşünür ne anlama geldiğini araştırırsak ortaya
bir şey çıkaramayız. Yani kelimenin tam türkçe olmadığı hissine kapılabiliriz. Yakın çağ tarih terimlerinde bu kelimenin yeri yoktur, aransa da bulunmaz. Burada bir araştırmanın sonucuna bakmamız ve ona göre değerlendirmemiz gerekiyor. En başta peravunun mantıdan daha eski bir yemek olduğunu yazmıştık ve doğrudur. Mantının  zarif ve alımlı bir görünümü olmasına kariın, peravuda o incelik yoktur. İçine peynir konarak bükülen ve sonrada yassıtılan taneler irice olduğu için çoğu kez kulaklı mantı denir. Adını hatırlamak sıkıntısı çeken kişilerin bu yemeğe uygun en güzel yakıştırmasıdır. İçine peynir konduğu zaman hamurun orta yeri şişrer ve taneler ay şeklini alır. Yemek konar göçer insanların en ideal yemeğidir. Önceden yapar ve hazırlarsanız her yere taşınır, kolayca pişirilir ve servise konur.       
Mitolojik Anadolu tarihinde Pera adı Friglerde görülür. Uzun bir mücadeleden sonra M.Ö. 1000-900 yıllarında Hititleri safdışı eden orta Anadolu’da hükümranlık kuran savaşcı bir halkıtır. İlahlarından birinin adı Ay Tanrısı anlamına Phra idi. Onunla sunu yemeği peravu arasında bağlantı kurmakta biraz zorlanabiliriz. Eğerki Anadolunun dışına taşar biraz araştırırsak olumlu sonuçlara yaklaşmakta zorlanmayız.        
Bizim gençlik yıllarımızda her birimizin evinde pişip bir araya toplayarak bayram havası içinde kırlarda yediğimiz ferfene yemeği vardı. Asur ve Mısır kayıtlarında "Fera-fene" diye geçer. Antik Anadolu diliyle yazılan Phra'nin okunuşu Fera'dır. Güney doğu, doğu Anadolu'da hala ferfene denmez, ferafene denir. Anadolu, Asur, Mısır ilişkisi gerçekten Anadolu'daki tarih öncesi yaşantının bir aynası şeklinde anlaşılmalıdır. Bilim dünyası Çatalhöyük'teki en  eski uygarlığa bir yıldız diye yaklaşır. Orada yapılan kazılarda şarap ve biranın yurdunun Anadolu olduğu buğdayın, çavdarın, arpa, mercimek acı bakla ve baklanın burada  fazlaca yetiştirilip, başka ülkelerle M.Ö. 7000  yıllarında ticaret yapıldığı keşfedildi. Ticaretin sınırı o zaman Mısır'a ulaşıyor ve Kızıldeniz'den deniz salyangozu kabukları Çatalhöyüğe taşınıp boncuk yapımının hammaddesi oluyordu. Bu ilişkinin her devirde az ve çok sürdüğü, farklı uygarlıklar olmasına rağmen, halkların kaynaştığı görülür. Kaynaşan sadece halk değildir. Dini ve otantik bir çok değerler de vardır. Hititlerde görülen bazı önemli ilahların oralardan Anadolu'ya, Ma ana ve Telipiunu örneğinde gördüğümüz gibi, Anadolu'dan oralalara taşındığı görülür. Örneğin Asur'daki İnanna Anadoluda İştar olur. Mısır’daki Fera Anadolu'da Phra olur,  Kibele, Aphrodit, Artemis olarak başka ülkelere gider, kültür karışımına uğrar eski uygarlıklarla ilişkiler çok eski tarihlere dayandığından neyin nereye nasıl gittiği pek bilinmez. Eğer ilah dışardan Anadolu’ya gelmiş ve halkın inançlarına karışmışsa geldiği yerin konuştuğu dille ayin yapılır ve kültün nereden nereye geldiği unutulmamaya çalışılırdı. Ürgüp' te gördüğümüz Man-to inancıda Anadolu'dan İtalya'ya göçen Tıraz halkı Etrüsklerle tanışıp biraz şekil değiştirerek, orada yer altındaki cehennem mabudesi olmuştur. O zamanki inançlar ve kültler bütünüyle halkı kavramaz tanrılar sınıflar arasıl farklılıklara göre şekil bularak mabetlerde yerini almışlardır. Bilim dünyası günümüzde bu karışıklığı asgari düzeye indirmek için seçkin ve aristokrat zümrenin inancını animizm, sıradan halkın inancını Naturalizm diye anlatır. Çin’de Tu,  bizdeki gibi tepe ve doruk kültü değil, Heu-tu yer tanrısı olarak görülür. Etrüskler  İtalya'ya M.Ö. 900'de göçtüler, orada tarımcı topluluklar halide yaşayıp tahıl yetiştirdiler. Buğday Anadoluda M.Ö. 7500'de görüldüğü halde Avrupa'da M.Ö.700-800 yıllarında tarıma alınmıştır. Etrüskler'in başşehri "Kapu"  idi. Biz Pa'yı kale olarak vermiştik. Po'yu tarım alanı anlayabiliriz. Biz de Hitit krallarının sıkca yediği pide taşlara, kayalara iilenip nakışlandırılmış anıtlar olmuştur.  Onlardaki pizzanın doğuş yeri ve yurdunu tarihe meraklı olanlar anlamakta gecikmez. Şimde İtalya'da görülen pizza, bizdeki gibi tekdüze değildir. Halkın sanatsal fantazisiyle karışıp zaman içerisinde büyük bir kültür olmuştur.
Yemekleri neden anlatıyorum? Bir yerde yemek varsa, onun üzerinde yazıp araştırabilirsiniz. Ben bir süre Arap ülkelerinin bazılarına gittim, çok aradığım halde orada ekmekten başka ne bir yemek, ne de doğru dürüst bir lokanta görmedim. onların elle yenilen tek bir yemeği vardı, pirinç pilavı ve tavuk. Anadolunun neresine giderseniz gidin bir lokantaya girip karnımı doyurayım diye canınz atar. Yemekten işe başlayıp kitapları belgeleri karıştırırken aynı zamanda bir çok tarihi gerçekleri öğreniyoruz. Kadı (Katu) kalesinin binlerce  yıl ötelere uzanan tarihi var, ama aynı zamanda orada tören meydanına hazırlanan yemekleri yapan "Ka-ta Ga' gaion" denen mega büyüklükte pişirme evi var. Kalenin ön yüzüne doğru savrulan duman karası hala silinmemiş. Gagaion acaba kaygana yemeği olabilir mi? Ga'nın anlamı kutsal evdir. Avrupa'da bazı kiliseler eğer büyük ise "super Ga" denir. Her ne ise şimdiye kadar tarihi araştırmalarımızda Ürgüp' te Kadı kalesi Temenni, Çimenli arasında sıkı bir birlik olduğunu bildiğimiz halde, bazı çekincelerimiz vardı. Ama şimdi du­rum tamamiyle değişti. Örneğin Espelli'nin güneyinde Kadı kalesinin sol tarafında aşı boyasıyla yapılmış ilkel resimdeki Tele'piu'nu ejderhayı öldüren aynı zamanda Hititlerin baş fırtına tanrısı, Kadı kalesindeki ana tanrıça Katu-piunu' yla evlidir. Gerçi Katu ananın Attis adında bir sevgilisi var ama her sevgiliyle evlenmek bazen mümkün olmaz. Çimenli'deki Man- tu Temen­nide'ki Tumanna olmuştur. Her birinin özel yemekleri olduğu gibi giysileri kendilerine has ince işleri de vardır.
Bir ara bu antik yerin önemine dayanarak kehanet ve sihir merkezi olması gerektiğini yazmıştım. Biz bunu bir tarihi terimden Tresias'ın kızı Manto'dan çıkarmıştık ama bağlantı fırtına tanrısı Teletpiunu ile de var­dır. Telepati de bundan başka bir şey değildir. Mantı olan yerde kutsal kıya­fet ceketi mantoda vardır. Tumanna, tuman olan yerde tuman şalvarıdır. İsis ananın ve sevgili diye anlattığımız Attis'in Ürgüp'ün ünlü yemeği asidesi (dolaz), Katu ananın yani Kaya kadın (Ağdistis)in aşevi, Kata gagion da hız­lı ve çabuk pişen gay'ganası tabii bu arada alımlı ve şık olması için son derece dikkat edilmesi gereken giysileri kutnu ve kumaşları. Keten, "kat' tun" şeklindeki pamuk Anadolu'da M.Ö. 3000 yıllarında görüldüğüne göre bunun yadırganacak tarafı yoktur. Ele
avuca sığmaz güzel İlah diye mitolojiye geçen Tele'pinun "An-tuh-sum'sar" soğan ve Purilli bahar bayramında ki bu aynı zamanda nevruzdur, Telteli denen tatlısı ve çömleğe doldurulup pişirilen soğan yahnisi ve giysi olarakta at üzerinde giydiği Telme yeleği, karısı Katu ana o aynı zamanda Ma'dır, işleyip özenerek diktiği için (Dal'ma) olabilir. Biz hala delme yelek diyoruz. Telipinu Ürgüp' te Ma ana, Man ve Tu'yla bütünleşmiştir, dalma ve delme sözcükleri avcılık, atıcılığı çağrıştırır.
Yazımız Ürgüp ve köylerinde gördüğümüz peravu yemeği hakkında olacaktı. M.Ö. 2000 yıllarında dar bir bölgenin kıralının adı Pithana'dır. Orası Kuşşara'dır. Ürgüp'e uzak olmayan bir yerde ve konumda olan bu kentin yeri tam bilinmiyor. Kralın  oğlu, babası öldükten sonra etrafa dayanılmaz baskı uygulayan Kayseri'deki Kültepe'yi sınırlarına katmaya karar verdi. Bu cesaretli yiğit kişi gözünü budaktan sakınmayan kral Pithana'nın oğlu Anitta'dır. Kültepe'den etrafa yayılan baskının nedeni ekonomik sorunlardan olmuştur. M.Ö. 3000-2000 yıllarındaki  Kültepe'ye sürekli gelen Asurlu tüccarlar birazda çıkarlarına uygun olduğundan sömürü sınırlarını genişletip bulundukları yerlerin dışına taşmaya başladılar. Buna uzun süre dayanamayan Kuşşara'lılar geceleyin ani bir baskınla Kültepe'yi işgal ettiler. Anitta az bir süre sarayını Kültepe'ye taşıdı. Arkasından Hattilerin güçlü temelkayası Ürgüp, yine oraya gönderilen az bir kuvvetle Kültepe'ye boyun eğdi.  Hatti kralı halkına iskence eden yeri kapatınca rahata ermişti. Zafer coşkusuyla bayram  eden halkına bir hediye vermek gerekiyordu. Çok geçmeden bir oğlu oldu, adını da Peruva koydular. Bu keli­me Hatti dilinde bulunmaz değerde oldukça kıymetli anlamı taşırdı. Bu erkek çocuk ülkenin geleceği için son derece önemli idi ve babasının yerine veliaht olacaktı. Halk bayram süresini hep uzatırken Peravu'nun doğumu işin kaymağı olmuştu. Bayram süresi uzadıkça uzadı, olasılıkla Hıdrellez'e rastlamıştır. Önemli yerlere haber gönderilip kutsal tepelerde Erciyas'ın zirvesine yakın Lifos'ta meşaleler yakıldı. Aş evlerinde mantı, pilav, mercimek, nohut, bakla vs. daha bir çok yemekle birlikte tatlılar ve Wiyanavanda'dan gelen şarap ve Walhi içkisiyle halk 40 gün, 40 gece bayram yaptı.
Hititler gerektiği zaman savaşan sulhsever insanlardı. O yüzden Hattuşaş'ta kayalara işledikleri 63 tanrılarının eline orak verip, yaşamak için çalışmanın gerekli olduğunu anlatmaya çalışmışlardır. "Bildiğin bir şey varsa, ne duruyorsun çabuk söyle" diyen halktan da bu beklenir. Bana bunları, içinde  yaşadığım toplumun yapısal durumu nedniyle hangi amaçla araştırdığımı ve yazdığımı sorabilirler. Bir ünlü yazarımızın dediği gibi geçmişi yaşamayan geleceği kuramaz. Biz içinde yaşamaktan son derece mutluluk duyduğumuz toplum inanç, akidde ve töreleriyle tümüyle yaşayıp kırıcı değil yapıcı, koruyucu olmak için çaba gösteriyoruz.
Bir  büyük uygarlığı anlatırken bir yerlere kaydettiğimiz önemli notları izninizle gözden geçirelim. Anadolu  çalışanları, tarımcıları günümüzden 6000 yıl önce modern resim sanatını aratmayacak şekilde çiftçi, saban, öküz üçlemesini Malatya'da ki Aslantepe'de evlerinin duvarlarına resmettiler. Ürgüp'e yakın volkanik bir kesimde volkanik kayalara işlenen orak ve ay kabartmasını da Anadolu'da ki tarih öncesi tarımcılığının damgası, mühürüdür.Bizler eski kavimler diye önemsemediğimiz, ölü tarihtir diye düşünüp hatırlamak istemediğimiz Hatti ve Hitit halkları gibi uzak görüşlü değiliz. Zira onlar ekilebilir toprakları kapatmamak için köylerini, kentlerini kuytu, bucak, tepe, yamaçlara kurdukları halde, bizler en verimli yerlere beton yığarak tüm toprakları kapatıp durduk.
Ma ana ile Mahal ve mahallenin, Halen'tuva ile Hal Lokmasının ilgisi vardır. Halle sözcüğü Almanca'da var. Salon, bölüm, kısım diye anlaşılır. Nasıl bir çok çalışanımız kültürümüzü yurt dışına taşıyorsa, Anadolu dili ve kültürü de zamanında Anadolu'nun dışına taşmıştır. Ürgüp için söylenen Asuana, sağaltıcı, diriltici kent anlamına Hititlerde (asklepios) sağlık terimidir. O zaman her kentin kendine göre, bir diğerine göre üstünlük kazandığı görülür. Örneğin Avanos'taki çanak, çömlek yapımı başlı başına bir sanattır. Tarihteki Ürgüp seramik sanatına özen göstermez. Geçtiğimiz yıllarda yurdumuzda birçok köy ve kentin antik adı değiştirildi. Biz buna büyük yanılgı diye bakıyoruz.
Kaynakça:
1.     Aksoy İsmet, Ürgüp dergisi 17. Sayıdan 29'a kadar.
2.     C. Cream Tanrıların vatanı Anadolu.
3.     Cilde Gordon, Doğunun prehistoryası.
4.     C. Gordon, Tarihte neler oldu?
5.     C. Gordon, Kendini yaratan insan
6.     Gökovalı Şadan, Anadolu Mitolojisi.
7.     Lloyd Seton, Türkiye'nin Tarihi
8.     Antik Türkiye, Nihat AKSOY çevirisi, Roma.
9.     Dinç Dilek, Çağlar Boyu boynuz formunun Anadolu seramik sanatında kullanılışı.
10. Turgay Tuna, Tutankamon.
11. Gimbutas Maria, The language of the Goddes
12. Özgüç Tahsin, Özgüç Nimet, Kültepe kazısı raporu.
13. Eyüboğlu.İ.Z. Anadolu Uygarlığı.
14. Alp Sedat, Hitit çağında Anadoluda üzüm ve şarap.
15. Cevat Şakir, Düşün yazıları.
16. Akyıldız Erhan, Taş çağından Osmanlıya Anadolu.
17. Mandel, Gabriele. Mama li Turchi, Luccetti 1990, Bergamo.
18. Strabon
19. Heredot Tarihi
20. Ohri İskender, Anadolu'nun öyküsü
21. Şener Cemal, Türklerin müslümanlıktan önceki dini.
22. Umar Bilge, türkiye Halkının ilkçağ tarihi.
23. Akurgal, Ekrem, Anadolu Kültür Tarihi.
24. Bilim ve Ütopya dergileri.
25. Hitit tarihi ile ilgili ansiklopedik araştırmalar.
26. Türkmen K.Talih, Ürgüp, Bilinmeyen Kapadokya'dan bir kesit.
27. W.Schimer, Hitit Mimarlığı.
28. J. Melaart, Yakın Doğunun en eski uygarlıkları.
29. Uhlig H. Avrupa'nın anası Anadolu.
30. Prof. Dr.Sevin Veli, Anadolu Arkeolojisi.
31. Georges İfrah, Çakıl taşlarından Babil kulesine.
32. Hitit çağında Fraktindeki gibi ziyafet sofraları çok önemlidir. Fırtına tanrısı ile Ana tanrıçanın evliliğinde (Hiero-Gamos) başbaşa yedikleri Pide ziyafeti bize kadar, gelinin anne evinden koca evine getirilip, gerdek gecesi sonu yedikleri yemek şeklinde tüm canlılığı ile yaşadı ve kaybolmadı. Anamın uzun yol için özene bezene hazırladığı "Kurabiye" sözcüğü de oldukça ilginç. Zira Asur'dan Anadolu'ya kervanlarla gelip, karum ve wabartumlarda yerleşen topluluklardan birininadı da Kurabiler'di.
33. Ürgüp ve eski çağ tarihine oldukça ilgi duyan Mehmet Doyurgan'a göre Kadı Kalesine "Köhne kadın kalesi" denir. Burada oturan Dara'nın kızıdır. Dara, Pers kralı Darius'un halk dilindeki adıdır. Burada kızın oturduğu söylencesi Hitit mitolojisinden kaynaklanmakta, Katu ananın kızı Mezula unutulmuş olmaktadır. Hatti ve Hitit tarihi bin tanrılı inanca dayandığından oldukça karışıklık arzeder, bir bakıma çok safhalı tarihtir. Sadece baş ilahlardan biri Ana tanrıçanın 20'den fazla adı var. Mitolojiyi iyi bilenler için bu sorun yaratmaz, bilmeyenler ise yazarın isim konusunda çelişkiye düştüğünü zannederler.
34. Hançerlioğlu, Orhan. Düşünce tarihi.
35. Tarihi  belgelerde tanrılara takdim edilen nektara hayat içeceği, yemeğe de hayat yemeği denmektedir. Eski Sümer'de Lagaş prensi Gudea, Ba-Ga'da mabutlar için bir sofra kurduğunu kitabelerde bildirmiştir. Bu yazıta göre söz konusu yemeğe bütün tanrılar katıldı. Yemek adeti Anadolu'da hala devam eder. Ölünün arkasından yenilen can yemeği bize eski adetlerin tüm canlılığı ile yaşadığını anlatır. Kutsal kitapların çoğu eski Sümer inancından kaynaklanır. Nuh tufanı hikayesi bir Sümer inancı olarak günümüze kadar ulaştı.
36. Kutsal Kitap Tevrat.
37. Tevrat II. Tarihlerde, Hazreti Süleyman'ın Hititler'den de kendisine sadık adamları olduğu anlatılır. O sıralarda yapılan ekmek ve hamursuz bayramının da kutlanması Hititlerin "Ezen-Se" bayramını oraya taşıdıklarını kanıtlar. (bab.)
İSMET AKSOY

KÜLTÜREL VE TARİHSEL YÖNDEN KAPADOKYA'DA SAKLI, SAKLANMIŞ ANTİK KENT

 KATAHHA KOMANA KYSİSTRA
Üçüncü jeolojik devirde yani günümüzden 60-65 milyon yıl önce dünyada bir hareketlenme meydana geldi. Bu olayın adı Alp sistemidir. Yerküre sıkıştı ve Toros sıradağları yükseldi. Yükselen kesimlerde volkanik faaliyetler başladı. İrili ufaklı birçok tepeyle birlikte Erciyas ve Hasan dağı söz birliği etmişçesine küllerini gökyüzüne savurdular ve doğanın volkanik mucizesi olan Kapadokya'yı meydana getirdiler.
Orta Toroslardan Kızılırmak tarafına uzanan Erciyas Dağının batı, kuzey ve doğusunu çember gibi sarıp  dağın dibinde tarıma elverişli derin ve geniş düzlükler meydana getiren daha alçak hodul tepeleri Erciyas'ın volkanik küllerinden oluşan ingimbrid yığıntılarıdır.
Yeşilhisar'dan başlayıp Ürgüp'e uzanan Hodul silsilesinin Avla Dağ bölümündeki derin vadiler, antik devirlerden günümüze insan yerleşmesine sahne olmuş, Atalarımız bize son derece zengin ören yerleri, obsidyen atelyeleri, dinsel inançlarının gereği tapınaklar, yeraltı şehirleri ve güvercinliklerini miras bırakmışlardır.
Bize emanet edilen ancak bir türlü tanıtamayıp, kendi kaderine terkettiğimiz Hattiler'in ve Luwiler'in Kapadokya'da dinsel inançlarının formüle edilerek vücut bulduğu Katahha Kumanisi, Komana (Kysistra) Romalı'ların Hierapolis'i, günümüzdeki Erdemesin harabeleri aslında milyonu aşan yerli ve yabancı ziyaretçi çeken kayaların arasına oyulmuş 365 adet olarak bildiğimiz Kapadokya'daki Göreme kiliselerinin dinsel açıdan merkezini ve kaynağını oluşturur.
Tarihi kayıtlarda biri Develi'nin doğu kesimine düşen Seyhan nehrinin bir kolu Sarız çayının üzerinde Tufanbeyli'de Şar Komanası, öbürü 142 km. ötede Yeşilhisar'ın Erdemli köyünde Katahha Komanası bulunmaktadır. Her ikisi de antik çağ Kapadokya dinsel merkezi olarak Çatalhöyük'ten günümüze Anadolu'da yaşamış kavimleri derinden etkilemiştir. Ancak hangisinin daha çok önem taşıdığı sürekli tartışma konusu olmuştur. Bana kalırsa küçük Kapadokya'daki kayadan oyma birçok kiliselerin Yeşilhisar'daki Kysistra Komanası'nın etrafında Soğanlı, Ürgüp, Göreme, Avanos taraflarında kümelenmiş olması, Yeşilhisar Erdemli harabelerinin önemini açık ve net biçimde kanıtlar.
17 yıl Kapadokya yönetiminde görev almış olan ünlü tarihçi Amasya'lı Strabon Komana'yı şöyle anlatmaktadır:
"Şehir oldukça büyüktür. Halkın çoğunluğunu gaipten haber veren ve cezbe hayatı süren kahinlerle tapınak hademeleri teşkil etmektedir. Şehir ismen Kapadokya krallığına bağlı olmakla beraber halk daha ziyade başrahibin tebaasıdır. Başrahip tapınağın umumi nazırı, adetleri 6000'ı geçen kadın erkek mukaddes hademelerinin amiridir. Tapınağa vakfedilen geniş ve zengin toprakların varidatını baş rahip alır. Büyük rahibin Kapadokya'daki mevkii kraldan sonra ikinci derecede gelir. Büyük rahip Kapadokya krallarıyla aynı hanedana mensup bulunuyordu."
Dinsel merkez Komana'nın Roma İmparatorlık dönemi kutsal din merkezi Hierapolis'i hakkındaki tarihi kaynakları gözden geçirirsek, şu bilgilerle karşılaşırız.
"Helence adı Atargatis olan bir tanrıça vardı. Attar-Ate yani Astarte ile Ate adındaki tanrı ve tanrıçanın birleştirilmesi, bu da büyük bereket tanrıçası Kapadokya'lı şişman Kybele ve sevgilisi Attis'in birleştirilmiş şekliydi. Söylendiğine göre onun Tufan'da suların akıp gittiği bir yer yarığının üzerinde kurulmuş olan tapınağında hadım edilmiş rahipler kadın kılığına girerek görev alırlardı. Yılda iki kere bir alayla bir göle gidilir ve sonradan tapınağa dökmek için oradan su alınırdı. Bu herhalde bir bereket ayiniydi. Tanrı ve tanrıçanın evlenmelerine hazırlık olmak üzere göle götürülen heykeller dikkatle yıkanırdı." Belgelerde gölün kutsallık bakımından önem taşıdığını içinde yaşayan balıkların kutsallığından söz edilmektedir. Anadolu'da bazı bölgelerde yaşayan balıklar hala bu yüzden korunmaktadır. Urfa, sivas ve Gangal'da olduğu gibi.
Çatalhöyük'ten günümüze Anadolu'da yaşamış kavimlerin değişik şekilde adlandırıldığı ana tanrıçanın  Hitit seramik tabletlerinde geçen bir adıı da Kattahha'dır. Ürgüp, Yeşilhisar, Develi, Tufanbeyli arasında kalan bölge Roma döneminde Kataonia olarak tarihte yer almıştır.
Günümüzde adeta unutulmuş ve ihmal edilmiş, Kapadokya'nın kaya kiliseleri Göreme, Kaymaklı gibi turizm bakımından tanınmayan aslında muhteşem bir konuma sahip Anadolu'daki arkeolojik yeraltı kentlerinin mimari yapısına  uygun kayaların üzerine balpeteği mimari  tarzıyla inşaa edilmiş Yeşilhisar'da Erdemesin Komanası antik çağ yazarlarının anlatımıyla daha çok uyum sağlamakta ören yerinin birinci derece önem taşıyan Kumanni olduğu savı ağırlık taşımaktadır.
Hem Starbon'un hem de diğer tarihi kayıtların bilgileri ışığında kayaların arasında dar ve derin bir vadiye sıkışmış içinde 14 kilisesi, şarap mahzenleri, gizli yeraltı geçitleri, labirenti andıran kaya meskenlerin tek girişten dünyanın ilk kayadan oyma apartman tarzının burada yaratılmış olması ayrıca kentin önündeki tarımsal sahaların geniş bir ovaya açılması Nuh tufanının içinde belirlenen tanıma tıpatıp uymaktadır. Kutsal kentin önündeki ovada antik çağlardan kalma, ne için yapıldığı asla anlaşılamamış eski bir binaya ait yapı taşlarının arasıra görüldüğü Sultansazı ve Yay gölüde fazla uzakta değildir. Belli ki tanrı ve tanrıçanın heykelleri bu gölde yıkanmış, bereket ayinleri burada kutsanmış olmalıdır.
Kysistra adı da şehrin yerleştiği ve hala kusal bilinen kayaların üzerinde doğal olarak asılı duran "Halise kadın" inancıyla ve kutsal maden suyuyla bütünlük arz etmektedir. Yakın zamana kadar yerel dille önü ovaya açık baş ve uç anlamında "Gareser (Karesos) diye adlandırılan Yeşilhisar halkının Erdemesin orijinli Hint-Avrupa dili konuşan Luwi halkından Kuman ve Tohariler Kapadokya'lı Sapliti'lerle bağlantısı vardır. Bilindiği gibi demir tarihte bu kesime çok yakın Toroslarda yaşayan Kizzuvatnalı'lar tarfından M.Ö. 3200'lerde Komana, Faraşa, Taharana gibi antik kentlerde işlenmiş para yerine kullanılıp ticari meta olarak buradan uygarlık alanlarına ulaştırılmıştır. Şehrin içinde ve etraftaki ören yerlerinde zaman zaman kayadan oyma maden işletme ve döküm potalarına rastlanmaktadır.
Alman bilim adamlarının Yeşilhisar Komanası'na çok uzakta olmayan Soğanlıdere mağaralarına 50 000 yıl öncesi yaşama ait mikrolidlere rastlaması Kapadokya'da kültürel yaşamın çok çok eski devirlere uzandığının açık kanıtıdır. Biribirine çok uzakta olmayan tartışmalı Kapadokya Komanasının bir Hitit kralı II. Murşili tarafından ziyaret edilmesi ve farklı anlam taşıyan dinsel ayinlerin bu kentte yapılması, Hitit tarihinde önemli bir safha olarak karşılanmıştır. Denilebilir ki, kent tam bir hac yeri olarak sürekli ziyaret edilen önemli bir merkez konumundaydı.
Komana adının Luwice (Kuwa-ma-wana)dan kaynaklandığını tarihi kayıtlardan öğrenmekteyiz. Bilginler Kapadokya Kataonia'da ikinci bir kutsallık taşıyan Hierapolis kentinin varlığını yazıp durmakta orada Monarite şarabının üretildiğini şehirde kusal Zeus Dakeios kültüne adandığını ancak yer sözkonusu olunca hernedense, belki tanınırsa, turizm bakımından bölgesel dengesizlikler oluşur korkusuyla, çekingen davrandıklarını görmekteyiz. Erdemesin'deki antik kentin her tarafında görülen şırahane ve şarap mahsenlerinin yanında 10 km.ötedeki Keşlik'ten girilen yeraltı kentinin "Kysistra" ile bağlantısı olduğuna dair söylentilerin birkaç öğretim üyesinin dışında ciddiyete alınmaması, anlaşılması güç ve hatta oldukça yadırganacak bir durumdur. Belki de yetkili kişiler tanınması için son derece heyecan duyan artık sabrının tükendiğini söyleyen Erdemli köyünün çalışkan muhtarı Mustafa Çavuş hariç, bu denli önemli antik kenti sır gibi saklayıp işgüzar görünmek için gelecek kuşakların değerlendirmesi maksadıyla potansiyel yer olarak rezerv koymuşlardır. Kimbilir?

II. MURŞİLİ NEDEN KOMANA'YA GİTTİ
Büyük krallık döneminin 18.si M.Ö.1345-1315 yıllarında başarılı bir şekilde Hitit devletini yöneten Murşili ünlü kral Şuppilulima'nın oğludur. Veba duasıyla tanıdığımız kral oldukça dindardı. Bazen önünde yapılması gerekli bir yığın iş olduğu halde, biliciye ve kahinlere gider yüce güçlerden yardım beklerdi. Bin tanrılı ülke olduğunu tabletlerden öğrendiğimiz Murşili için önemli tanrı fırtına tanrısı Telepinu idi. O da kutsal kent Komana'da tanrıça hepat ile birlikte otururdu. Biliciye suk sık giden kral onlardan işlerinin kolaylaşması için düş göndermelerini ister, çoğu kez hayatını ona göre düzenlerdi. Onun batıya Arzawa üzerine sefere giderken savaşın nasıl sonuçlanacağını öğrenmek için gelecekten haber veren bilicilere danıştığını, ona göre savaşa çıktığını biliyoruz.
Hititlerde tanrıların iradelerini öğrenmek için değişik yöntemler kullanılıyordu. Kuşların uçması, şimşek çakması, yıldırım vurması tanrı bilincinin dışavurumudur. Buna "Omina" denilirdi. Bir de kin yöntemi vardı. O da hayvan hareketleriyle ilgiliydi.
Hepat kültünün merkezi Toroslarda Kizzuwatna'daki Kummaniye "Kapadokya Komanası" II. Murşili'nin krallığının 9.yılında iki nedenle gittiğini okuyoruz. Birinci neden, babası Şuppilulima Kumanni tanrıçası Hepat'a adakta bulunmak istemiş, bunu yerine getiremeden hayata gözlerini yummuştu. İkinci neden, Tilkunnu'ya gittiğisırada bir fırtına patlamış yağmur, şimşek, gök gürlemesi sonucu korkudan ağzının yana kayıp yüz felcinden konuşma güşlüğü çekmeye başlaması, onu güçlü kahinlerin bulunduğu kutsal kente gitmeye mecbur bıraktı. Hititçe de buna "Tapusa-pay" anlamı yana gitmek, yüzün yana kayması denir. İlk önce olayın nedeni tanrı "Manuziya'ya bağlanmış, atılacak adımlar başkentte belirlenmiştir.
Buna göre kralın tüm giysileri ve dokunduğu eşyalar yakılacak, öküzün çektiği kağnıya yüklenip Kumanni'ye yollanacak, oradan kızgın tanrılar yatıştırılmaya çalışılacaktı. Bunun için her yıl tekrarlanan yortu gününe yetişmek üzere Hattuşaş'tan yola çıkıldı. Zaten Komana'yı da Murşili'nin oğlu Şarri-Kuşuh yönetiyor idi.
Murşili'nin yolculuğunu, Komanaya gidişini, orada rahat bir ortamda fırtına tanrısı Telipuni'ye yakarışını kralın genç büyü rahibi Lurma, bütünüyle yazıp belgeledi. Hitit belgeleri sarnıçların, surların ve ölü kültünün bulunduğu kaya üstü kentlerden bahsetmekte, kralların giriştikleri zorlu işler, savaşlarda başarı kazandıkları takdirde şehrin adından da söz ederek adakta bulunduklarını görmekteyiz. Bir kraliçenin şu sözü bilimsel araştırmaların tartışmaya neden olan şüphelerini ortadan kaldırmaktadır. "Eğer Ankuwa şehri kurulursa, tamamen yanmazsa, Katahha'ya gümüşten bir şehir vereceğim." Erdemesin'deki ören kentin adı da zaten biliniyor, "Katahha-Komana", anlamı: Hedefimize ulaşırsak, kutsal kentimi onarıp orayı şanına uygun tertemiz gümüş gibi bir kent yapacağım.

KIZLI KENTİ ALAMAZSAM ER DEMESİNLER
Kutsal halise kadının kayaların arasına saklanmış Kysistra kenti için anlatılan bir yığın söylenceler var. Kent Bizans döneminde de dinsel kimliğini canlı bir şekilde sürdürmüş. Anadolu'da dinsel değişim başlayıp kentler Türkler tarafından Bizanslılardan bir bir alınmaya başlayınca, Battal Gazi isimli bir komutan askerleriyle kendisine çoktandır direnen ve teslim olmayan kızın kentine hücum ediyor, ancak son derece donanımlı ve aşılması güç bir zorlukla karşılaşıyor. Battal Gazi kafasına koyduğunu yapıyor ve farklı zamanlarda tekrar gelip şehrin kapısına dayanıyor ama çatışmada büyük zaiyat veriliyor. Şehir birçok askeri adeta yutuyor. Battal Gazi sonuçta yemin ediyor. "Ben bu şehri alamazsam bana er demesinler".
Kayseri Adana yolu üzerindeki Yeşilhisar'ın biraz dışında kalmış yol bakımevinin hemen 4 km.ötesindeki köyün adı, 12.yüzyıldan bu tarafa Battal Gazi'nin yeminine uygun Erdemesin olarak kalmış, yakın zamanda da Erdemli olarak adlandırılmıştır.
Bu denli önemli tarihsel ve kültürel antik ören yerinin turizm programlarının dışında tutularak, kendi kaderine terkedilmesi çok hazindir. Köy muhtarı Mustafa Çavuş'ta dert yanmakta, "tarih hazinemiz yıkıma, bakımsızlığa terk ediliyor."
Kaynakça:
AKSOY, İ. Fotoğraf Dergisi, 1999, İstanbul.
Kayseri Yıllığı, Kayseri Valiliği, 1998.
SÖZEN, M. Kapadokya, Ayhan Şahenk Vakfı, İstanbul.
J. MELLART, Çatalhöyük, 2003.
UMAR, Bilge, Türkiye halkının ilkçağ tarihi, İstanbul.
KINAL, F. Eski Anadolu Tarihi, T.T. Kurumu, 1962.
AKURGAL, E. Anadolu Kültür Tarihi, Tübitak, 1998.
GÜNALTAY, Ş. Yakın Şark Anadolu, T.T.Kurumu, 1946.
ÖRS, H. Musa ve Yahudilik,Remzi Kitabevi, İst. 1966
T.BRYCE, Hitit Dünyasında Yaşam ve Toplum, Dost Ank. 2003.
O.R.GURNEY, Hititler, Dost Ank. 2001.
ÇIĞ.M.İ. Kuran, İncil, ve Tevrat'ın Sümerdeki Kökeni, İst. 1995.
Nakil yoluyla ağızdan ağıza söylenen Tufan öyküsü Anadolu'nun kuzeyinde meydana gelmiş. Yazarın notu.
İsmet AKSOY-2004

Nessun commento:

Posta un commento